Bu yazıyı yazmaya, Serdar Ortaç'ın Türk Sanat Müziği sözleri yazdığını öğrendiğim dünden karar vermiştim, kafam en az onun kadar karışık zira. Hani kovalamaca oynadığını düşün mesela, öyle bir oynuyorsun ki iki taraf da kaçıyor, kazan kazanabilirsen, bitir bitirebilirsen bu oyunu. Bizim bir fenci Mahmut vardı ortaokulda, çok kalender adamdı; şey derdi bize çok iyi hatırlıyorum, "Çocuklar siz siz olun sakın ha birine size "Dün okunan sela seninki miydi?" dedirtecek kadar kötü olmayın." Dedirtmedik hocam korkma sen, ha dedilerse de şayet, kötü olduğumuzdan değil, kötü durumda olduğumuzdandır olsa olsa... Olsa olsa deriz ama olmaz, olmayacaktır işte. Hani Gökhan Kırdar diyor ya "Yerine sevemem." diye, o hesap işte, yerlerine sevemiyoruz, zaten o yüzden kitap okuyoruz; kendi yerimizi de yadırgıyoruz onlarsızlıktan, onlarınsa umrunun yörüngesine isabet ediyor muyuz dersen, asla. Bugün komple alıntılardan gidiyorum ama olsun, bir alıntı daha patlatayım en acısından. Cemal Safi'nin, en çok Muazzez Abacı'nın seslendirişini sevdiğim Rücu şiirinde onlardan şöyle bahseder: "...O senin aslına rücu edişin."
Canı sıkılan kalbimizi kırıyor böyle böyle, kendini inkar ede ede, hadi gittin niye geldin, hadi geldin niye yoksun gibisinden ne idüğü belirsiz soruları sordura sordura yaşatıyorlar bizi; bundan zevk mi alıyorlar ne yapıyorlar bilmem ama hoşnut oldukları kesin. Öyleler işte onlar, onlar sana takılmaz ki neden takılsın, sen üzülmüşsün üzülmemişsin, beklemişsin beklememişsin nedir ki; hayat onların ertafında döner, bir de onlara onca zulmü reva görenlerin, hatta onlar yüzünden senin hayatın bile... Önemsizsin. Bitti. Daha geçen gün bir arkadaşımı inanın yalnızca ama yalnızca nasılsın demeye aradığımda "Senin saçma salak dertlerine ayıracak vaktim yok kızgınım!" dediğinde bir kez daha anladım dünyanın kaç bucak olduğunu ben, üç bile değil, iki buçukmuş bize. Sildim attım ama tek kalemde, bir saniye düşünmeksizin; ona ulaşmamın tek yolu telefon numarasıydı, gözümü bile kırpmadan yok ettim... Bunu neden mi anlattım? Vaktiyle ben kızgınlıkla neler yaptığımda olup bitene siz dahi şahitsiniz, eğer o an onun kadar ben kızgın olsaydım onun bu tavırları kuş tüyü kalırdı, belki küfre boğardım... Ama yapmadım. Buymuş çünkü büyümek, hocalarımıza diklenen serseri öğrenciler olduğunda, hocalarımız onlara misliyle haddini bildirebilecekken, her haltı rahatlıkla yapabilecekken neden yapmadıklarını ve nasıl hazmettiklerini merak ederdik; etmiyorlarmış halbuki, şimdi anladım, yalnızca hatanın ne olduğunu bilenlere mahsus ve yine lanet bir özellikmiş bu sessiz kalış; tıpkı empatide olduğu gibi, tıpkı sevmekte olduğu gibi, her şeyi anlayabilen ve herkese çok fazla değer verebilen, dışarıdan mükemmel gözüken o adamın sonsuz acısı gibi, en çok da Murat Kekilli'nin Bu Gece Aklıma Gelmeyecektin şarkısında 1:50'de başlayan solo gibi.
Daha fazla tarif etmeyeceğim, kitaplar var, yalnızım kitaplar var ve aklıma takılan acı bir cevabın sorusu tabii ki: Neden yazmazsın ki? Hayır neden yani? Sen gittin, sen geldin, sonra yine niye sen gider gibisin; kıyamadım diye mi geldiğin vakit, ben kesin yine şey olmuşumdur biliyorum, üstüne titremişimdir falan; sen titrememişsindir tabii, soğuk kanlısın sen, belki ve muhtemelen yalnızca bana karşı, tıpkı her katil gibi... Gökhan Kırdar ne kadar "Üstüme basıp geçme..." derse desin sen yine beni ezip geçeceksin, bense ne yazık ki biliyorum:
Eğileceğim, daha iyi ezmen için eğilmeyeceğim belki ama eğilmem sadece buna yarayacak, bunu bile bile yapacağım, kim bilir belki kaç defa... İnsanların öve öve bitiremediği o masumiyetim, yok edebi kişiliğimmiş yok bilmem neymiş; kimse kimseyi kandırmasın şimdi, davulun sesi yalnızca uzaktan Kerim Çaplı'nınki gibi gelir... Bal gibi de yalnızız hepimiz, kitaplara sığınıyoruz evet ama kitaplar çare değil, eminim bizim gibileri bulsam onlar da iter; şahidim zira çok defasına, şiir seviyoruz diyen çoğu kadın bile kendine şiir yazanın değil, belki ileride onu öldürecek olanındır... Bizim olan ne mi peki? Yaşamak değil, en azından uzun vadede.
