Garip, yani her zamanki gibi... Şey en tuhafı ama bak, hani böyle gün gelir beklenmedik gelir ya başa... Şeyi düşün şeyi, onca şey yaşadığın biriyle onca zaman sonra "edebildiğin" öylesine o muhabbeti, havadan sudan, karşılıklı ve bilinçli fakat güzel de bir saçmalık halinde üstelik... Onun ardından gelen soluksuz sessizlik yok mu, işte beni savunmasız hissettiren de bu, öyle ki bu yazıyı günler sonra anca yazabiliyorum, öte yandan elim ilk defa yazmak için klavyede aylar sonra... Cidden garip, sen duruyorsun, o duruyor, biriniz bakıyor diğeriniz gözünü kaçırıyor belki, belki ikiniz birden kaçırıyor ama bir şekilde sürekli göz göze geliniyor ve benzeri pek çok ihtimal; başbaşa kalmışlığın verebileceği cesaretten ötürü dahi sorulabilecek onca soru, söylenebilecek onca söz varken asında ikinizin de kafasında, yapabildiğiniz yegâne şey biraz daha hakkını verircesine susmak oluyor. Ne denebilir ki, misal sen desen ki düşündüğün gibi değildi, gerçekten sevmiştim, tutsan bunu kanıtlasan ne değişir ki? Yalnızca ona sunabileceğin biraz daha vicdan azabı, daha diyorum çünkü anlarsın, biri sana "Bana kırgın mısın?" diye gelirse onun kendi içinde bir şeylerin yanlışlığını derinden hissettiğini elbette anlaman gerekir, çünkü budur yaşamak... Gel gelelim bu defa, yani hayatında ilk ve büyük olasılıkla da son kez, sen bunları dedikten sonra o da sana deseydi -ki öyle olmasının ihtimali dahi yoktu ve olmaz da biliyorsun- "Aslında ben de senden hoşlanmaya başlamıştım." falan, yine hiçbir şey değişmeyecekti... Şunu demeye çalışıyorum aziz dostum, Bak böyle anlar çok güzeldir tamam mı? Çünkü hayat sonludur. Bu öyle bir an ki, olanlar olmuş ve o an en değerli şey o an, geçmiş değişmeyecek çünkü, muhtemelen gelecek de öyle; bunu bile bile o ana limon sıkılmaz, işte bahsettiğimiz o sessiz bakışmalar da bundan. O anı yorumlamayacağım fakat benzer bir anda, çoğu kişi bilir ki o bakışların anlamı şudur: Olsundur, en azından şuanda buradasındır, ben senin neyim olduğunla değil hala bir şeyim olabilmenle ilgilenecek kadar çok seviyorum senidir, dönerek bana aslında ne kadar doğru kişiyi sevdiğimi gösterdiğin için sana sonsuz teşekkür ederimdir; sen benim sana olan sevgimi yalnızlığıma ve yaralarımı sarmana bağladın ama bunun bir önemi yok, şu anda burada arkadaş olarak da olsa bir aradayız ve ben bununla da mutlu olabilirim demektir... Aslında bakarsan sevginin koşulsuz ve belki de kusursuz olduğunu göstermektir, üstelik de kişinin bundan bu anlamı çıkarmasını beklemeyecek denli koşulsuz, kırılsan da, paramparça olsan da o sorduğu vakit, sanki yalan değilmişçesine gönül rahatlığıyla "kırılmadım" diyebilmektir burada var olan anlam. Yine de bir şeye buradan açıklık getirmek zorundayım üzgünüm: Ben onu gerçekten sevmiştim, bunu herkes bilir, her gün koridora aynı saatte sadece onun için çıktığımı herkes adı gibi bilir aslında, o bilir mi bilmem; inanılsın inanılmasın ondan sonra da kimseyi sevmiş değilim, kabul ediyorum sevmeye yaklaşmıştım ama elbet cezamı aldım. En çok belirtmek istediğim nokta da şu ki, ben İncir Reçeli 2'deki Halil Sezai olmadım hiç, kimseyi yaramı kapattı diye sevmedim, hatta sevmeyi bırak, kimseden yara açtığında nefret etmeyi dahi beceremedim ki başıma da gelmeyen kalmadı; onu kastetmeyeceğini biliyorum fakat asla öyle basit biri olamadım ben, keşke olabilseydim, keşke dışarıdan görüldüğü gibi, herkesin düşündüğü kadar çabuk aşık olup çabuk vazgeçebilseydim. Şimdi bana "O zaman içindekini göster" diyenler çıkar, gösterirdim ama içleri acırdı, kıyamadım. Ben seni gerçekten sevdim B..., o kadar çok sevdim ki anlayamazsın, hissettirmeye de fırsatım olmadı biliyorsun... İnan inanma, artık bir şey değişmez biliyorum endişe etme, Sadece son kez, sevmişliğimi söylemek istedim o kadar. Yoksa yeniden arkadaşız, ayrıca merak etme, beni gerçekten kırmadın.
