Muhtemelen öldüğümde credits müziği olarak Les Milles Pailettes ritminde bir şeyler çalacak, sanki hiçbir şeyin o kadar da iplenmediği bir kara komedi filmiymișim gibi. Ve biliyorum ki öyle olsam bırak biletimin para etmesini, Mars'ın salonlarında gösterilmem dahi imkansızdı. Zeki Demirkubuz filmleri gibi yalnızca onu sahiplenen güruha özgü ve onun dışında bir bakıma her açıdan açıkta kalmış adeta; kaldı ki Nuri Bilge'ciyim ben bilen bilir, neden öyle olduğumu da onun aşağıdaki anekdotlarının izah edebileceği kanaatindeyim:
"Yalnızlığı bir kader gibi kabullenmiş durumdayım."
"Aslında anlamsızlık ve melankoli gibi durumlar, sadece aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Sanat da bu değerlerden biri. Nevrotik duygular diyebileceğimiz şeyleri, yani insan farklılıkları ancak böyle aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Zannediyorum sanat çok iyi geldi bu tarafıma, melankolik yapıma. Bir terapi etkisi gösterdi."
"Sanatçının varsa bir görevi bu, bir gazeteci gibi meselelere dikkat çekmeye çalışmaktan çok (ki bu ülkemizde birçokları tarafından sanatçının asli görevi olarak düşünülüyor), yaşadığı kültürün içinde eksikliğini duyduğu birtakım temel insani dürtülere işlerlik kazandıracak manevi bir iklim oluşturmaktır. Gerçek insan ilişkisi zayıflıklar üzerinden kurulabilir. Ben hastalıklarımı, korkaklıklarımı, zayıflıklarımı paylaşmak isterim. Bunları saklamak, gizli tutmak, bastırmak hepimizi yorar. Ve bunları rasyonalize etmek ya da bir şeyin içinde eritmek zorundayım. Bu da benim için sinema oldu."
Özellikle son kısım olmak üzere bana yazdıran da okutan da çektiren de söyleten de bu düşünceler. O yüzden seviyorum bu adamın sinemasını, çünkü tüm bunlar - hatta dahası- benim onun sadece adını bilirken bile kalbimde çarpan șeylerdi anlayabiliyor musun? Birini seversin ve yaptıklarını da o yaptığı için seversin, doğrusu budur; ha tabii yaptıklarının her birini ondan bağımsız, yalnızca birer yapıt olarak değerlendirirsin, öyle de yapman gerekir zaten ama yine de önce Kış Uykusu'nu sonra Nuri Bilge'yi sevemezsin, eğer öyle hissediyorsan bil ki bir yönünü seviyorsundur, adamı tam olarak sevip benimsemek ve büyük bir samimiyetle abim olarak görmek benimkisi.
Erguvanlardan ne haber mesela, hala güzeller mi, ben hala güzel biri miyim siz için, genç miyim hala sizce, şu halimle dahi eser kaldı mı gençliğimden... Hak ediyor muyum hala, iyi herhangi bir şeyi; eğer siz de çevremdeki merhametli yahut gizliden gizliye acıyan lakin belli etmediğini sanan ve bunun için de büyük çaba harcayan bir avuç iyi insan gibi "Elbette, sonuna kadar!" diyorsanız... Yani nerede öyleyse, bakın sizi bilmem ama ben -bilhassa burdan bakınca- fazla vaktim olduğunu sanmiyorum da o yüzden sordum; örneğin Oğuz Atay gibi "Henüz ölmedim." diyerek evimin mütevazi banyosunda -ki en beklenilesi şeydir bir banyodan tevazu- son nefesimi veriyorken kapıda bana bu defa hakiki ve uzun ömürlü umutlar, mutluluklar ve vesaireler bırakmak için gelmiş motokuryeyi -zira bir motora sığacak denli küçük olacak muhtemelen getirdiği şeyler tüm ihtiyacıma rağmen- bekletmek ve ona "Evde yoktunuz." dedirtmek istemem.
"Kalbimin sesi mi? Onun sesini duyan var mı ki ne zamandır."
Burdaydım çünkü ben, hep, kendimden bile önce; buradalığımı bilmeyișinizin temeli umurunuzda olmayışım da olsa ben yine de bunu burada tek oluşumla bağdaștıracağım, çünkü yalnızca benim biliyor olduğum bir şey ben var dersen var, yok dersem yoktur bilirsiniz. Belki de Alptuğ Dağ yoktur desem gerçek olur, şu dünyada bir benim bildiğim öylesine utanç verici derecede aşikar ki çünkü beni... Yok olmak bu kadar kolay ve istek vericiyken hiç olmamış sayılmanın da aynı ölçüde acı vermesine siz hayat dersiniz ben ölüm, farkımız burada başlıyor işte, bir buzulun ortasındaki dev yarık; ve beni o yarığa gömün - zira buzdan önce ben eriyeceğim yalanlığınıza kahırdan, söz, erkek sözü- ve öldüğümde bu alttaki şarkıyı insanlara, sanki beni hakikatle önemsediğine kendini dahi hızla, ben toprağa girmeden inandırmaya çabalayan o insanların suratlarına tükürün, dileğim budur. Böylece kimse kalkışmaz belki bir daha, evvelinde yüzüne bakmadığı insanın dostluğunu sahiplenmeye o başarılı olunca.
