Arkasını dönüp yürümeye başladı, kol saatine baktığı falan yoktu ama iki kırk altıyı gösterdiğini bilmemesi gerekmezdi diye düşündü. General Tevfik Sağlam caddesinden aşağı hızlı adımlarla vurdururken paltosunun uçuşması ona ilk defa kendini Superman gibi hissettirmişti, sanki herkes hayatında birkaç defa kendini Superman hissediyormuş gibi düşünüp yüzü asık devam etti, caminin önünden inerken arkasındaki kadının telefon konuşması kulağını tırmalıyoru. Kadın durmadan "Güzel bir şeyler yapalım istiyorum, erken kalksın biraz..." diyordu, belli ki birinin doğumgünü falandı diye düşündü bizimki; kadın sürdürdü, "Annesinin yokluğunu hissetmesin diye şey yaptım ama yine de siz bilirsiniz." İçi titredi bizimkinin, buraları biliyordu ve dönüp kadına yardım etmeyi tüm kalbiyle isterken bunu yapamıyordu çünkü insanları dinlemek hoş bir şey değildi. "Hayat benim önüme hep böyle engeller koyuyor."diye düşündü, gözünden yaş mı aktı yoksa suratına aptal bir güvercin mi işedi kendi de anlamamıştı... Kadın telefonun ucundaki eşi olduğu tahmin edilecek kişiye hamam ve havuz fiyalarını söyleyip, ikide bir "Siz nasıl isterseniz o olsun ben uyarım." gibi şeyler söyleyip ardından, saklayamadığı bir kalp kırıklığı içinde "Özel bir gün olsun istemiştim sadece." gibi cümleler kurmayı sürdürüyordu... Bizimki bunun bir an gerçek olmadığını, Alptuğ Dağ diye birinin alışveriş merkezinin servisinde arka koltuğunda oturan kadının konuşmaları olduğunu düşündü ve güldü, Alptuğ Dağ diye adam mı olurdu. Göbekten yavrukurt sokağa döndü, iki kafe vardı, nargile kokuları, şıklık yarışları, lüks arabalar, aslında bir yandan da sadece bu lüksün içinde kaybolmak için orada bulunuyomuş gibi duran ve bunun sahteliğini de bal gibi bilip, içten içe nedensiz bir acı çekerek devamlı kendine Çayyolu'nu öven ve orada bir yaşam hayali kuran onlarca Etlik insanı... Hepsi kendini bir topluluğa ait hissetmeye şartlanmış, yalnız olmadığını düşünüp bundan mutluluk duymak amaçlı "sosyalleşen" her yaştan insan. Kafelerden birine oturdu, adeti değildi ama bir an yaptı, düşünmeden ve aniden yapılan zararsız hamlelerin hayatına katabileceği rengi düşünüp bir daha güldü, insanlarsa her zamanki gibi onun kendi kendine gülüşünden bir pay çıkarır gibi ona bakıyorlardı, her an bir yerden "Bana mı gülüyorsun bilader?!" türünden bir arıza çıkabilecekmiş gibi; bu ihtimali o da düşündü, böyle bir şey olsa nasıl izah ederim kendimi diye de düşündü ve bir daha güldü; aslında bu bir yandan koruyordu da onu, insanlar neye güldüğünü bilmedikleri bu adamdan -belki de en çok kendileri sefil hayatta gülecek bir nokta sahiplenemediği için bu denli- ürküyordu. Yine yalnızdı yani ve etraftan devinim fışkırıyordu, yan masada birbirine gülen kızlara baktı, bir an için göbeğiyle birlikte güzel kızların dünyasına adım atabilmesini garsonu çağırarak kutladı, aralarında daima naylondan, kalın bir duvarın bulunacağını göz ardı ederek... Dalmıştı, yavşak garson tepesine dikilmişti, yavşak diyordu çünkü o tip bir mekanda her daim olabileceği üzere kadınlara ekstradan yalakalık yapıyor ve boş kalmaya gördüğünde onları süzüyordu, "Valelerinin de garsonlarının da ***" diye mırıldandı ve samimiyetsiz bir şekilde "Efendim!" diyen garsona inleyerek "Balet!" diye bağırdı, "Baletler çok yalnız." Gerilmişti, saçları iki yandan örgülü sarışın kadını tercih ederdi spariş vermek için, bunun alakası olduğu tek tutku kadının yatalak annesine ve iki kardeşine bakıyormuş gibi bir havası olmasıydı, yoksa bile bizimki öyle görmek istemişti. Yavşağı işkillendirmemek adına çay söyledi, çay yetmezdi tabii, yavşak hala orada dikiliyordu; şık bir mekandı burası canım, o kadar şık ve o kadar nezih bir cehennemdi ki. (!) Yavşak, kapitalizmin ona öğrettiği güya "hayat dersi"nin buyurduğunu yaptı ve alttan alta ima etti dilenir gibi: "Yanına bir şey istemediğinize emin misiniz?" Baktı ki bu cevval (!) delikanlının tatmin olmaya ihtiyacı vardı, o halde ona istediğini versindi: "Bir dost alayım!" dedi, çocuksa kendini oraya gelen gösteriş budalası kro müşterilerden biri gibi onu ezikleyen bir tavırla "Kaşarlı var, karışık