Sıkıldım artık mücadele etmekten, sen haklıydın ben haklıydım, o şöyleydi şu böyleydi derken öyle yoruldum ki anlatamam. Eylül de geldi çattı hem, bu saatten sonra kim istiyorsa o haklı olsun, ben yokum artık; bir de inanılsın inanılmasın canım yanıyor, baya ciddi ciddi, had safhada. Yok, düşünmedim neden diye; geçmişten mi, eski umutların boşa çıkmasından mı, hala inanmak istediğimden mi o insanlara, inanmak için kendi kendime kanıtlar yaratırken içten içe fark ettiğimden mi gerçeği, insanların değişimi mi korkutuyor beni yoksa başka bir şey mi, bağlanmak gibi. Bağlanıyorum işte n'apıyım, bağlanıyorum kardeşim, acıtan bu; ben size acıtanı söyleyeyim gelin, acıtan dediğimiz şey değişim, insanların bu denli değişmiş olması ve vaziyetin mutlak gibi görünen değişmezliği, hem de aynı anda. Koşturamıyorum artık eskisi gibi, nerede o eski zamanlarım; kabul, eskiden de öyle zıpır bir çocuk olmadım -iyi ki de olmadım- ama mesela birilerini, asla hak etmemiş birilerini severken ve bundan zerre haberdar değilken mesela, telaşlarım ne güzeldi öyle benim, çabam falan... Şimdi olsa mesela, hadi her şey nihayetine erse, her şeyden kurtulsam, başımı kaldırıp gerçekten değer birini görsem ve tutulsam hatta; bu defa öyle olur mu bilmiyorum, zannımca suratımda heptendir hüküm süren o endişeli ifade o defa dahi terk etmez benliğimi, kötü bir şey olacak diye bakan gözlerimse kimi mutlu edebilir ki? Paranoyak ettiler beni abisi, ciddi paranoyak ettiler; biri gelse dese ki "Ulan ben bunların hepsinin anasını satayım, seviyorum seni!", anasını satayım demesinden ötürü bir gevşeme çökse de üstüme, emin olamam gibi geliyor... Neden öyle geliyor derseniz, bu defa cevap geçmiş değil, şuan. Tam şuan geçmişten bir yüz görsem bırakırım kendimi eminim, kimin hakkında ne bilirsem bileyim yüzler bana hep eskiyi hatırlatır, ezbere bildiğim kötünün dahi yüzü, geçmişteki güzel günleri hatırlatarak beni hala masum, hala aynı olduklarına inandırır içten içe.
Bana bu içten içelik kaybettirdi çünkü, Lidar bir şiirinde "Kuyudur, her zaman Yusuf çıkmaz içinden." der ama ben onu bile dinlemez olurum düşünün; kuyu benim, içimden ne çıkar bilmem ama aşağısı karanlık ve her defasında düşmemesi gereken düşüyor içime, yani biraz daha karanlık... Benim insanlara hala inanabildiğim kadar başkası bana inanabilseydi şüphesiz çok farklı olurdu, bir yandan da diyorum ki daha iyi böylesi; benden başka kim bile bile gerzek olmayı kaldırabilir ki, bana bile elzemken diğerlerine ölüm olmaz mı bu? Olur olur, yazık ki bal gibi olur, anzer balı... Göz yumdum ben bu olan bitenlere, en başından beri, şans vere vere, gerçeğin ihtimalini tam göğsümde bir şarapnel gibi derinden hissetmeme rağmen denedim, bir daha ve bir daha... Şey diye düşündüm çünkü, eğer uslansaydım, eğer uslanmayı becerebilseydim bu bana her şeyden tatlı gelebilirdi ve bu defa en ufak hatalarında her insanı silip atmaya hazır olurdum, yani şuan sokakta, evinde, işinde, okulunda yahut cehennemin dibinde olan çoğu insan gibi. Var mı haklılık isteyen, bende fazladan var, o kadar fazla ki ağırlık yapıyor ve dibe batıyorum; alın bunları benden, yeter, haklılık biri sana hakkını verdikçe kaimmiş anladım, alın bu hakları, alın, hepsini alın. Hak bırakmayın bana gerekse, böylece bari haklı yere suçlamış olurlar fena mı? Alın bu hakları tekrar söylüyorum, almadığınız takdirde dostlarıma anlatınca başımdan geçeni, haklısın diyorlar, diyebilecek başka