Fazladan Bir Şeyler

Saat altıyı tam sekiz geçe kulağımın derinliklerine erişen üç adet iç gıcıklayıcı bip sesi, kafamı kaldırmamla gözüme vurması bir olan, her şeyden büyük olduğunu küstahlıkla belirten güneş. Kafamı yastığa geri koyup el yordamıyla komidinden aldığım telefonuma gelmiş 3 mesaj; banka, operatör ve dolandırıcılara kanmamamı isteyen, bu hayatta benim iyiliğimi düşünen yegâne şey olan asayişten. Ayaklarımı yere indirip tiksine tiksine buz gibi parkelere değdirmem, cesaretimi toplayacak -ya da parkenin soğuğuna alışmamı sağlayacak- kadar zamanın geçmesiyle güç bela lavaboya varışım ve ardından malumunuz... Derken perdeyi araladım, Ankara ayazının içeri girmek için camı açmamı beklediğini camdaki buğudan algıladım; hava durumundan da ümidimi kestiğimden olsa gerek, ne olursa olsun diyerek kahvaltı amaçlı mutfağa yöneldim...

Ekmekliği açtım boş, masanın üzerindeki bir zamanların gözbebeği olan ve herkesin methettiği plastik saklama kaplarını açtım fakat onlar da boştu (Madem boş olacak, neden oradaydı hatta neden vardı?) Televizyonda Müge Anlı'dan bozma aramalı taramalı bir program bağırırken buzdolabını açtım. Bir poğaça (hatırladığım kadarıyla peynirli) ve iki de yumurta. Birden saçma ve çaresiz bir şekilde poğaçayı parça pinçik edip üzerine yumurtaları kırma fikri mantıklı gelmişti, ancak tam gerçekleştirmek üzere iken çalan kapı. Açtığım kapının ardında kimsenin olmayışı ne de bir öyküye yakışmaz bir durum, oysa ki beklentim varmış gibi boşluğa düşmüştüm ve de bu boşluk beni merdivenlerden aşağı inmeye itmişti ister istemez...

Kat 4: Nergis hanımlar, Reşat abi; kat 3: Fikriye teyze, Bursa'daki Filiz ablaların kiraya vereceği ev; kat 2: Cemaller, Somali'li üniversite öğrencileri; kat 1: apartman görevlisi Sema...

Dışarısı soğuk, paltomu almadım, ne bir atkı ne bir bir şey; gergin gergin bakan, birbirlerine uzaktan uzağa ve sebepli sebepsiz düşmanlıklar besleyen kimseler. Durgun bir kalabalık, gürültüler, pastel renkler, kapalı dükkanlar ve mümkün olduğunca soğuk. Neden çıktım, ne yöne gidiyorum bilmeden, aç aç ve sadece atmış olmak için attığım onca adım. Kimsenin sorgulamayışı, yataktan kalkar kalkmaz bir zebani gibi ağır adımlarla ilerlediğim koca caddede beni, kimsenin akli dengemi, midemi yahut metabolizmamı düşünmeye tenezzül etmemesi, yığılıp kalacak olsam bir Allah'ın kulunun ambulans çağırmayacağı ihtimaline inancımın giderek artması...

Neler döndüğünü anlamama yetti de arttı, kızgın insanlığın aklında bombalar, ölümler, şehitler ve aynı iç burkuculuktaki diğer şeyler; bense Halep gibiyim, herkesin kendi derdine dönmesiyle arda kalan, en umursanmayan, en muhtaç, en öylesine gibi durup önem teşkil eden. Ne önem teşkil ettiğimi göremiyorsunuz di'mi, peki ya Halep ne kadar önemli sizin için? Onca insana olan biten birer hikaye gibi, uzaklardan bir yerlerden bize ulaşan basit rivayetler sanki; ben o vakit o halimle birine açım desem kim buna inanırdı, kaç kişi aç olduğumu hissederdi gerçekten. Aslında düşünceli gözükenler yalnız kendileri ve önemsedikleri birine zarar geldiğinde gerçekten üzülebilecek, bir başkasınaysa yalnız canı acıyacak ve daha çok da korkacak, yine kendi vd sevdikleri için korkacak, istemli olmasa bile bencil kimseler midir?

Belki ben de öyleyimdir, hem bencil hem de salağımdır fazlaca; o iki yumurtaya, bir poğaçaya tama ettiğim vakit öyle olmuşumdur, o zaman değilse bile saydığım tüm dairelerin önünden geçerken bir bir, kibrimden ne kendi ihtiyacımı giderme amaçlı ne de elimdekilerden onlara (özellikle de Sema hanıma) sunma amaçlı kapılarını çalmadığımdan ve de tüm bunlara ek olarak sanki benim hiçbir şey sunmadığım ve hiç kimseye de bir şey sunduğunu görmediğim bu hayat bana imtiyaz gösterecekmiş gibi, üstelik bundan pişkin pişkin emin bir halde sokaklara sokaklara dalışımdan.

Kimin kimi, kimin beni, benim kimi, nasıl, ne cüret ve hangi kimlikle düşünme fillimiz ne derece mümkün? Aç karnımın doymayışı benim için bile ne kadar önemli bu kirli ve yazık ki yavaş yavaş uyum sağladığım bu dünyada, üstelik de uyum sağlamayanlara ekmek vermedikleri bahanesi ile, herkesin olduğu gibi fazladan bir şeyler koparabilme ümidi ile hayattan, insandan, hatta kendinden ve her şeyden. Kendimi hangi siyasiye, hangi ideolojiye, hangi ülkeye, hangi dine, hangi teröre veya hangi ölüme benzetebileceğimi seçemiyorum; lakin hiçbir çocuğa, masuma, hayvana, çiçeğe, böceğe benzemediğim kesin sanırım, bir bakıma bütün insanlığın da farkında olup olmayıp uzaklaştığı, açık konuşalım, "insan" deme hatasını ettiklerimizin zerre umursamadığı hatta bu durumdan keyif aldığı önemli birer değer. Benim açığım bunların yanında bir hiç...

Eve döndüm ve bugün sofrada gözyaşı var, ne bana ne buradakilere ait gözyaşları; afiyet olsun.(!)

0 Yorum:

Yorum Gönder