var..." saymaya başladı. Bizimki işleri kızıştırmaya niyetliydi, başını kaldırdı, garsona yaklaştı, eğilmesini işaret edip muzipçe gülümsedi: "TOST DEMEDİM GERİZEKALI!" Yavşak afallamış ve sinirlenmişti ama ensesi kalın patronunun kapıdaki gölgesi ying-yang gibi dengeliyordu puştluğunu. Bizimki sakin bir tonda, garsona bakmayıp dışarıyı seyrederek sürdürdü... "Dost, dost bak çok önemli bir şeydir, benim dostum yok, ben dostum olmadığı için sizin bu aptal mekanınıza geldim; ne yaptığımı düşünmeden, sadece insanlarla bir mekanda bulunmak adına, karşı kaldırımdan geçecek komşumuzun beni görüp sosyalleştiğime ve normal biri olduğuma kanaat getirip bunu anneme yetiştirmesi ve onunsa biraz olsun rahatlaması umuduyla... Dostsuz çay eksik kalsın, belki eksikliklerinizi tamamlarsınız; oradan bakınca en eksik benim, haksız sayılmazsın, buradaki en yalnız benim... (Fısıltıyla) Yoksa yalnız olduğunu belli etmekten çekinmeyen mi demeliyim?" Masadan kalkıp avucunun içiyle masaya bir 10 kuruş bıraktı ve gülümsedi garsona, çıkarken ise tek düşündüğü şey o sarışının burayı, daha doğrusu buranın o sarışını hak etmediğiydi, ha bir de mekanın kenarda, en arkadaki, garsonların bile görmediği masasına oturmuş Alper Canıgüz okuyan kızı. Toplum bizi kendine muhtaç bırakıp kendinden soyutlayarak neyin cezasını veriyor diye düşünürken o mekandan çoktan çıkmıştı, Etlik sınav lisesinin önünden geçip karşıdaki yokuştan sağa döndü ve diğer yokuşu tırmandı, biraz tırmandıktan sonra durup GATA'nın duvarına yaslandı ve "Alptuğ Dağ diye biri olsaydı..." dedi, o da buraya oturur muydu bir pazar günü, yokuştan geçen bir amca ona "Yorgun musun evlat?" der miydi yoksa kimse yine takmaz mıydı derken uyuyakaldı... Rüyasında toplandıklarını hayal ediyordu kendi gibi birileriyle, örneğin o Canıgüz okuyan kızla, bir yandan da biliyordu ki öyle bir kız hiç olmamıştı, bunun rüya olduğunu da biliyordu ve dedi ki "Peki öyle olsun."
*Aşağıdaki şarkı eşliğinde okumanızı istirham ederim. Didem Madak'ın dediği gibi ben de "Tehlikeli sayılmam artık. Kalbimi kalın bir kitabın arasında kuruttum." Aklıma eskilerden bir şey çalındı, hangi sınıftayken gördüğümü, hangi hocanın girdiğini bilmediğim bir matematik dersinde aklımdan geçen o düşünceyi anımsadım: Örten fonksiyon denince aklımda beliren tek şey şefkat oluyordu, sevinmek demeyeyim de, içim sanki dışarıdan gelip uzun zaman sonra kalorifere dokunmuş gibi bir şey oluyordu; aslında belki bu fikri geçmişte aklımdan geçirmemiştim ama bu gün sanki önceden yaşamış gibi hatırlıyordum: Jamais vu. Öyleyse bile ne önemi vardı ki, öyle hissediyordum işte, matematik bana bunu kattıktan sonra gerisini reddetsem de etmesem de ne değişirdi ve ben böyle bir adam oldum, belki bu katkıyı bir başkası görebilseydi daha mı farklı olurdu diye düşünerek bir arkadaşıma mesaj attım bu gün, sanırım öncekilerden daha uzakta ama daha gerçek bir arkadaşıma. "Bana güzel bir şeylerden bahseder misin?" dedim, "Güzelliğini unutmuş olabileceğimi düşündüğün şeylerden.", bir sanat filminin kırılma noktası tabir edilebilecek bir sahnesini yaşar gibi ama herkesin aksini düşüneceği bir biçimde, öyle düşünmeksizin. Cevap veremedi, ya da vermedi, beklemiyordum da aslında; işte o an, yani tam da bu "aslında" kelimesini yazarken kendimden utandım, insanların verdiği boş umutlar, boşverler, lazım da olsa onca telkin ve teskinden sıkılmış olsam gerek ki onları kederimin cevap veremeyeceği bir noktaya ulaştırmaktan ve bu noktanın varlığını hissetmekten nefret ile bir haz alıyordum sanki de ondan. "Hiç bir şey değişmeyecek." gibi ya da daha kısası ve iç çekilebiliri olan "Nafile" gibi sözcükler yapmak istediğim şey için oluşturulmuş ve yüzeyde kalan şeylerdi... Belki benimkiler yüzeyde kalmıyordu ama daha fenaydı sanki, açık net insanların içini karartıyordum, buysa yalnızca direnmemeleri içindi... Hayatım buydu işte, ben kabullenmiştim bir kere; bu insanlarınsa beni umutlandırmak adına mıdır nedir bilinmez çırpınışları, hatta kendi inanışları, hele bazılarındaki o büyük samimiyet... Çok duygulandırıyordu işte beni, kendimi tutmak şey geliyordu...