...Bilirsin, bu his şeyde de vardır, arkadaşlarla güzel bir gün geçirip dağılınca, pazar günü hava kararırken falan; bir daha olmayacak sanki bilirsin, olsa bile öyle olmayacak, sense bunu her düşündüğünde senden an be an uzaklaşmakta olan o yaşantının altında ezileceksin...
Anı yașayamayız biz, anın biticiliği an boyu yakar gözlerimizi adeta bir şampuan gibi, noktası virgülü hüzün biri böyle olunur işte. En kötüsü de yanılmamaktır, peki ya bu güne kadar kötü hiçbir hissinde yanılmamıș olmanın acizliğini bilir misin okuyucu? Bilme, kıyamam.
Lalettayin akar bir süre sonra göz yaşların, her şey o kadar kötü gidiyordur ki bazen, sen yalnızca olduğun yerde dümdüz ağlayadurursun ve türlü acılar gelip kendiliğinden alır adeta payına düşeni. Yönü yoktur hüznün. Ağladıktan sonraki uyku vardır bir de, uyandığında pamuk gibi hafifsindir, sanki normalden de daha az kötü şey olmuş gibi, bir an unutursun çünkü dün geceyi; yazık ki bugün dünden zordur daima, olan olmuştur ve yeni günü taşıman gerekir çünkü, yataktan kalkman ve hiçbir şey olmamıșlığını kuşanıp kanının son damlasına dek rol kesmen icap eder. Birileri gözünün içine bakar da ondan, gerçeği açık ettiğin an gasp etmiş de olursun seni seven herkesin mutluluğunu yarıda. Nasılsın sorusuna verebildiğin en "iyi" cevabı vermen gerekir en çok da sevdiklerin için. Kimilerinin realizmine çöp batıran bu şeyin adı merhamettir.
Bilhassa kabullenmiş kimseler yalnız tüketme derdindedir kederlerini, tabaklarında aniden canlanan boğayı tek başlarına, olabildiğince sessiz ve de yavaşça boğmak ve bu sırada gözlerine bakmak isterler... En fazla bir ölü kadar ișlevseldir aslında herkes mevzubahis kendi derdi olunca, gururuna gem vurabilen yarım ağız yardım ister; herkes de görür onun kaldıramadığını, koluna girmek için hazırda beklerler ama paşam imkan tanır mı, def eder hepsini. Ne nankörlük ne kötülükten be abi, bataklıktaki adam birinin elini tutup çıkmak için her çırpındığında o kişiyi de yanına çeker istemsiz. Kendini fedaya çalışır insan, canlı bomba misalu, başkalarına tehdit olma ihtimalinden çok ama çok fazla uzak olmak için kaçarlar insanlardan, kendilerinde insanlara dair hiçbir hak bulamazken. Sonunu düşünen de, kendini zahiyattan saymayan da kahramandır. "Benden uzak durman gerek kendi iyiliğin için, o yüzden asla yaklaşmana izin veremem ve öte yandan sana karşı bir tehdit etmemem için bana yaklaşman tek çarem." cümlesindeki gibi komplike hezeyanlar icra eder lalettayin gözyaşlarını. Duygusal kamikazelerin en büyük handikapı minimum epeyce üzmesidir karşı tarafı, canının yanmasına mani de olsa, onun için en iyisi bu da olsa. Mesela seni seven bir kalp hastasına ona kalbini verme teklifi yaparsan ne kadar büyüleyici bir fedakarlık olursa olsun onun canını en çok bu acıtacaktır. Başkaları için yaşayan herkes buna hazır olmalı, her halükarda hüzün saçmaya. Meğer sevilmemek daha mı güzelmiș diye geçiriyor insan ister istemez içinden, hele acı bu denli bulaşıcıyken.