Ne oluyor anlamıyorum ama bir şekilde dünya benim etrafımda dönüyor, her şey bende düğümleniyor sanki, böyle dediğimde kızan dostlarıma inat; her şeyin suçlusu, sorumlusu benmişim gibi. Ya ama nasıl oluyor vallahi akıl erdiremiyorum, şakadan anlamayan ensesi kalın birinin oyunu falan mı bu? Halimi en iyi özetleyen bir şarkı sözüdür: "Çıldırır bedenim, ruhum daralır; tersdüz olur her şey,gözüm kararır; bir şeyler aklımı başımdan alır, bir anda dünyayı yakasım gelir." Fazla endişeli biriyim ben kabul, kendimden başka çok zayıf noktam var kabul, saklamayı da bilmiyorum kabul... Ama kötü niyetli değilim işte, asla olmadım, en nefret beslediğim günlerde bile nefretimden daha çok utandım, bak işte bunu herkesten saklayabildim, en azından bu güne kadar. İnsanlar yoruluyor daha dinlerken bile, saçma ve komik geliyor, bakmayın ben de öyle düşünüyorum aslında ama işin bizzat içinde olduğumdan içimi kemiren manalı manasız o "Ya gerçekten de öyleyse." düşüncesi... Cümlenin sonunu bile getiremedim, bazı arkadaşlarım yazmak uğruna abarttığımı düşünüyor üstelik; ben de öyle düşünürdüm onların yerinde olsam, ancak ne yazık ki benim korkularım "Yeter ki bitsin artık da yazmayayım." diye dilendiğim türden. İçimdeki çocuk hala ölmemiş baksanıza, biliyorum bunlar bir çocuğun dibine kadar gerçek ama mantıklılığı ise her daim tartışma konusu korkuları ve biliyorum bu acılar, yetişkinlerin her daim abartma göreceği fakat çocuğun tüm samimiyetiyle çektiği acılar... Biri beni büyütsün yoksa midem bulanıyor, bu çıktı bir de, kafam en ufak yerinde olmasa bulanıveriyor namussuz; çünkü korku doğruyla yanlışın, gerçekle kurmacanın, kısacası iki tarafı da bok olan kuyunun arasındaki perdeyi çekip alıyor, donarak ölmekten son anda kurtulmuş birinin üzerinden yorganı çekercesine... Benim gibi bakabilseydiniz belki, ne denirse işte buna; aşırı önem, aşırı özen, üstüne titreme, altına titreme... Kısacası bin kötü ihtimalin o bokka hayalgücümle birleşip birbirine yol açığı ve en ufak gerçekleşmeden zihnimde adeta sanal gerçeklik gibi devamlı acımasızca oynadığı o aslında ucuz olan ama heyecanın etkisiyle fark edilmeyen tiyatro oyunu... O oyun tek birinizin bile beyninde oynansa, anlarsınız korku nedir, kafa karışıklığı nedir, herkese inanıp kimseye inanamamak nasıl olur, en önemlisiyse ne duymak gerekir. Bu yazıyı istediğim için yazmadım ben, kıvrandığım için yazdım, belki dikkatim dağılır diye yazdım ve evet dikkatim dağılsın diye konunun dibine inecek kadar da geri zekalıyım. Öyle işte sayın okuyucular, hikaye uzun, hep öyleydi ve hep de öyle kalacak biliyorum... Merak ettiklerimden biri de şu, bu dünya biraz olsun mantığını değil de duygularını kullananlar için dönemez mi? Yahu kullanamıyorum işte, bu konular öyle konular ki mantığa elini attığında vicdan azabı, anlamadığınız ve inanın anlamak zorunda da olmadığınız o durum işte bu... Boşversenize, ben yalnızca artık endişe etmek istememiştim o kadar, biri gelse, geçecek dese, yüzümü Demirkubuz'un Yeraltı'sının son sahnelerindeki gibi okşasa belki yeterdi, belki yetmezdi bilmiyorum... Kendim için olsa tüm bunlar, zerre umurumda olmazdı, iki elim kanda olunca... Çocuk kaldım ben, korkularımla, heyecan ve paniklerimle ufacık bir çocuk, çocukluğumda yaşayamadığım o çocuk. Çocukların çok konuşmaması gerektir belki de... Ben sana olanı söyleyeyim mi okuyucu? O da tıpkı benim gibi, dostum Eda gibi ve bunu belli etmeyen pek çok kişi gibi sıkıldı benim bu çocuksu sevgim ve korkularımdan... Şimdi giderse bir daha terk etmiş olacak beni, bunun için gitmiyor; ona gidebilirsin demek isterdim ama gitmek mevzusu nerede ne zaman açılsa feci can sıkar bilirsin, buna gerek yok. Zarar veriyorumdan kastım buydu mesela.BİTTİ.