şeyleri yok, benim de yok, belki hiç de olmamalıydı; birimizden birinde mavi tık, duruyoruz ekranın karşısında sonra. Neden mi? Ben boşver benim derdimi desem, kendim boşveremediğimden ukalaca olacak; onlar boşver dese, sanki beni takmıyorlarmış gibi olacak... Bunlara gerek yok oysa, biliyorum herkesin içindeki güzelliği, iş benden ve onlardan çıktığı için susuyoruz, bizim elimizde hiçbir şey olmadığı için, zamana bırakmaya acı da olsa mecbur olduğumuz için, belki de yorgunluğumuzun timsali bir sessizlikle nefes almaya devam ediyoruz. Her şey olacağına varır abi de, ben en çok neden korkuyorum biliyor musunuz? Böyle böyle unuttuysam koşulsuz sevmeyi, böyle böyle kaybettiysem değer veren yanımı, üç beş insan beni ezip geçti diye gerçek bir sevgiyi ıskalarsam, bir daha aşık ya da dost olamazsam diye. Çünkü beni en çok ezdirten, üzülmeme, ölmeme en çok imkan tanıyan şey buydu ama beni diğer insanlardan ayıran, bir kitap yahut film karakterine yaklaştıran, özenilesi tek yanım da bu, devire göre nispeten kusursuz sevebilmem. Yani şimdi ya hak etmeyenlerin hak etmediğini kabullenip değer vermeyi kesecek ve mutlu bir hayat süreceğim ama kimileri için efsaneleşmiş sevgim, aşkım asla yaşanmayacak, şiirlerim son bulacak; ya da biraz daha canıma okunacak, hatta çok daha canıma okunacak, taa ki o kişinin yanında siper alana kadar, o zamansa ikimiz için de hiçbir şey ifade etmeyecekler, birbirimizin nirvanası olacağız adeta. Elbette ki ikincisi daha cazip lakin bu yorgunlukla birinciyi seçmemek o kadar güç ki, haksız mıyım? İnşallah haksızımdır, yeter artık alamadığım bu hak, usandım.
Derdim birinin bu yükümü omuzlaması değil ki benim, hiçbir zaman da olmadı; bu konuda en nacizane isteğim, biriyle yaralarımızı dokundurup birbirine kaynatmaktı diyebilirim, o zaman ayrılamazdık bile. Biyolojik olarak bunun mümkün olmadığı, tenlerin asla uymayacağı söylenir durur; tenden söz eden kim oysa, evet onun da sırası var, başımı omzuna yaslamak ya da dizine koymak suretiyle bir şeyler mırıldanmak yahut okumanın da, ister açık ister kapalı bir mekanda yıldızları seyretmenin de, ister belediye bankında ister herhangi bir evin kanepesinde, belki de hayatımda ilk defa yana yana değil de yan yana uykuya dalmanın da sırası var... Ama daha çok, daha kalbimin panik ya da korkudan değil de, harbiden çok uzun zaman önce olduğu gibi, umutlu bir heyecandan gümbürdemesi lazım, bu defa hiçbir olumsuz ihtimale açık yahut kapalı kapı bırakmaksızın; daha o enerjiyle hayatımı daha da düzene sokmam lazım, hepsi içinse daha, annemden başka bir kalbin benim için titreyebilmesi lazım. Ben o biri karanlığıma aydınlık olsun derdinde de değilim, sadece ben fevkalade eğlenceli bir konserin rengarenk sahne ışıklarıyım ve konserin başlaması için birinin beni "yakması" lazım, bu defa iyi anlamda. Belki de bu karanlığın ardında öyle bir ışık yattığını bilmediğinden dokunmuyordur kimse ama olsun, hele devir sahte ışıldaklar devriyken ben kimselere göstermemeliyim mucizemi; iki kişiye saklıyorum, onlar geldiği vakit bu ışık sönmemek üzere aydınlanacak. Yıkılmıyorsam kendim için değil, kızım ve annesi için; onlar henüz yoklar, belki de asla olmayacaklar ama siz bana bakmayın, ben arada bir umudumu kaybetsem de onlara, dayanamaz yine özlerim; öyle bir özlem düşünün ki hafifleticisi dahi beklemek, hiç olmamışları, bir hatta birkaç ömür. Bu kadardı, şimdi ışıklar tekrar kapanıyor, umarım o gün bir gün gelir.