Gümlerin birbirine sadakatle bağlılığı şuraya dursun, kabuğundan acıyor kalbim ince ince, sıvı olsam içinde bulunduğum hayatın şeklini alabilir miydim diye düşünüyorum bazen; koymazdı çünkü o zaman, bütün uyumsuzluğumla güneşten ayrı yöne dönen bir ayçiçeği gibi, en çok da adı ay olduğundan. Bir Azer Bülbül şarkısına delice itimat etmek üzere toplanıyor tüm algım: Üzülmedim Ki
Ben de üzülmedim aslında inanın ki, yani üzülmedim dediysem kastettiğim halihazırda açık olan bir kapının bir daha açılamaması gibi bir şey. Ben üzülmedim, beni üzenler -ki ben üzülmedim bak ısrarla söylüyorum- de üzülmediler, kimse üzülmedi, herkes çok mutlu. Bunun adı Azer Bülbül etkisi.
Üzülen adam gider birilerini falan döver, bir şeyler kırar döker hadi, en olmadı ağlar; ben bunların hiçbirini yapmadım, en azından siz görmediniz, bense unutacağım, evet eminim kesin unutacağım ve yapmamış olacağım işte. Üzülsem yazı mı yazardım, aylardır dönüp bakmadığım metruk bloga günde ikişer üçer hem de. Bir Azer Bülbül şarkısında bile yok üzülmek, ben nasıl üzüleyim. Hayır üzülmedim, hayır geçmişe boğulmadı yine aklım, hayır tüm bunları düşünürken insanlardan soğumadım yine, hayır yine ömrümün kalın yarısında olduğu gibi müzik-kitap ikilisinden ibaret olmaya karar vermedim, hayır canım yanmıyor, hayır yorgun değilim, hayır bütün ümit ve isteklerimi bırakmış değilim, hayır pes etmedim, hayır kendimi kandırmıyorum.
Keşke kandırabilseydim ama, ana-babası öldüğünde çok uzağa gittiği söylenen çocuklar gibi bekleyebilseydim; sanki tüm bunlar olmamış da, tüm o insanlar tüm o şeyleri yapmamış da uzakta oturuyorlarmış ve telefon numaralarını değiştirmişler de o yüzden görüşmüyormuşuz gibi, ortada ne bir tuhaflık, ne acı, ne bir şey. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk üç ay bunu çok düşünmüştüm, bir tanesi çıkacak ve "ŞAKAAA!" diyecek, "Biz seni hiç bırakır mıyız kardeşiz biz." diyecek, yetmeyip "Sen nasıl buna inanabildin!" diye gönül koyacaklar... Ciddi ciddi bekledim, şakayı beklerken kaka oldum. Seneler önce olmuştu böyle en son, kanaryam ölmüş ben uyurken, annemler balkondayken kafesten kaçtığına inandırdı beni, bense yaklaşık iki yıl boyunca evin karşısındaki birkaç ağaçlık alandan gelen -ki orda ağaç kalmadı düşünün- gelen ve onunkine benzeyen bir kuş sesini o sanarak, onunla komşu bir şekilde yaşamayı kabullenmişçesine mutlu mutlu duruyordum.
Gerçeği öğrendiğimde acıttı tabi, adettendir; durdum ama yine, aynı şimdiki gibi, çünkü durmak zorundaydım, yapacak hiçbir şeyim yoktu, daha doğrusu aklımdan geçenlerin herhangi birini yapsam bile içimdeki hiçbir şey değişmeyecekti, tıpkı şimdi gibi.
Gelecek bana ne getirirse getirsin -ki hepsine şükürler olsun ayrı mesele- geçmişteki o pası silemeyecek; apartmanı yıkıp villa da yapsalar, toprağın altındaki mezar hep orda kalacak.
Bir Azer Bülbül şarkısı gibi içime tükürecek hayat yine böyle, ben bu filmi çok izledim be.
İşten çıkmıştı o gün Asım, aklına gelir miydi delik deşik ve su dolmuş çamurlu asfalta vuran adi trafik lambası ışıklarının kırmızısında geçmişinin durduğu. Arkasına dönmeye kalmadan hissetmişti yedi santimlik sivri metali içinde. Fark etmez dedi içinden, bu da iyi. Son otuz yıldır her dükkanı kapattığında bu günü bekliyordu zaten... Hayır, biricik dostunun, kardeşi yerine koyduğu, onun için canını seve seve vereceği insanın kendisini sebepsiz yere bıçaklamasını değil, ölmeyi bekliyordu Asım direkt, korkutucu bir hoşnutlukla hem de.
Haksız da sayılmazdı, dününe bakıyordu kara, yarınına bakıyordu bırak iyi ihtimali, "Şu imkansız şey olursa her şey düzelir." diyebileceği bir şey bile yoktu; hiçbir şey düzelmeyecekti, dinginleşmeyecekti Asım'ın kan rengi suları bir daha, çocuklukta kalmıştı tek derdin aşk ve saçını boyatmaktan ibaret olduğu güzide günler. Bunu da biliyordu Asım, her şeyi biliyordu zaten, bu günün geleceğini de biliyordu, hele son birkaç yılda arkadaşının gözlerine yanıbaşındayken bile özlemle her bakışında gün gibi görüyordu işte onda artık sevgi hatta yazık ki insanlık emaresi dahi olmadığını. Görüyordu ama görmezden geliyordu çünkü kaldıramayacağını da biliyordu, tıpkı o gün eğer o bıçak darbesiyle ölmezse, hayatta kalacağı her günün birbirinden daha acı olacağını bildiği gibi.