Kendini üç kelimeyle tamamen tanıtabilir misin deseler bunu derdim işte, Ay'ın karanlık yüzü. Beni bu hale belki Müzeyyen Senar, belki Kemalettin Tuğcu, belki başka biri getirdi, belki de hepsi garip hastalığımın psikolojik neticesi ama umurumda değil. Bu bir lanet, her işin sonunu düşünüp efkarlanmak, en mutlu anların en fazla bir saat süreceğini düşünüp -ki asla şaşmaz- o an dahi hüzünlenmek. İnsanlar fıkır fıkır, insanlar yerinde duramıyor, coşku, sevinç... Ben? Ben ölü toprağıyım kardeşim. Bu melet bir de kendi kendini körüklüyor biliyor musun, nasıl anlatsam sana; böyle olduğun için uzak durmak zorunda gibisin insanlardan, tamam belki onlar sadece senin inadını kırıp seni bundan kurtarabilir, sadece onlar seni mutluluğa inandırıp yaşatabilir belki ama bir ihtimal daha var -Tıpkı "Bir ihtimal var o da ölmek mi dersin" dediği gibi şarkıda- ve o da en fenası, ya onlar sana benzerse? Senin için fazla sorun olmuyor, sen hep böyleydin çünkü, Hayy'dan geldin Hu'ya depar atıyorsun; sen hissetmezsin ama senin dinlediğin çoğu şarkıyı onlar dinlese günün sonunda ya bir yerlerini keserler ya bir şey, tehlikelisin işte.
Her lanetin güzel de bir yanı olmalıdır, kimsenin bilmediği, kimsenin bakmadığı, bakanın görmediği o "öteki" yüzün de bir faydası var aslında. Ben bilirim bir insan hüzünlenince ne olur, ağlamış insan nasıl gözükür, ağlayacak insan nasıl anlaşılır, bir ortamdaki en kaygılı kişi kimdir, hangi dertliye ne zaman nasıl yaklaşmak gerekir, kiminki aşk acısıdır kiminki ölüm acısıdır ve neden ikisinin çoğu zaman farkı yoktur... Buraların adamı benim, karanlık çöktüğünde en iyi ben görürüm, en iyi ben yol gösteririm; onlar korkar, alışmamışlar ki, göremezler önlerini, kaybolmak pahasına bilinmeze koşarlar... Ama ben, yani bu bilinmeyen karanlığın esas adamı orada olur, onlara yol gösterir; ben varken o kadar kötü olamazlar, ben hafifletmeyi de bilirim, istisnalar hariç geçirmeyi de kederi, acıyı. Bu halimden duyduğum derin mutsuzluğu ve acıyı ancak bu törpülüyor işte, ben karanlığın içinde yapayalnızım belki ama, sırf ben hala nefes aldığım için bile, bu karanlığa düştüğünde temiz çıkacak o kadar insan var ki... Biliyorum anlamıyorsunuz dediğimi, anlamayın da mümkünse; hani derinlik sarhoşluğu diye bir şey vardır bilmem duydunuz mu, işte benimki biraz ondan, biraz da ağlanacak haline gülmek sanırım. Bir şeyden eminim ki, bu yazıyı burada kesmek gerek. Atilla İlhan'ın dediği gibi "Aysel git başımdan, ben sana göre değilim... Kötüyüm, karanlığım, biraz çirkinim."