Bu mektubu Tuba abla için kaleme alıyorum, kısaca tanıtmak gerekirse, onun için gece terzisi denebilir bence, ben Dalgacı Mahmut'a benzetirim kendisini, neyse. Bu öyle sanabileceğiniz üzre spariş ir mektup değil, daha çok benle alakalı... Ne diyim ki şimdi abla? Öyle klasik mektuplardaki gibi sevgili mevgili bir hitapla başlamam gerekirdi normalde ama kısa zamanda oluşan hukukumuz karşısında hayli samimiyetsiz kalıyor böyle şeyler... Lafı uzattığımın farkındayım, zira ne anlatayım ki sana, bilmediğin ya da tahmin etmediğin ne olabilir ki? Ben sana desem ki abla böyleyken böyle, eskiyi özlüyorum desem; yedi, bilemedin on yaşımdan sonra her şey boka sardı desem, tek tek değer verdiğim insanların -hiç bilmediklerinin dahi- her bir ettiğini sana kindar bir pislik gibi öfke eşliğinde anlatsam; sonra da tüm başarısızlar gibi, en ufak bir adımda, hatta bırak adımı, adımı andıran herhangi bir şeyde kusursuz bir biçimde o öfkeyi en az nükleer atıkları gömdükleri kadar derine gömüp, tekrar darbe aldığımda ise hatasından asla ders alamayan çocuklar gibi gerisin geri gün yüzüne çıkardığımı, yetmezmiş gibi hak edenlere en ufak değmeyen bu öfkeyi elimde olmadan da olsa başka herkese kullandığımı, üstüne üstlük gazabımı hak eden fakat aslında zerre görmemişlerinse, sanki görmüş gibi dönüp beni suçlaması karşısında sıranın çocukluğumdan beri asla onların suçlarına gelemediğini ve yine yetmezmiş gibi bir süre sonra benim de onlara katılıp kendimi suçladığımı... Doğruyu yanlışı ayırt edemediğimi, bir yandan kendimi suçlu bulup "Buna ne ekmek ne de su verin!" der gibi davranırken, diğer yandan iyi niyetimi ve olup biteni bildiğimden olsa gerek kendimi anladığım ve yıllardır istediği, aşk gibi, gerçek aşk ve sıkı birer dostluk gibi şeyleri hak ettiğini düşündüğümü; ancak bu iki davranış birbirine tezat olduğundan kimseye samimi gelmediğimi, fakat gerçekte kanımın son damlasına kadar her şeyimin samimi ve doğru olduğunu, yer yer bu doğruluğun kanıtlanamayışının bile verdiği utanmaz azabı anlatsam sahiden şaşırabilir misin? Hem de kimsenin kendini ispatlayamadığı için gerilmeksizin önüne baktığı bu cağda. Bence hayır, çünkü bana yakınsın; bu yakınlık mesafe, arkadaşlık boyutu ya da kader benzerliği bakımından değil; bugün ikimiz de karanlığı aydınlık kılan ne diye sorsalar Ay'dan veya ampulden farklı bir cevap veririz, tanırız, ondan. Sana az evvel bahsettiklerimi daha iyi özümdemen için bir iki şarkı adı bırakıyorum buraya: Schubert - Serenade Zbigniew Preisner - Lacrimosa Hayko Cepkin - Balık Olsaydım Ete Kurttekin - Sorunum Var Ete Kurttekin - Benden Adam Olmaz Zeki Müren - Sen Hep Beni Mazideki Halimle Tanırsın Bunlar henüz aklıma gelebilenler yalnızca hepsini dinlemeni, klasiklerde ritme ve Türkçelerde sözlere odaklanmanı rica edeceğim mümkünse. Ha bu arada şu yazma hususuna açıklık getireyim, gerçi burada daha önce bahsetmiştik ama tekrar etmekte fayda var; nedense çoğu kişi senin düştüğün yanılgıya düşmeden geçemiyor, "Acıdan besleniyor, ondan böyle." gibi pek çok zırva. (Bu laf sana değil) Çok aşırı içim kararırsa midem bulanır, uyumak isterim, her şeye bilmem diyesim gelir, bir şey düşünemem ve yazamam, biraz daha az -az deneme aldırma sakın- olduğu vakit yine midem aynı şekilde bulanır, yine uykum gelir ama içimde de yazmazsam geberecekmişim gibi bir şey oluşur, milleti darlamayayım diye de buraya yazarım, ne edebiyat ne okunma maksadı içermeyen yazılardır onlar ama sık sık söz