İnsanların kerizlik adlettiğini yaşamaktan gocunmayan çünkü bunu "Bir insanın gerçekten bir diğerini bu denli sevebilecek oluşunu bizzat kendimde kanıtlayınca çok mutlu oluyorum." gibisinden bir fikirle amaç belleyen biriydi. Asım'lar ölmezdi aslında bakarsan; zaten ölü oldukları için belki de, öyle değilse bile değer vermek kelimesine karşılık geldiklerinden.
İntihar edip boşuna günaha girmeye değmeyeceğini düşünen ama hayatın bundan sonra da bir sürpriz yaratmayacağına itimadı tam olan her insan gibi; ileriye saramadığı için, günü gelene kadar bekledi, nefes aldı ve verdi, nefes almayı bile unutmak istedi, iyi şeyleri bile unutmayı istedi, iyi olan her arkadaşını mesela; öyle bir adamdı çünkü, birilerinden ne denli iyilik görse diğerlerinin kötülüğü öyle canını acıtırdı sessiz sedasız. Bağırmayı bilmezdi ki acıdan, hep sessiz ağlardı, hep izbede, arkada, karanlıkta, kuş uçmaz kervan geçmezde... Hep kendine benzer yerlerde yaşadı, bu benzerliğin bedeli yalnızlıktı, korkarım seve seve üstelik.
Dükkanı, bir diğer deyişle gözlerini son defa kaparken... O kadar olur yani.
Kızılca kıyamet mi beklersin gölgemde mahsun, bense hiç bu kadar indirgediğimi hatırlamıyorum hayattan beklentilerimi. İstediği bir şey alınmadığı için küsen ve artık o şeye nefret besleyen çocuklar ne kadar da tanıdık şimdi, onlardan büyük farkım ise benimkinin ihtiyaç olması, korkarım hayati.
Kronik hüznüm çırpınmamı engelliyor, bu kadar yorulmuş olduğumu ben bile bilmiyordum iyi mi? Buraya kadarmış, neyse ki biliriz bize kızanlar direnemediğimize değil bulunduğumuz duruma kızıyor esasen. Her şeyi denedik, toparlayacak gibi olduk beceremedik işte. Adalardaki yere yığılan faytonların bırakmıșlığı var üstümde en çok da gelecek zamanları. Öyle ki duvara assan yakamdan ve on yıl orda tutsan tek karşılığım minnet olur, sırtımı dayayabilecek bir şey bulduğum için...
Oturmak istiyorum yalnızca, zihnen oturmak ve kalkmamak, daha ziyade bunun için bir sebebi bile olmamak. Simüle ettiğim mutluluklar dahi bol geldi söyle bakınca her daim kaybolmaya müsait hatta dünden razı.
Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz...
Bitti. Etobur kaderimin beni bu kadar lezzetli bulduğunu bilsen daha farklı olurdu belki, bir ölünün öksürük krizi geçirmesi kadar.
Bu defa darağacımın gölgesinden yazıyorum sana sevgilim,
Henüz tanışmadığım ve muhtemelen de tanışmayacağım.
"Sana anlatamıyorum; bütün bu köşeler, bu karanlık, bu ıslak, bu gürültü." Dinmiyor da sana anlatamamanın acizliği, varlığına dair tek bir kanıtım olmaksızın yazdığım bu satırlar dahi soğutmuyor artık hücrelerimi. Senin suçun yok oysa, benim beceremeyen, seni beklerken hayatını gitgide kaybeden. Üzgünüm, kırgınım, sebep çok, her zaman öyleydi, sen de biliyorsun bunu...
Asıl mesele sen değilsin bebeğim, sadece ben öyle bir noktadayım ki... Şu dünyadaki herhangi bir insan istediği kadar çaba sarf etsin, hatta hepsi birden; ne en ufak anlayabilirler beni, ne faydaları olur. Beyza'ya falan da anlatmaya çalışıyorum, beni kırmamak için tamam falan diyor ama idrak edemiyor... Sen bile gelsen fayda edemezsin bana ne yazık ki farkındayım, zira şarkıda dediği gibi: "Öyle bir yerdeyim ki..."