*Bu yazı genç kardeşlerime bir uyarı mahiyetindedir. Ölüm nedir dostlar? Çoğumuzun korktuğu, hadi korktuğu demeyeyim de kaçındığı, hepimizin yaklaştığı, belli belirsiz ama kesin şey. Ölmek kolay mı bilmem, örneğin can dostum İlyas'a kurşun gelecek olsa Allah korusun, tek saniye düşünmeden silahın önüne atlayacağımdan adım gibi eminim ama bugün bir şey öğrendim; mesele ölmek değil, mesele bir ölümle, başka bir ölümle, ihtimal bile olsa baş başa kalmak. Düşünün, sevdiğiniz biri her şeyin güzel geçtiği bir gece aniden acı çektiğinden bahsediyor, dayanamıyorum, gidiyorum diyor, size veda ediyor, siz çok iyi biriymişsiniz falan bir şeyler diyor ve belki de sizin ömrünüz boyunca iyiliği kötülük olarak görmenizi sağlayacak, biri size iyi biri olduğunuzu söylediğinde boğazınızı düğümleyecek o ilk adımı atıyor... Birkaç kişiyi bulmanızı istiyor ve sonra kayıp... Sadece siz biliyorsunuz bunu, yapma diyorsunuz, değmez diyorsunuz, bak bugün Yavuz Çetin'in intihar yıl dönümü zaten, bana bunu yapma diyorsunuz ama ses yok soluk yok... Elinizde iki seçenek var, susmak, bir ömür boyu tarifsiz vicdan azabıyla kalakalmak, bu durumdan haberdar olan tek kişi olarak, elinde imkan var iken hiçbir şey yapmamış olmak ve bunun hesabını o kişinin ne ailesine ne arkadaşlarına verememek var; bir de o ne derse desin, gecenin o saatinde ambulansı aramak var, güç bela konuşmak var telefonda, sürekli, dilinden iğrene iğrene "İntihar." diye cümle kurmak var telefondaki kadına, o seni bir hattan diğerine bağlarken aradaki her dıt sesinde acaba geç mi kaldım telaşı var, beklerken verilen o klasik müziğe sövmek var, rahatlatmayacağını, belki bir daha asla rahat olmayacağını bile bile. Elinden gelen her şeyi yapıp haber alamadığında, çaresizlikten telefonu bırakmak var, vücudun titreye titreye, kalbin ölecek gibi ata ata balkona çıkmak var; şehir senin gibi değil, o sakin, seninle alay ediyormuşçasına kendi halindeyken ona bakmak var. Asla evde, annenin yanında bir şey için ağlamamışken -buna özen göstermeksizin- gözünden ığıl ığıl akan yaşlar var ve utanmıyorsun, umurunda değil. On beş dakikan bir yıl gibi, belki daha fazla, atığın her adımda saçların ağarıyor sanki, bir de o devamlı sorduğun "Neden?" sorusu var ki tabi, kimse cevap vermiyor, telefonlar susuk ve belki bir daha çalmayacak... Elinden geleni yapmış olmanın rahatlığıyla, elinden gelenin aslında bir bok etmediği gerçeğinin kapışması bile seni dümdüz etmeye yeterken sabahın dördü, galiba hayatı o zaman anlıyorsun. Düşünüyorsun ki bugüne kadar hiçbir korkun, başına gelen hiçbir kötülük, hatta bunların toplamı dahi sana böyle hissettirmemiş... Bu hikayede en masum belki sensin ama bu umurunda değil, kendini suçlamak için bahane aramana dahi gerek yok, oracıkta bulabilirsin; biraz daha erken davransaydım dersin, yeterince yanında olamadım dersin, aranızda geçen en ufak tartışma bile aklında ağır bir külçe gibi kalır, beyninden seni yerin dibine bastırır... Eskiden derlerdi ki ölürken insanın gözünün önünden film şeridi gibi geçiyormuş hayat, işte o zaman anlarsın ki meğer burada kastedilen ölüm kendi ölümün olmayabilirmiş; yaşadığınız iyi kötü her şey, her görüntü, hatta bazen screenshot tarzı mesajlaşma görüntüleri dahi aklında dünyanın o bizim farketmediğimiz dönüş hızından daha hızlı dönerken aklında olan soru, bu zamana kadar sorduklarının en büyüğüdür, daha büyük olduğunu sandığın soruları da silip süpürür: O yok mu şimdi? Bu sorunun en elem tarafı da şudur, o varım demedikçe ondan başkası tek kelime edemez, yok bile diyemez, denir mi; o da yokum diyemez, yoktur da ondan; sense beklersin, yokum diyebilmesi için beklersin, hala ama hala bir umut beslersin, ölmedim ama artık sende yokum demesini dahi umarsın çünkü artık bu cümle seni kanatamayacak kadar basitleşir, feda olunursun, o zaten sana bu geceyi yaşatarak feda etmiştir seni ama sen bir daha olursun. Eee ne derler bilirsin: Sağlık olsun. Yine de düşünmekten utanırsın akla gelen ve yazık ki gerçek olması muhtemel bir ton ihtimalden, iğrenirsin çünkü tüm bunlarla boğuşurken, boğuşmasan dahi akar zaman bilinmezine; gece rüzgarı suratına adi bir fahişenin nefesi gibi hain