Farkında değil miyim sanıyorsunuz duygulandığımda kızar hale geldiğimin, elbet farkındayım; sakız çiğnenmesine ya da şapırdatarak, katırdatarak yenen bir şeye kızdığım kadar değil tabii. Duvara vurasım geliyor o zaman ya o insanların kafasını ya kendiminkini, bir yerleri yıkasım geliyor, kendimi kesesim geliyor, tutuyorum... Ya kızacağım ya ağlayacağım, belki gülsem de bazen, o bazen dahil kalan her an da bu gülüşün geçeceğine dair kafamdaki bir iddia ile yarışıyor olacağım, yine fark etmeyeceksiniz, tutacağım; sonra haklı çıktığımda, çok basit bir şeyi kaybetmiş gibi güleceğim ve tahmin edebileceğiniz gibi, tutamayacağım. Bugün alışveriş merkezinin servisine bindiğimde mesela, etrafımdaki onca insanın devinimlerine bakıp, aklımda bunları birer roman gibi süzüp güldüm, gülüşüm aslında gülmemeydi zaten, ben daha gülmeden gülmemin sonrasının ortamı bende hazır dururdu, belki bütün yazarlarda hazır duran bazı satırlar gibi. Şeye güldüm, insanların kendilerine güldüğümü sanıp bana kızabileceklerine ya da kendilerinden utanacak olmalarına, daha çok da aslında yalnızca bir şeylerin olup bitişine güldüğüme, bunu onlara asla izah edemeyeceğime, bunun fevkalade bir durum komedisi olabileceğine ve hayatım boyunca çıkamayacağım bu çaresizliğe. Arkadaşlık diye bir şey benim için hiç olmadı, en azından insanların arkadaştan kastettiği o şey diyeyim; arada bir konuştuğun o kişi, o kişiye ben arkadaş demez tanıdık derim, arkadaşım yoktur benim, insanların arkadaş diye kastettiği şey yeterince değil hep ortadır ve ben buna haliyle alışamamışımdır, olsa olsa dostum vardır; dostum vardır gamı benimdir, dostum vardır efkardan kaçmaz, dibine düşmek için elimi tutar, dostum vardır yeri gelir tak diye keser, yeri gelir bana uyar sızlaya sızlaya inler ama ordadır... Dostum vardır, olsa olsa -olmazsa?- olsun, var mıdır, yoktur, yokmuş. Nafile dost, ben bunu anlatmışım anlatmamışım, bugünü, dünü ya da takvim yaprağından -şayet kaldıysa öyle takvim) düşecek herhangi yapraktaki tarihten iki gün altı ay sonrasını yaşamadan şimdiye devam etmiş olsam dahi nafile. Sen bunu okuduğun vakit, her kimsen beni hissedip sevemeyeceksen, nafile işte. Her şeyin yıkılmamışslığında bir derin nefes alıp, son nefesler halinde verebilmek bile bir lütuf geliyor anlar mısın?
İskender Doğan'ın aslında tek bir sözü beni ziyadesiyle ilgilendiren: Peki öyle olsun.