Boşa harcamayın ne gücünüzü, ne umudunuzu, ne de sevginizi. Çok uzun süredir yalnızca bataklığım ben, dahası değil, olmayacağım da; öyle deli dolu durduğuma ne bakıyorsun sen, olduğu yerde durunca iki ayağı aynı anda ağrıyan birinin acıyı yarılamak maksadıyla koşmasından farksız benim bu göstermelik olduğunu seve seve kabul ettiğim mutluluk.
Bir mahallenin temiz olması gibi gerekli çünkü mutlu görünmek, mutlu olmanın zerre önemi yok, etrafının enerjisini, sevincini, mutluluğunu emmemek için susmak bir borç.
Okey yalnız değilim kabul, toplumun içinde hayli de belirgin bir yerim var üstelik; ama bu yonca tarlasının içinde tek beş yapraklı yonca benim anlıyor musun, o beşinci yaprak benim canımı nasıl yakıyor biliyor musun? Bilemezsin, bilme, git mutlu ol. Beşinci yaprak derken neyi kastettiğimin bile önemi yok, ne koysan sırıtmaz emin ol. Şu gün seni tanıma ihtimali, seninle mutlu olmaktan çok seni de perişan edeceğimi anımsatıyor bana.
İyisi mi gelme aşkım,
Gelme yanacaksın
Gelme ölümün hüznümden olacak
Gelme n'olur, hiç bilmediğin gibi solup gideceksin
Yalvarırım gelme, başkalarının bende açtığı boşlukları doldurayım derken sen biteceksin
Ölümü gör gelme, bir ben kaybedecekken zahiyatımızı arttırmaktan başka işe yaramayacaksın.
Eğer gelirsen bana yetemediğini düşüneceksin sevginin ilk başta,
Gelirsen hayatının hatası olacağım sonra ama acıdığın yahut gururundan bırakamayacaksın belki de,
Geldiğinde benimle hatta korkarım benden hızlı tükeneceksin ve ben bunu seyredemem
Sen buna fazlasıyla razı hatta bundan hoşnut dahi olsan, hayatında bir yara izi gibi kalmak ihtimali her gece titretiyor beni. Buraların tek delisi ben olmalıyım sen değil, kendini ateşe atmak da neymiş benim gibi birini severek. Neyim mi varmış benim? Kötü değilim ama kötü durumdayım, yetmez mi? Korkarım yetecek, fazla bile gelecek. Gün olacak taşıyamayacaksın muhtemelen beni, sevginden ağır basacak benim mutsuzluğumun ilk günlerde seve seve evlat edindiğin tohumları, zamanla batacaklar, korkarım bana olanlardan daha derine.
Biliyor musun bugün doktora gittim, yok yok önemli bir şey değil endişe etme, kafa derime yaklaşık elli iğne sapladı sadece. Acımadı be, korkma, hatta kadın da nasıl acımadığına şaşırdı.
Diyemedim tabii ben kadına:
Ölmüş kız kardeşimin yerine koyduğum insanlar beni satmış, senin iğnen mi acıtacak?
Sevdiğim kadınlar beni kandırmış, senin iğnen mi acıtacak?
Bacağımda bilmem kaç santimlik bir metal, senin iğnen mi acıtacak?
Onca yılı bir başıma geçirmişim, bugün destekçimmiş gibi duran kimse dönüp bakmamış senin iğnen mi acıtacak?
İnsanların bana dair tek hevesi hayatlarında asla beceremeyeceklerini kendilerinin de bal gibi bildiği şeyleri bana yaptırmakmış, senin iğnen mi acıtacak?
Var olmayan bir kadını bekliyor ve onunla olacak kızımız için yaşıyorum, senin iğnen mi acıtacak?
Gelme diyorum ama sana, benim için, kendin için, hatta kızımız için. N'olur gelme, burası çıkmaz sokak. Bırak içimdeki bu ateş daha fazla insanı yakmadan, ağır ağır, kendi kendine sönsün; inan bana, ben külken de ben olacağım.
Zamanımı boğuyor gece
Bir mil gibi kıskacından
Titreterek akıp giden o
Son dünden de önce ve
Saklamadan ölümünde
Ezgisine sardığı iklimin
Folloș ihtimal ve yazık ki
En aşağı dededen kalma
Tıraş bıçağı denli kör ve
Manasızlığını sakınmaksızın
Asla da tam etmeyeceğinin
Bilincinde lakin asil umutların
Neresine dönse yüzüm
Kayboluyor döngüsü bütün
One Man Show'ların.