hain vurarken aklına gelebilen tek şey, sabah kalktığında -şayet kalkmak diye bir ihtimalin varsa- haberlerden ve gazetelerden gözünü ayırmamaktır: Nefes almakla kusmak arası bir git gel yaşamak... Cehennem bazen dünyadadır ve cehennem... O bizi nasıl acıtacağını çok iyi bilir; benim bir filmde duyduğum seninse şimdi burada okuduğun bu cümle, aklına tam da ummadığın gibi, herkesin hala hayatta olduğu bir sabah için yattığın uykuda, sokaktan geçen arabanın çıkardığı basit fren sesine kan ter içinde ve kalbin patlarcasına uyandığın o anda gelir... Aynı anda, bakmaya utanıp kenara fırlattığın ve bir boka yaramadığını düşündüğün o aptal telefonuna bir mesaj gelir, ondan... Kalırsın, tıpkı paragtaflara ayrılmamış bu koca bölüm gibi dümdüz, hantal ve ifadesiz. Sevinemezsin bile, benim gibiysen kızman da pek tabii imkansızdır, bütün tehlike geçmiştir bilirsin ama artık rahatlaman imkansızdır, ertesi gün bile üstüne sinik durur o korku, etkisini yitirmeksizin. Sonraki gün mü? Henüz yaşamadım, umarım yaşayabilirim. Şimdi sakın kimse bana intihardan söz etmesin, o kadar çok insan görüyorum ki bunu düşünen; oysa bir ok bildiğiniz yok kalanlar adına, ne rahatlayacaksınız ölünce ne bir şey, bilmiyorsunuz, benim saniye saniye yaşadığım bu bıçaklanmayı yaşayacak kadar şanssız olmadığınız için yaşamak bu kadar kötü geliyor, asıl olan terkediş biçimindeki bir ölümün ardından, arda kalan yaşayan olmak. Allah'a bin defa şükürler olsun ki bu gecem kötü bitmedi benim ama benden şanssız aileler, arkadaşlar biliyorum ve sırf bu yüzden, dün geceyi yaşarcasına acı çekerek bile olsa bunları yazdım, yazdım ve biliyorum ki içindekinin zerresini dahi anlatamadım. Bunları okuyarak hissedemeyecek beni anlamayacaksınız ama yalvarırım kulağınıza küpe olsun çocuklar. Benim de aklımdan geçmedi değil gençken ama ben istiyorum ki vazgeçmek için benim yaşadığımı yaşamanıza gerek kalmasın. Yalvarırım arkadaşlar, en samimi yazım budur inanın, sizi üzenler için sevenleri atacağınız ateşin gücünü biraz olsun hissedin; üzgünüm ama çoğunuz benim yaşadığımı bile kaldıramazsınız bir de geri dönüşü olmayanların kat kat fazla ateşi var; onu hissedin, çünkü eğer gerçekten yanar yakarsanız değil bu abi, kimse sizi kurtaramaz. Belki bana uyuyacağım dedi ama... Şimdi beni anlıyor musunuz? Muhtemelen artık yok, içimde umut olsa dahi saat öğlen bir buçuk ve o YOK! Acımı asla anlamayacaksınız ama olsun, yazmasam ölürdüm ve tek tesellim başka hayatların yitmesine engel olma ihtimalim bu yazı.
İnsan büyüdüğünü bilir mi? Bilirmiş, ben bugün büyüdüm işte. Ben bugün büyüdüm, hata yaptığım ve kimsenin el uzatmadığı günlerihatırlayıp büyüdüm belki de bilmiyorum, herkesin sırt çevirdiği o yapayalnız günlerin belki de bugüne varmakmış gerekçesi, bugün beni büyütmek. Ben bugün, bana o günlerde sırt çeviren birisine, hala da değer verdiğim birisine, hem de bütün insanlığın "Onlar seni üzdü sen de üzmelisin yoksa ölürsün!" mantığına kafa tutarak el uzattığım an büyüdüm, bildiğim ve anladığım için çok teşekkür ediyorum hayata, ayrıca Teoman'ın da dediği gibi: "Güzel bir gün ölmek için."... Bundan sonra kimse çocuk diyemez bana, hele onlar hiç diyemez, sözde eski kafalı olmayan, yeniliğe ayak uyduranlar, bana dönüp "Dünya değişti!" diyenler! (Okan ağbiyi tenzih ederim) Bu dünyayı onlar değiştirdi, tamam acı çektiler ama acı çekerken doğru dahi gelse iyiliklerini sattı onlar; iyilik sınırlandırıldığı takdirde iyilik değildir, saf olmak, salak olmak, geri zekalı gibi on defa aynı tuzağa düşmek bile iyiliktir ama acıya dayanarak bile olsa birilerine iyilik edip diğerlerine etmemeyi istemek kötülüktür... Hem sanki Hitler'den bahsediyoruz, her pişmanlıksa bir eli hak eder, o el olmaksa yalnız iyilerin harcıdır, bunu bilir bunu söylerim ben. İyi ki şimdiki onca berbat Youtuber'a ve uyduruk çizgifilmlere kıyasla zamanında çizgifilm izlemişiz; orada öğrendim ben bunları, düşman uçurumdan düşecek olur, el uzanır; nefret ederdim o düşmanlardan ama o zaman bile yumuşatırdı o el içimi... Bilmiyorum ama eğer şimdi o el olabildiysem, tamamdır, muradıma erdim ben. Bu yazı da sırrına erdi galiba, kısa ve öz, olması gerektiği gibi.