İnsanlardan elini eteğini çekmek başlığı altında konuşmak gerekirse şayet, herkes kendi yolunu çizerken ben kendi yolumu "yazmaya" teşebbüs ettiğim için böyle belki de bilmiyorum, bilmiyorum anlatabiliyor muyum... Ziyanı yok, onlar bensiz pek ala, peki öyle olsun; her nasılsa kitaplarım var, onlar bana kapanmıyor, aslında onlar çoğu insanın fark etmediği ve sahip de olmadığı bir biçimde yanlış anlaşılma korkusunu en derinden yaşıyor... Kan ve Gül'ün de öyle tempolu bir şarkı olduğuna bakmayın, esasen dokunup gidiyor, dokunduğu yerde bir yara hep kalıyor. Hayatımın geri kalan kısmı da bu "Peki öyle olsun." kısmınca şekilleniyor, gidenler, götürenler, suçlayanlar, bir yalana inananlar; kısacası her halükarda Alptuğ'u günah ve yarım bırakmaya içten içe en baştan niyetli, uzak yakın onlarcası...
Dedim ya elimi eteğimi çektim, sokulasım yok kimseye, hele ki diyalog dediğin öyle böyle bir şekilde tetikte geçecekse; aldırmıyor değilim, aksine belki de her zamankinden daha şiddetli alınıyorum ama alınmak ya da alınmamak, işte bütün mesele bu değil. Mesele olan bunun bir şeyi değiştirmemesi, mesele olan çekip gidenin her defasında mutlu olması, gidemeyenin de aslında gözdeki bir çapak kadar aciz değişme çabası. Misal ben, çok kitap okuyunca yalnızlık hissini silecek miyim? Aptallık; çok kitap okuyunca bana yapılanların o ütüye elini değen çocuk acısı dinecek mi? Bırak Allah aşkına; çok kitap okuyunca, şu anda umrunda dahi olmadığım mutlu kötülerden, ya da kötü olmaksızın, masum olduğunu bildiğim ve de en çok bu bilginin beni kırdığı şekilde bana kötülük edenlerden daha iyi duruma gelip onları utandıracak mıyım? YALAN.
Çünkü, Kan ve Gül'ün duygusal mirası bende kalacak, asla onlara, belki asla kimselere geçemeyecek; zira Canıgüz'ün aynı adlı romanını okuyan hiç kimsenin sinirini benim kadar bozmayacak, sonunda nihayetinde çoktan boşanmış dahi olsalar yirmi yıl öncesinde aldatıldığını öğrenen adamın kahırlı da olsa boşverebilmesi... Yorgunum işte, kan da, gül de, gün de, kara gece de, susuz ölüm de şu kadarcık; çünkü belki o geceler yalnız bana gece, belki benim gün dediklerim kiminin gecesi dahi etmez ve onlar, biliyorum asla dönüp buraya bakmayanlar... Hani diyorum es kaza, bir anlık dalgınlıkla falan buraya baksalar görürler mi kanın gün olmaktan bu kadar uzakken güle rengini veren olabileceği ihtimalini; zaten o yağmur sonrasının altı boş kaldırımları olmasa uyanmayacaktık en az aynı boşluktakı güzel onca ihtimalden, yazık ki uyanışımız o kaldırımın altından üzerimize sıçrayan çamur kadar yumuşak olmayacakmış, olmadı...
İnzivaya çekilsem ne, çekilmesem ne? Sanki insanların gözünde bir şey değişecek? Bir yandan da insanlar umurumda değil ama aslında en çok umurumda ve umurumdaki en çok onlar, gözleri için aynı şeyi söyleyemem fakat. Herkes dönüp baksa da, kimse başını çevirmeye tenezzül etmese de burada olmak... Kar kaldı işte yanlarına, kar kaldı, Alptuğ diye bir şey kalmadı, bir boyama kitabı kadar bile, her sayfası tamamen siyah bir boyama kitabı; boya boyayabilirsen küçük kız, olmadı sen de yak gitsin, alışığım zaten, ısınırsın... Ben seni üzerim erkeklerinden bir farkım: Ben seni üzdüm, bundan 13 yıl sonra belki, belki biraz daha, herkesi üzdüm çok yakında. Kendi sarmayacağım bir adamın sarılması gerektiğine dair düşüncemi ve birinin er geç onu saracağına dair ümidimi onunla paylaşmazdım ben olsam ama peki öyle olsun... Seni sevmiştim dünya, Aslında herkesi sevmiştim; Birinin ölmesini bir anlığına da olsa en içten dilediğim dün anladım, Bana güzellikleri layık görmediniz, peki öyle olsun. İşte size hayatımın tek betimlik tarifi: Ölü sineğin yapışmış leşini bembeyaz tülden kazımaya çalışmak, ben tülmüşüm burda, peki öyle olsun... Alptuğ kötü, Alptuğ siyah, Alptuğ kan, Alptuğ sakın gülme...