En son birine güvendiğimde
En son biriyle en ufak yakın
Ve gariptir iç içe hissettiğimde
Korkarım dündü ve bilirsin
Dünler dahi uzak ölümden
Bir iş yükü olarak iletişim
Bir külfet makamında tanışma
Bir eziyet suretinde dost olma
Bir yok oluş biçiminde aşk
Kazıklı Voyvoda'dan kalma
Sübliminal bir ilmihal gibi
Kanın doğası ve nefret ki sevgi
En esaslı külleriyle arınıp
İnancına karışır legal yoldan
Her şeyi başlatıp bitiren kan
İçreyken vücuduna nasıl
Gerekli ihtimamı duyabilirsin
Yaşam ve insanlara
Belki de çöldeki kurdun
Kafa karışıklığından ibaret
Beyhude ve pejmüde
En çok da asılsız bir çaba
Bir grubun, topluluğun
İdeolojinin hatta aşkın
Parçası olduğuna kendini
İnandırmak uğruna kılıktan
Kılığa girdiğinde ortada
Samimi bir şey kaldıysa
Şanslısın ölmek için
Güzel bir gün
Yeterince.
Yalnızlığı mutat edinmiş kalabalıkların en birbirleriyleyken bile imtina ile sakladıkları o pürüzsüz hüznün avcısıdır bu defa belki zaman. Kıblesi unutulmak olmuş zihinlerin dalga dalga boğuştuğu geçmişten güçlüdür umarım geleceğin sahi ve dev avuntusu. Üstüne yağmur gibi yağan fakat mermi misali de sert kötü ihtimallere karşılık sağlam bir umut bekliyor doğrusu insan şemsiye niyetine, nereye girerse girsin açılması tehlike teşkil etmeyecek cinsten.
Bakarsın güzellik denen olgu yalnızca anıların ve sanatın arasında mekik dokumaktansa nihayet inisiyatif alıp senin benim șimdimizde vücut bulur en cesur haliyle.
Meşru ve daha önemlisi kalıcısına hasretiz biz iyinin, elbet hatırlanır yoksa bir çocuğun gülüşünde, bir çocuğu hüzünlü kılan yegane şeyse bil ki gülüşü biter bitmez anılașmasıdır. En kötüsü de nedir biliyor musun? Birileri pişkin pişkin tarihin tekerrürden ibaretliğini savunurken senin aklına belki ilk ve son defa birlikte mutlu olduğun insanlar gelir.
Bal gibi bilir herkes tekrarının olmayacağını, "Bunu sık sık yapalım." denen hiçbir şey yapılmaz, "Arayı açmayalım." denir ama hep açılır, "Bize de bekleriz." denir ama kimse gelmez
Bunu mutat edinecek gücüm yok benim işte, sonsuzu bu dünyada aramak küstah ve aptalca dahi olsa.
Ölmeden önce bir not: Mutluluktan ağlanmaz, mutluluğun doruk anında bile aklın merkezinde bekleyen biticiliğidir ağlanan, hep.
Çok da zor olmadı,
Sağlıklı kalbe masajdan farksızdı
Başıboş ve asla illümine olmayan
Nitekim oldum olası dürüst
Bir eylemdi tıpkı mevsimler gibi
Titremedi ellerim bir daha hiç
Özletmedi avluları o serinlkk
Yapmamak imkansızdı zati
Soğuk hava kokusu gibi
Mağrur ve bilindik
Bir o kadar da hür
Dikenli benziyle gövdesini
Çarmıh gibi kışkırtarak
Avcunda sevgiler söndüren
Bilahare uyku getiren
O en alçak bizin
Kararıșına şahit olmadan
Ömür diyebilmek yaşanana
Biz denen şey aslında dardı
Dapdardı ki yalnızca küçük
Ve de en önemlisi affı kesin denli
Kötülük bile denemeyecek halimizin
Maslahatçasına muhafazasından harici
Üstlenmesi hayli zordu.
Biz bize yeterdiysek bile
Biz kendine yetmezdi
Öldürdüm çünkü
Ontolojik çilemizi mitozla bölüyor
Lakin rahatlatmanın aksine
Yayıyordu sakallı bir vebacasına topluma. Nerede bir biz kök salsa, Başkaları denen bir şey de peydah oluyordu,
Belki de sırf başka olmamak adına biryerlerde
Biz'ler kimselere karışırken sessiz
Süreci olabildiğince hızlandıran
Cellat fakat kendini nüfus artışını
Ve dolayısıyla kaosu önlediği gibi gerekçelerle
Kaliteli bir hizmetkar adlandıran
Sen, ben gibi bireyler hüküm sürüyordu.
Sarsarak öldürdüm, susatmıștı.
Bireyleri öldürmem için bizin
Boğazından içeri kuru bir mermi gibi
Fakat gün doğumu kadar ağır ve de mutlak
Girip metodolojisini bizzat kendim,
Fark edenler için ürpertisi asla eksilmeyen
Bir çift kara gözümle gişe filmi kadar umarsız
Seyretmem ve susmam gerektiğini bilerek.
Ötekinin olmaması için bizin kıyameti gerekti
O ıslak ve utangaç kimi duygulardan
Ziyadesiyle arınıp vaftiz yahut zemzem
Suyuyla arsızlığını dindirerek.