sanatı yaptığımdan olsa gerek öyle görür millet. Başka ne anlatabilir ki sana ikinci planların hep cepte olan adamı? Hastalıktı, oydu, buydu, farklı yaşam tarzıydı derken çoğu istem dışı ama önemli ir kısmı da bile isteye ötekileşmiş bu adam, yine yetmezmiş gibi "geçmişten ders çıkarmak" kılıfı içinde ve "temkin" adı altında duvar örüyor insanlara ki bu noktada tekrardan o demin bahsettiğim tezatlığın pençesine düşüyor; e bu defa bir de işin diğer kanadı mevcut tabii, üzüm üzüme baka baka kararır deyimini mi önemsiyor nedir, kimse ona bakıp kararmasın diye, bir nevi kötülüğü, mutsuzluğu kısırlaştırmak babında kendini soyutluyor; daha önce oldu çünkü bu, o gençlerin dünyasına fazla gelirdi, kimle muhabbet ederse etsin muhabbetin bir yerinde illa boktan bir konu açılır, suratlar bir bir düşerdi uçurumdan; çok sevenleri ona üzülürdü, çok sevse de o kadar içli dışlı olmayanlarıysa bezerdi haklı olarak. Yani senin anlayacağın, o böyle yıllarca İncir Reçeli 2 senaryosunun devreye girmesini bekledi hayatında, birinin onu çekip almasını yani; öyle kuru kuru beklemek olmayacağını bildiğinden, beklerken cidden o kişi bir gün kaderin tatlı bir cilvesiyle u izbe bloga girer, okur da üstüne alınır diye mektuplar yazdı dizi dizi; yetmedi, o olabileceğine ihtimal verdiği her kadından bir şans istedi, sorun şu ki o bu defa da "Ummadık taş baş yarar." kafasıyla çok fazla kadından bekledi bu şansı ama o kapı bir an olsun açılmadı... Açılsa olurdu, vallahi de billahi de olurdu, gülmeyi de hatırlardı o zaman, bu at hırsızı kılığı da bırakırdı, o hastası olduğu çiçekli gömlekleri giyer yine etrafa neşe saçardı, yeniden formuna dikkat edip, çok değil bir sene önceki filinta haline geri dönerdi, inanır mısın o nefret ettiği egzersizleri bile özene bezene yapardı... Eğer olsaydı çok kral adamdı aslında, eğlenmeyi de, diskoyu da valsi de, espriyi de, belki yemek yapmayı bile herkesten iyi bilirdi; zira ciddi ciddivo günlerin geleceğini umup -misal sevdiği hastalandığında ona yemek yapıp yedirdiğini- kendini geliştirmişti. Onun herkesin istediği Alptuğ olabilmesi için, Bir tek kişinin ona aşık olması kafiydi, olmadı. Olmadı da ne oldu, herkes bildi ki bunun tek derdi aşk; Allah var o da böyle olsun istedi gerçi, yapsa hasta edebiyatının da acitasyonun da bilmem nenin de en ağırını yapardı ve aksine bu defa kimsecikler ağzını açıp tek kelam edemezdi... Ama sustu, kendinden başka kimsenin ömrünce hissedemeyeceği, bilemeyeceği, anlamayacağı onca şeyle her gün değil her an boğuştu, insanların hayatlarınca aklının ucundan geçmeyecek ihtimalleri ve kaygıları oldu fakat anlatmaya yeltenmedi; onu aşk meşk herifin teki sansalar daha iyiydi... Bir de kalıtsal mıdır nedir sevgisini göstermeyi pek bilmezdi, anca yazılarda işte; ailesine karşı da arkadaşlarına karşı da öyle, oysa arkadaşları ona "Sen beni hiç sevmedin!" vesaire dediğinde ve o u lafları her hatırlandığında ne denli üzülmüştür, kaç aylar ağlamış, uyumamıştır bir tek Allah bilir. Bu son paragraf sana değil insanlığa abla: Değdi mi yani, çok muydu, ne vardı, aha da bu çocuk bu kadar işte, bitti. Bu çocuğun ne burnu havada, ne tepeden akmaya çalışıyor ne bir şey; olsa olsa krizi fırsata çevirmeye çalışıyordur; tıpkı çürük olduğu için askere gidemeyeceğine üzülürken, yine de çaktırmayan bir gülümsemeyle "Siz askerdeyken ben yüksek lisans yapacağım." derken olduğu gibi. Ah bu çocuk hepinizi seviyor da işte... Neyse 3 saattir yazıyorum, Behlül kaçar.