Garip bir anla kısıtlı olduğumu düşünmem için ne gerekliydi bilmiyorum ama az evvel, yani bu yazıyı yazarken doluluk olsun diye, içinden Schubert'in serenatı yükselen kulaklıklarımı takmadan da az evvel annemler daha yeni haberdar oluyordu şu yirmi dört saatte yok olan paylaşım mevzusundan... Paylaşmak güzel şey ama iki lazımı var: paylaşılacak nesne ve paylaşılacağı özne. Artık Alptuğ olmayışımın -En azından insanların benim önem verdiğim bir kısmının Alptuğ dediği şey olmayışımın- kaburgalarını da bu izah ediyor. Kitap okumaya başlamamın nasıl olduğunu anlatmıştım zaten, öyle de devam ediyor... Sahildeyim, akşam yemekten sonra oturuyorum bir sallanan koltuğa elimde kitap, hava karardığında telefon flaşımı sayfalara yansıtmak suretiyle yedi buçuktan on bir buçuğa kımıldamaksızın okuyorum, annemler odaya çağırıyor orada da bire kadar... Herkesler gıpta ediyor, hatta bugün biri okuma ışığını nereden aldığımı sormaya yeltendi ki telefon olduğunu görünce afalladı. Aslında benim de uzun zaman önceden fark ettiğim bir durum iyice belirginleşiyordu bu sıra, okuyana olan saygı... Silah zoruyla okuyan birinden günde bir kitap bitiren birine dönüşünce bunu fark etmemeniz garip olur zaten; oysa yersizdir aslında bu, ben okuyorum ama yapacak başka bir şeyim olmadığı için, arkadaş edinmediğim ya da edinemeyeceğim, hatta bu ikisinin arasında bir fark olmadığı için, telefonuma bir mesaj ya da arama gelmeyeceğinden emin olup hep de haklı çıktığım için mesela... En çok da susmak için, beklentisizliği kültürle sıvama çaresizliğime ancak minimum on bir dilde yalnızlık tüy dikebiliyor çünkü.
O kitapları yaşıyorum ben, insanları eskiden yaşadığım kadar özenle, örneğin daha bundan bi'yarım saat öncesine dek bir karakteri öldürmek istiyordum, öyle lafta bir sinir de değil, gerçek... Yeri geliyor kendimi ellerim titrer ve burnumdan solurken buluyorum satır aralarında; ha yeri de geliyor, böyle bir geri zekalı nasıl olabilir diye kahkaha atıp bazen de üstün stratejik ve mizahi sürtüşmeli diyaloglara büyük saygı gösteriyorum ve eminim bunu yaparken dışarıdan bir aptal gibi görünüyorum.
Yine de en önemlisi ne biliyor musunuz, kitaplar ben onları onlardan çok yaşadığımda insanlar gibi "Yaşamasaydın!" demiyor ya da beni suçlamıyor, onlar beni seviyor, eminim Alper Canıgüz de beni çok severdi tanısa... Susmak gibi geliyor harcım artık, bazı cümle bitişleri ister istemez geçmişe öksürüyor gözlerim, etmek içimden gelecek cümle neyin kalmamış, yapan yapmış, eden etmiş, bilmem ne olup... Yorgunluk mu deniyor buna? Ya da öyle denmesi lazım da boşver mi deniyor? Yoksa hayat beni susturmanın yollarını mı deniyor? Çünkü korkarım başardı, koca bir alkış. Sandalye ileri geri sallanıyor, hava kararıyor, onlarca insanın gölgesi akıp gidiyor önümden, hatta bazı kedilerin, uzakta bir otelde havai fişek patlatıyorlar, hayat onlara güzel ve ben sallanıyorum, ben sallanırken, aslında kimselerce sallanmayışıma da çanak mı tutuyorum? Gerçi lafta, aslında zaten öyleydi her şey, hep; sadece hani insanlar hayatlarını kaybetmekten korkar ya mesela, hah ben de işte hayatın kaybetmekten korkacağı biri olmaya çaba gösteriyorum: ha insanlar? Onlar Allah'tan korkmaz, onlar beni sevmez, onlardan umudu çoktan kestim sakalımla beraber.
İçinde kötü niyet barındırmamış bana inanmanın zorluklarını da anlamıyor değilim kirli dünyaya karşı ama dünyaya karşı bile olsa, değmez miydi be... Şuanda tam hatırlayamadığım "Siz beni..." diye başlayan Reşat Nuri sözü içindekini anlatmaya yeter de artar, artar diyorum çünkü ben olsam sadece iç çekerdim. Ben, derslerim, okuduğum kitaplar, almayacağım mesaj ve aramalar, sevilmeyeceğim kadınlar ve gerçek olmayacağım dostlukların birleşimi nedir bilmem ama kesişimi fena. Özetle nereye gidiyorum ben bu sakinlikle, susa susa, insanlara pek çok sevgimi kaybetmiş, gün batımında uslu bir dalga gibi nereye gidiyorum? Ah hayat, siz kazanıyorsunuz, Barış Bıçakçı'nın Ankara ile arasındaki ilişki iyi kötü ne ise benim de insanlarla bildiğim o işte.