Herkesleșmeksizin ama herkesin de bir
Bütün olamayacağını yadsımaksızın
Şebekeden damlayan kanla iş birliği yapıp
Uzatmadan bitkisel hayat ve felsefi konjonktüre
Boğmadan, bilhassa inanın ki öperek.
Çok sessiz öldürdüm.
Sen gitti, biz de gidiyor şimdi,
O diye biri yok, onlar diye biri hiç yok sayemde
Hepimiz'i kurtarmak zorundaydım
En çok da ben için.
Senden bir ben çıkmasına elverișliyse de iklim
Önümüz kış, bize daha ölüm var.
Burnunun içinden gelen bir koku gibi inkara imkan bırakmayan hali kanıma dokunuyor hayatın, dehlizlerinde biriktiğimin küflü külfeti diye sövesim geliyor sonra. Yok lan hayata değil, inanması güç de olsa hayatı seviyorum; kişilerle bir bağışıklık sorunu yaşıyorum, hepsi bu.
İnsansız bir hayatın tıpkı dumansız hava sahası gibi kaderimi bir nebze olsun steril tutacağına itimadım tam da olsa, bilincim kırmızıda dilenen çingenenin cama vurușundaki giderek artan ısrar misali set çekiyor önüme... Ekinoks bir nevi, tamiri adına irili ufaklı ve de en önemlisi kaçınılmaz yıpranmanın; ölüm kaçınılmazlığı değil ama bu, daha ziyade nefesini tutmayı gereksiz kılan oksijen ihtiyacı gibi. İçten içe hissediyorum sanki, hayatımın en olağan ilerleyișince dahi kimi önemlerim birer naașmıș ve dibi bataklık olan kirli mi kirli bir göl suyuna olabilecek en sessiz ve ağır şekilde batıyor. Umarım bu kadar ürkütücü lanse edilmesi gereken bir şey değildir bu değişim dedikleri ki, ben de hayata haksızlık etmiş olurum bu defa, "neredeyse" ödeșiriz bu sayede.
Bir şeyi çok komik bulan insanın, gülmeyi o şeyin aksi yöne dönerek sürdürmesi ironikliğinin aslında nasıl da evrensel olduğuna takıldı ister istemez aklım. Yoksa bu mutluluk dediğimiz şeyin sözgelimi görünümü dahi çıplak gözle seyredilen tutulma gibi kalıcı izler mi bırakıyor içimizde, bakamadığımız her şeyin -özellikle güzel bulduklarımızın- ortasında bir yangın mı durur dersiniz yalnız bedenimizin hissettiği ve bu bakımdan somutun dik alası olması icap ederken garip bir biçimde soyut olan bir şekilde, bizimle içre olmaya dünden razı da olsa bizim onu kaldıracak denli güçlü olmadığımızı adımızcasına kabullendiğimiz?
Bizzat cüziyetleri mi acaba tatlı ve güzel kılan her iyi anıyı, ekonomi dersinde canım hocam Özcan Yağcı'dan öğrendiğim "Azalan Marjinal Fayda Yasası" da bunu doğrular nitelikte üstelik. Dünyaya bakıyorsun çevre temizliği, hayvan türleri, temiz hava ve en çok da masumiyet azalıyor, yazık ki bir daha da artmayacak... Ben de azalıyorum aslında bakarsanız, bırak o eski azameti, şu boktan blogdan gayrı nem kaldı; ha bak yanlış anlaşılmasın, şikayetim giderek solmak değil, diğer her şeyin aksine ben azaldıkça - birilerinin hayatından çıktıkça mesela- değerimin artmaması.
Bunun yeri burası değil belki ama anlatmam lazım: Geçenlerde düşündüm ölsem cenazeme kim gelir diye, akrabalar harici kimse gelmezdi tabii. Ama aslında gelmeyeceklerinden değil, o kadar da olmadım henüz; bilmeyeceklerinden gelmeyecekler, ben söyleyemedikten sonra öldüğümü nereden bilsinler? (işte trajikomik budur) En samimi dostlarım dahi -şayet geçersem şu ya da bu şekilde akıllarından- kuru ve muhtemelen hele ölüm söz konusu olduğunda hayli kısa sayılabilecek bir merakla sınırlı kalacaklar en fazla, hatta eminim bazıları bununla yetinmeksizin ölmem ihtimalini aklına dahi getirmeyecek ve uzun zamandır onlarla iletişim kurmadığım için kendi kendilerine alınıp küsecek, hatta ve hatta beni bir yerlerden engelleyecekler bile eminim. Cidden bana bir şey olsa kim nereden bilecek? Böylesine cüzi ve silik bir hayat yaşamak böyle düşününce acıtsa da bir yandan tıpkı bir Bülent Ortaçgil yahut Vedat Sakman şarkısı gibi duru ve dingin.