Şimdilerde de şey hasıl oldu bende, insanların gitmesini beklemek, beklemek derken her insana gidecek gözüyle bakmak tabii; ah işte bir de yanıltsalar diyorum ama yook! İlla Alptuğ böyle boktan mevzularda haklılığını koruyacak. Sen de gideceksin diyemediklerim var bir de en fenasından, hissediyorum, his ne ulan biliyorum er geç; bir kere giden bir daha gider, hiç gitmeyen ilk kez gider, gitmek mevzubahis olduğunda bahane hep kenarda mevcuttur, acil durum anında kalbi kırıp giderler. Bu yaptığım doğru mu değil mi bilmiyorum, etik değildir ama epik olduğu kesin. Ama o da gidecek, iki gün, üç gün, on gün, altı hafta... Bir daha gidecek, bu sefer bahane daha yumuşak olacak ama bahanenin sert ya da yumuşak oluşu beni ırgalamayacak, yine üzüleceğim biliyorum; hem de daha önceden gitmiş biri için, hem de tekrar gideceğini önceden bile bile... Bile bile hata mı yapılır? Bu hata değil aslında ama hata da öyle güzel yapılıyor ki bu mevsim...
Dün yattığımda kötü enerjimi almaya tenezzül etmemiş olan çimler söyledi bunu bana, sarı yaprakların yerdeki hışırtısı da buna yakın bir şeyler söyledi ama onu pek anlamadım açıkçası, başımı diktiğim gök yüzü sanki "Maviysem sana ne hıyar!" der gibi baktı, e o da haklı. Evvelden de dedim ya, bu hikayede ben hariç herkes haklı, ben haklı olduğum vakitse haklılığın gururdan çok hüznü kalıyor işte... Çok yakın olan çok uzak olacak, daha önce de oldu, hep; sinematik bir şekilde hata bende değil onlarda olacak, öyle söyleyecekler yani, bak diyecekler aslında seninle alakası yok, bilmiyorum diyecekler başlarını kaşıyacaklar mahçup, öyle işte diyecekler ve sonunda arkalarına bakmadan gidecekler, bu defa bakmayacakları için değil de bakamayacakları için... Er geç gidecekler diye gidenler, başka gidenler arttıkça aklımda gitme ihtimali olanlar aklıma gelecek, gitmek kere gitmek; bir süre yalvarıyorsun ben de gitsem buralardan, sanki gittiğin yerlerde senden gitmeyeceklermiş gibi ve o an kendini atalarına benzetiyorsun: Göç ederlerken onlardan kaçanların kavimler göçünü başlatmasına sebep olan atalarına.
Bu kadar gitmeyi kim yarattı, ben Allah'ın yarattığını düşünmüyorum ölüm hariç, bunlar suni gitmeler, zamansız gitmeler, güya bizim iyiliğimiz için olan ama asla iyilikle nihayetlenmemiş olan gitmeler, bıçak saplar, düşman öldürür gibi gitmeler, evet kesinlikle düşman. Galiba bizden çok güzel düşman oldu, ya da Necati Şaşmaz'ın deyimiyle "Sanırım bize nazar değdi." Hatta değmek falan değil, nazar bize çevre yolunca 230'la çakıp kaçtı adeta. Aman kalmayın aman, ben de gidiyorum zaten, bitti. Bitti. Bitmemiştir belki, belki gitmez ha, bu defa yanılabiliriz belki, insanoğluyuz. Ne güzel gündür be o, ölünür o günde, bir temiz ölünür, uykuda ölünür. Peki ya gitmeyeceğinden emin olduğum gün? Eskisi gibi yani, kimsenin bizden daha hiç gitmediği o eski günlerdeki gibi inancım tam olduğu gün; mutlu olurum o gün, balon alırım belki kırmızı, ben pek balon isteyen bir tip olmadım, uçar giderlerdi diye mi bilmiyorum ama almadım... Düşünsenize, bir balonla sokaklarda dolaşıyorum sakallı koca adam, ne komik olurdu; bu defa gülerdi beni gören çocuklar ağlamayıp, acımazdı kimse çünkü acı olmazdı. Baktığında imkansız değil aslında, gitmese kafi, gitme demekse eskisinden de zor ama buraya yazılabilir: Gitme!☺ İnşallah gitmez sayın seyirciler, amin deyiniz ve güler yüzle okumayı bırakıp yanınızda kalanlara sarılınız anlamsız, güleceklerdir... Bu şarkı ekstra anlamlı bu yazı için, bilen bilir:
Hayatın en acı yanını ben kısadan söyleyeyim: Büyük bir yalanın, o hayatın olmasını istediğiniz bölümüne denk gelmesi. Kıssadan hisse babında lafa gireyim... Ağrılı sancılı, göz yaşı dolu aylar sonra, hiç beklemediğim, gayet de güzel bir günde, bütün bu ağrıların başlangıcında mevcut birinden gelen iki kelimelik bir soru mesajı: "Uyudun mu?" Bu mesaja gayet haklı, gayet de hüzünlü bir sinir ve şaşkınlıkla verilen uzun uzuna bir cevap... Ardından gelişen olayların neticesi nedir derseniz eğer; bir gün bir bakıyorsunuz, sizi umurunda olmadığınız gerekçesiyle afedersiniz y***ak gibi ortada bırakan o kişi var ya, ona bunları yaptıran sizin eski "can dostunuz" çıkıyor, üstelik de sizin "iyiliğiniz için." Şimdi diyebilirsiniz ki belki o yalan söylüyor, olabilirdi, hatta böyle olmasını ben de çok isterdim ancak konuştuklarına bizzat şahidim. Kime kızacağım ben, vücudumda yaralar biriken, istisnasız her günü göz yaşım eksik olmamış o 4-5 ayda en ufak arayıp sormamış şimdiyse bir uyudun mu mesajı atmış o kıza mı kızmalıyım, yoksa o kız aslında gerçekten masum mu, yoksa cidden her şeyin başı, benim o süre içersinde bile aptal aptal kendimi suçlu hissedip -hem de gitmesini onun söylediği giden kızı ona tercih ettiğim için- milyar kez özür dilediğim ve hiçbir şeyden habersiz bir de doğum gününü kutladığım o eski "can dostuma" mı? Normalde inanmamam gerekir, öyle bir şey yapmaz demem gerekir, takdir edersiniz ki onca şeyden sonra bu düşünceye prim veremiyorum, bunun doğru olması için canımı verebilecek olsam bile... Kimi affedeceğim, kimi suçlayacağım, ne yapmam neyi değiştirecek, herhangi bir şey öğrendiklerim karşısında uğradığım bu durumun vahimliğini gölgeleyebilecek mi?
Yalan olsa diye öleceğim gerçeklerle, yalan olan ama gerçek olmasını istediğim doğrular sarmalı birbirine o kadar sıkı bağlı ki, ben cambazın düşüp deli olduğu o ipin aslında bu sarmal olduğunu bugün anladım. Bir kere şaşıramıyorum artık, gocunmuyorum, bu da mı gol be demiyorum; defanstan başka çaresi olmayan her zaman yeniktir, bunu en iyi ben biliyorum, bildiğim için saldırmaya, hırçınlaşmaya çalışıyorum fakat sanki yine gıcık bir kader tarafından dize getiriliyorum. Tek soru: Şart mıydı? Şart mıydı kuyumun bu kadar kazılması? o kadar da zararsız değildim diye düşünüyorum çünkü. Şart mıydı onun da ona ihtimam etmesi, gerçi en yakın arkadaşım diye ben tanıtmıştım onu ona, hay tanıtmaz olaydım. Şart mıydı aylarca bunun açığa çıkmaması... Şimdi herhangi bir şeye inanmak o denli güç ki dostlar, kimin beni düşündüğüne, kimin düşünmediğine, kısacası insanların samimiyetine; en fenası, ister inan ister inanma durumu, inan ya da inanma değişmiyor, bu acının içindensin. Ulan komik aslında var ya, belki de Allah beni klişe gündüz kuşağı dizileriyle dalga geçtiğim için bu hale getirdi, o kadar entrika hikayesine kıçımla gülerdim ve hayat da bana hamlesini kıçıyla yaptı işte. Alın size kitap okumanın faydaları, çoğu kişinin neyi neden yaptığını anlayabiliyorsunuz, hak verip vermemek anlamında değil ama neye dayandırdığını direkt kavrıyorsunuz; işte ben de kavradığım için, onların bu dayanaklarının kendilerince haklılık payını da en derinden hissettiğim için daha da elem oluyor her şey, öyle ki laf bile sadece uzuyor ve bu yazıyı nasıl bitirmem gerektiğini bile bilmiyorum. Bu kadarını beklemiyordum, her anlamda PES! Eski dosttan düşman olmaz diyenler bir kelle öne çıksın, çıksın ve n'olur o kelleler bir bir uçsun.