Bir şeylerin değişmesini ummadığım günlerden biriydi yine, baba mirası -tabii biraz da zorla- on iki küsür yıldır sürdürdüğüm istikrarla kaldırdım kepenkleri tekrardan bir öncekine misillemeymiş gibi bir feryatla inleyen Ankara sabahında, Altıngöz Foto'ya bir kısmımız hoş geldiniz. Bir kısmımız diyorum çünkü çoğunuzun hoş geldiğini söylemek gülünç kaçardı; bu çoğunluğun vergi memurlarından, alacaklılardan, elektrik idaresi yetkililerinden, sümüklü sünnet çocuklarından veyahut kendini Mehmet Turgut'un yanında sanan çakma sanatçılardan, daha da kötüsü sizden Serhan Serter fotoğrafları bekleyen evlilik hazırlığı yapan mükemmeliyetçi çiftlerden ve dahasından oluştuğunu düşünürsek üstelik. Nitekim gün başladığı gibi bitmeyecekmiş bu defa, on iki yılın ardından öyle bir gol yiyecekmişim ki dükkana mühür vurmalık... Flaşları kurup günlük lens temizliğimi yapmaya girişmiştim ki vitrin önünde bir karartı... Hafiften doğruldum iskemleden, baktım esmerden, genç, irice bir oğlan çocuğu kaldırıma tünemiş. Bu normal bir durum tabi ne var bunda diyeceksiniz biliyorum, mamafih işkillendim, tinercidir bilmem nedir bin türlü hikaye duyuyoruz şunun şurasında... El etsem sırtı dönük, çıktım iki dokundum omzuna ses yok, kalkıp gitti sonra; dönecekken içim mi cızladı nedir, ayıp ettik gibi geldi, sessiz sedasız oğlanı ne diye kışkışladıysam... Gel dedim delikanlı buyur, o da altı adım ilerimden dönüp durdu... On iki on üç ya var ya yok, hayret ettim, dudakları kurumuş, anlamsız bakıyor bana doğru; ayıktım ki korktu benden, indirdim ne ara kalktığına akıl erdiremediğim kaşlarımı ve el ettim, galiba gülmeyi de unutuyordum ufaktan... Çocuk geldi, İbrahim'miş adı, gazoz ikram ettim, aslında bizim oranın çocuğuymuş da pek çıkmıyordu anladığım kadarıyla sokağa; başından beri sormam gereken şeyin cevabını az çok tahmin ettiğimden sormadım, içeri aldım, geç bakalım deyip oturttum, sol arka çaprazındaki flaşı ayarladım, öylece duruyordu oysa, neden onu çektiğimi sormayı bırak içinde tanımadığı bir adama karşı bulunması icap eden o tereddütün zerresi vücut bulmuyordu... Önüne geçtim, poz verdirtmek istemedim ve ilk kareyi çektim: ŞKAT! Baktım, ışık şahane, renk şahane, keskinlik öyle... Babam benimle gurur duyardı dedim içimden, der demez de tuhaf bir eksikliğin farkına vardım, İbo gülmemişti, suratında zerre ifade yokken renklerin fotoğraftan taşması olsa olsa bir küfür anlamı taşırdı, zaten film de burada koptu. "Biraz güler misin?" dediğimde, uzay kadar olmasa da en az ölü kalper kadar boş bakışlarla "Af buyur abi?" dedi, af buyur... Dediğimi anlamadığını düşünerek tekrarlasam da sorun başka bir yöne kaymıştı: İbrahim gülmenin ne olduğunu hakikaten bilmiyordu... Olabilir diye düşündüm, kara da bir çocuk olduğu için belki doğduğu yerde ona başka bir şey deniyordur diye geçirip aklımdan, yüzümde bir gülücük oluşurdum ama nafile... Kızmıştım, hiç mi mutlu olmadın çocuk dedim alttan alta lakin duyduğunu zannetmiyorum. Birden dönüp "Neden yanağını sıktın?" dedi bana, ben de kendisini yadırgamaması için "Bizim memlekette hoş bir hadise olunca bu yapılır, buna gülmek denir." dedim ve tek laf tuş oldum elbette: "Hoş bir şey olmadı ki." Haklıydı, hiç hoş bir şey olmuyordu, her gün birbirinin aynıydı ve bu böyleyken oturup insanlara gülmelerini söyleyip onları böyle resmetmek iki yönlü fotoğrafçılık oluyordu; hem boydan boya sahte bir şeyi pazarlamak adiliği, hem de belki bir daha zorla dahi gerçekleşmeyecek basit bir şeyi belgeleştitmek onuruydu bu... Babamın, Alptuğ Dağ'ın izinden gidip fark yaratmaya çalışma isteğimi kamçılamış olan bu düzen o çocuğu güldürmeme engel olur muydu? Ya da belki İbrahim gülmeyi biliyordu ama benim sahte yanak sıkma hareketimin samimiyetsizliği ile bağdaştıramamıştı. İşte fotoğrafçılık ve hayat spariş üzerine, endüstriyel ilerleyip ancak İbrahim gibi çocukların sırt dönüp önüne oturacağı ruhsuz vitrinlere dönüşüyordu. Mutluluk İbrahim'e orada öylece oturmuş iken rastlayacak kadar kadere bağlı mı yoksa biticilik huyunun herkeslerce biliniyor olması onun sonunun bir başlangıcı mı bilmediğimden yarım kalacak bu hikaye; İbo'nun gülüp gülmeyeceği insaniyet namına büyük bir önem taşısın taşımasın, İbrahim'i anlatacak şey asla gülüşü değil, vitrinin ardından çektğhim, hüzünlülere özgü büküklükteki sırtı olacak. Hadi size bir ipucu: İbo fotoğrafın sonunda gülüyor... Fotoğrafın bir sonu var mıdır ve sonsuzsa İbo gülemez mi gibi soruların cevabını size bırakırken bir flaş patlıyor ve kayboluyorum sonsuzda.
Yine hayli ihmal ettim biliyorum sana yazmayı sevgilim, en azından başkasına da yazmış değilim uzun zamandır; ben de bunun hakkında konuşacaktım aslında seninle... Nasıl desem bilmiyorum, galiba kaybettim... Hani arkadaşımın doğum günü için bir planım vardı anlatmışımdır belki -hatta bundan tam olarak bir hafta sonra o gün- birinden bir yavru kedi bulup, onu güç bela kucağıma alıp arkadaşım -daha doğrusu eski can dostum- için bir video çekecektim; planım ilk defa tıkır tıkır işlerse de şayet, belki onun için bu korkumun üstüne gittiğimi düşünürdü, hem biliyorum kedileri de çok seviyordu, belki beni de severdi, yeniden yani... Ama biraz daha düşündüm işte sonra, cümlenin bağlaçla başlayamayacağını umursamayacak denli şiddetli düşündüm ve idrak ettim:
Ben o kediyi bulabilsem de bulamasam da ne olabilirdi ki artık sevgilim, kaybettim işte, açık net kaybettim; demek ki varmış çalışsan da başaramayacağın şeyler, demek ki kişisel gelişim kitaplarının ağzına tükürebilirmiş hayat. Kabullendim her şeyi ben güzelim, n'apalım, hem onlar mutluysa gerisi boş zaten, varsın ben yine senin duru fikriyatınla hayat bulurum yalnız. Artık asla bir şey ifade edemeyeceğimin farkındayım pek çok kişi için, unutulmaya yüz tuttuğumun farkındayım, unutulmak bu dünyadaki tartışmasız en dumur şeylerden biri inan bana ama kabullendim işte, sonuna gelmişim çoktan, öyle bir gelmişim ki... Ne en ufak umut kırıntısı senden başka, ne bir şey; susuyorum bu ara, açmıyormuş muhabbetim öyle diyorlar, desinler tabi, gazoz açacağı değilim ben. Varsın açmasın be güzelim, başka bir yola girdim ben artık; susuyorum, konuşmuyorum pek kimseyle, dışarı çıkmıyorum pek ama bol bol kitap okuyorum... Evet bebeğim kitap, bayağı kitap okuyorum. Ben de çok şaşırdım ama bir gün elime telefonu aldığımda fark ettim ki gelmesini umduğum bildirimler artık asla gelmeyecek, ne mesaj ne bir şey... Hepten canım sıkıldı, aldım elime bir kitap, o günden beri dünya ahiret okuyorum işte. Demek öyleymiş bak, senelerce insanların kitap oku demesini bırak, kitabı sevmen bile yetmiyormuş; gerçek bir okuyucu olmak için, kitapla kurtulmak gerekiyormuş... İçki de içerdim sigara da, eminim ki zamlara rağmen daha ucuzlar kitaplardan; yine de bunu yapamam sen de biliyorsun, her zaman kendime yakışanı yapmaktan aşağı kalamadım, kaldığım vakit ne olduğunu da biliyoruz işte... Böyle geçiyor yani günlerim, ders çalışıyorum, kitap