Anlamak için gereken şey haddinden küçük olabiliyormuş iyi mi? Bilen bilir benim dostluk hakkında fikrimi ama ben ısrarla söyleyeyim tekrardan: Ben birine dost dediğim vakit, bilin ki onun uğruna ölme fikrini düşünüp bundan haz almışımdır; ondan bunu değil, buna yakın bile değil ama bunu en azından andıracak şeyler beklerim doğrusu. Ben hep herkese tam güvendim, şüphenin ya da davranış sorgulamanın zerresini yapmadım; garip gelirdi, şaka görünürdü televizyonda falan görünce arkadaşlıklarını bitirenleri, bitirmezler gibi geliyordu, imkansız geliyordu ama gün de gelip çattı işte, ben yine de tam güvenmeye devam edeceğim... Dostlarımın başına kötü bir durum gelecekse aman ha, bana gelsin, eğer bir gün böyle bir şey olacaksa sormaya bile gerek duymadan benim başıma getirin mümkünse... Kötü bir şeyi başkalarında da görmek elbette ki kötünün kötüsüdür ama mutluluk demeyeyim de, garip bir umut taşıdığı aşikardır; yalnız olmadığımız fikri gibi, ya da bu şeylerin başa gelebildiğini ve normal olduğunu kabullenmek doğrultusunda atılmış sakin bir adım misali.
Dostun bir diğer vazifesi ise düşündürmekmiş sanırım. Çok ciddi düşündüm ve ne yazık ki su götürmeyecek gerçekler baş ucumda çoktan filizlenmiş, anladım. Örneğin çok basit bir düşünce biçimini cevaplayarak afalladım: Eğer senin gerçekten yanında olmuş olsalardı, onların sana ettiği cümleleri hatırlardın... Hatırladım tabii, hatırladım ama boşver gibi, üzülme gibi, ben yanındayım gibi -ki sonradan gittiklerini hesaba katınca bu cümle... Neyse.- ama daha ötesi değil, dişe dokunur bir şey değil... Sonra başka ekstra düşünceler de müdahil oldu tabi bu yaşanmışlık muharebesine: Nasılsın dediğimde anlatmamış, gün gelip beni sadece kendimi düşünmekle suçlamış onca insan, üstelik de ben yalnızca kendi karanlığımda onları boğmamak adına iplemez görünürken, milyar derdimden birini fazlaca açtım diye... Daha önce de sonra da oldu çünkü bu, eğer böyle yapmasaydım sonuç belli: Her konuşma bir teselli havasında geçecekti, onların da içi kararacaktı, bir gün akıllarına bana dair gelebilecek tek şey acı olacaktı... Garip ama onlar için hala öyle, bu neyin acısıysa artık. Neyse, Alptuğ zaten bir sevgili etmezdi, yeni tanışılan biri, yoldan geçen biri etmezdi biliyoruz.
Anladığım şey işte şu: Şöyle bir bakınca aslında, hayatımdan gitme kararı almış çoğu insanla biz dost değilmişiz, sadece çok fazla konuşmuşuz, ama anlatmamışlar, o kadar da anlamaya çalışmamışlar meğer; sadece biz aramızdaki bu şeye dostluk kalıbını layık gördüğümüz için kendi sevgimizden ötürü, olup biteni film kopana dek yadırgamamışız... Ulan baya baya tutarsızlık havada uçuşuyormuş, baya baya samimiyetsizlik... Şimdi desem ki benim onlara mesaj attığım kadar onların kaçı bana mesaj attı, tek bir kişi dahi gıkını çıkarma lüksüne sahip değil, kaldı ki bu aklıma gelen ilk örnek sadece... Yaa işte o Alptuğ Dağ Alptuğ Dağ diye göğsümüzü gerdiğimiz adam, yalnızca en seven, en hevesli, en düşkün tarafmış; öyle ki bir gün her biri farklı konuda da olsa hep bir ağızdan onu suçladıkları vakit, bir bildikleri vardır diyerek kendini suçlamış, yine her zaman olduğu gibi, hepsinden çok.
Eda kuzum her şey için tekrar tekrar teşekkür ederim, sen olmasan bu kadar düşünemezdim -şimdi diyecekler ki aklını çeldi gaza getirdi falan, ama bilmiyorlar ki biz onlardan olmadık, olmadığımız için bu haldeyiz, seve seve- itiraf etmem gerek, ayrıca onlarca kişi bana hak vermiş olsa da sanırım sen hak verince, belki de beni anladığını gerçekten bilip hissettiğim içindir emin değilim ama huzurlu hissettim bu konuda... Dediğin gibi, insanlar değişiyor, ha bana kalsa hala ihtimal vermeyeceğim ama işte, kalmıyor, bırakmıyorlar biliyorsun. Öteki mevzuya gelince, ben az buçuk anlıyorum iki tarafı da ve hem böyle olup hem de elimden bir şey gelmemesi aşikar ve üzücü ama umarım bir şekilde olması gereken olur ve umarım olması gereken ikinizin de mutluluğuyla sonuçlanır... İyi ki sen yanımdasın, bunu bilmek gerçek anlamda güzel.Fazla uzadı bu yazı, Alptuğ Kaçar.☺