okuyorum, biraz ağırlık çalışıyorum, hastane falan... Bir de tüm bunların arasında hala seni umuyorum. Kaybetmek işte böyle bir şey, insana mecburi bir çeki düzen kazandırıyor. Sen sen ol, var olmasan dahi girme bu yollara, bak ben dilsizden hallice bir şeyim, sana yemin ederim günümü maksimum 3 kelimelik cümleler ile geçirebilirim, yeni bir ben mi oluyorum, yok mu oluyorum, ne bok oluyorum belli değil, kaldı ki tüm bunların arasında elimden tutmaktan korkar mısın diye de düşünüyorum çünkü sebebi ortada... Bak pes etmek o kadar da zor değilmiş, hele ki kendini bir pislik gibi görebildiğin müddet, geri kalanın keyfi yerinde olduğu müddet hiç mi hiç zor değilmiş... Lafı eveleyip geveliyorum zira olsan edeceğim bu cümle için bir de sen kızacaksın bal gibi biliyorum: Belki de senin için bile sadece bir kir olacağım, gelmesen mi? Sakın bunu klasik kız tavrıyla "Demek benden bu kadar kolay vazgeçebiliyorsun!" diye düşünme, seni değil umudumu feda ediyorum, bilhassa kendimi... Çünkü hayat benim seni sevdiğim gibi ilerlemiyormuş baksana güzelim, gerekenden fazlasını dahi yapsan olmayabiliyormuş, hak etsen de olmayabiliyormuş... Vazgeçtim işte sen hariç. Hiç şeyi düşündüğün oluyor mu? Sosyal medyada bilmem nerede, asla dönüp bakmaz insan engelledikleri listesine, bunu bir de engellenene sor tabi. Unutur gider engelleyen, aforoz olursun, canın gibi devdiğin dostun, sevgilin, ailenden biri ya da her ne ise işte o senin gözünün yaşına bakmaz ve hiçsindir. Hiç olmak bu kadar kolay, adam öldürmek bu kadar kolay geliyor bazılarına; güya herkese kötü geliyor bir cinayet işleme fikri ama çoğu da kıyısında yüzüyor, cinayet işlemeseler de ruhsal felce maruz bırakıp dönüp arkalarını gidiyorlar... Gidenlere zaten alışamadım da, arkasını dönen, daha doğrusu arkasına bakmadan gidenler hep içimi titretti, ya bir gün ikimiz bir şekilde karşılaşıp sen benden ne hikmetse etkilenirsen ve sırt sırta verip sıfırdan yüksek herhangi rakımdaki herhangi bir yerden aşağı bakarsak ve ben yalnız sırtımda seni hissedip en ufak göremezken sen havaya ya da yere karışırsan ve ben sırtımdaki o ter tabakasını uzun zaman sen diye taşıyıp asla arkama dönüp bakamazsam ama içten içe de bilirsem? Sence bunun adı delirmek mi olur? N'apayım bir tanem, kızma bana; o kadar çok gittiler, bıraktılar bilmem ne ki, on değil otuz altı değil... Bu benimki paranoya değil, kimsenin yatıştırmaya cesaret etmeyişinden bir lağım kapağı formunu almış ürkeklik sadece. Okşasan da korkarım biliyor musun, saçma geliyor tabi sana, bu kadarı da fazla biliyorum. Şu anda olmayanlar, bu zamana kadar bana en çok kendilerini yanımda hissettiren kişiler de ondan, gerçi sen yokken bile aynı etkiyi verebiliyorsun ki bunu anlamlandıramadım hala ama olsun. Bu yazının biteceği yok be kuzum, tıpkı benim derdim gibi, şöyle esas iki kelam edip bırakamayacağım ve dönüp dolaşıp aynı yere kapaklanacağım şimdi bitirmezsem. İzin ver bu yazının adı Kedili Yazı olsun... Olmadı işte, Alptuğ Dağ açık net kaybetti, açık net kabul ediyor, açık net direnmiyor, bitti, yolun sonuna geldi; artık ne olur bilinmez ve muhtemelen onu da ilgilendirmeyecektir, tek sorusuysa tüm bu yenik adamı gerçekten sevebilecek misindir, bilmez... İnşallah sen de değilsindir onca duanın olmayacaklarından, bu güne dek daim inat ettikçe daim boşa düştüm ve şimdi beni suçlasalar bile vazgeçtim diye: Artık eski dostum için bir şey ifade etmeyeceğimi tam olarak biliyorum. Kaybettim. Pes!