İki önceki paragrafla çatışması muhtemel biçimde kabullendim bile esasen cüziyetimin verdiği konforun yanında ölümcül de olduğunu, ısınmaktan yanmaya geçmeden ne kadar zamanım olduğunu bilmiyorum lakin çabucak şöyle ya da böyle insanlılașmam gerektiği hissi hakim içimde, geç olmadan.
Eğitiyorum kendimi aslında, çok daha hoşgörülüyüm ve olamadığım yerlerde de suskunluğumu koruyorum en azından artık, hatta anlaşamayacağım en aşikar olan insana dahi bir adım atıyorum artık, sırf atmış olmak için bile olsa.
Ben elimden geleni yaptım diyorum, ben denedim, ben iyi bir adam oldum; zira böyle olunca tersi şekilde davranmak gerekse bile vicdanınız rahat olduğundan, öfke kusmak iki kat daha randımanlı oluyor doğrusu.
Emine Bulut'a ve kızına, gaspçıların öldürdüğü delikanlıya, Diyarbakır'da evlatlarını örgütten kurtarmaya çırpınan ailelere, Kaz dağları ve diğer talan edilen her türlü güzelliğe, naașı bir araba bagajında taşınmaya mecbur bırakılmış Eymen'e, geçtiğimiz senelerde ölüsü karaya vuran mülteci çocuğa, homofobik suçlara, Gezi'de ölen insanlara, kaçırılıp cesedi oraya buraya bırakılan çocuklara, Çorlu'daki tren faciasında ölen insanlara, Özgecan Aslan'a, Șule Çet'e, zehirlenen sokak hayvanlarına, canı çıkana kadar hunharca kullanılan atlara, sabahın dokuzunda alkollü ticari araç sürücüsünün kırmızıda büyük bir hızla geçerek çarptığı görme engelli kızcağıza, çeşitli kurumlarda istismara uğrayan çocuklara, atanamayanlara, depremzedelere, sigortasız ișçilere, 15 Temmuz șehitlerine, öksüz ve yetimlere, bir kış günü oğlunun naașını çuvalla taşımak zorunda bırakılan adama, Ah Bir Ataș Ver türküsünün hikayesine, zorla dilendirilen insanlara, Soma'da ve diğer maden ocaklarında ölen madencilere, Münevver Karabulut'a, Sinan Çetin'in oğlunun çarptığı polis memuruna, hayat kadınlarına, borç parayla aldığı benzinle intihar eden işsize, tüm hastalara... Çok üzülüyorum, hepsine ve artık anarken başkaları adına utanıp űzüldüğüm için yazamadığımd aha fazlasına birden ve hiçbirini ayırt etmeden, bazı itlerin aksine bazı acıları birbirine karşı tutup yalnızca birine olmaksızın, çok ama çok üzülüyorum.
Kendi içimde de çok üzülüyorum bir şeylere, canımı uğrunda şüphesiz verebileceğim onca dostumun zerre umrunda olmamıșlığıma, bazen hastalığıma, bazen ölmüş kardeşlerime, sevdiğim kadınlardan bile hep bıçak kesikleri yediğime, ekmek bölüștüğüm insanın beni yok saymasına ama en çok da hiç suçum olmamasına. Kimsenin benim de haklı olabileceğim gibi sıradan bir ihtimali düşünmeye cesaret edemeyișine, onlardan başka bir şey düşünmediğim insanlar için hiçbir şey yapmadığımın rahatlıkla düșünülebilmișliğine... Nadir de olsa, bu günleri gördüğüme.
Yanisi mevzu üzülmek olsun, biter mi?
Mevzu üzülmek olsun, biz ne güne duruyoruz.
Mutlu ol pozitif ol falan diyorsunuz.
Her gün hepsini birden düşünüp üzülüyorum, görmüyorsunuz.
Esasında bu yazıyı da kendini bilmezin biri ben göstermediğimden beni duyarsız, duygusuz, vatansever olmayan ve sadece bireysel konuları umursayan biri gibi yaftalarsa benzeri saçma ama çağımızda yazık ki mantıklı da olabilecek çekinceler üzerine yazıyorum...
Kör olmuş, üzülüyorum demeden bilmiyorsunuz
Nelere üzülüyorum daha da, bilmeyi hak ediyor musunuz? Buna bile pirim dersiniz şimdi, Allah belanızı versin.
İnkarı gibi kendini devekușunun, kusurlarından ötürü masum ilan edilen insanların eritilmiş rafine kaderleri altında ezilenin daima diğeri olması sizi de germiyor mu? Yanisi yalıtımın sunduğu neredeyse tanrısal hislerin bir bedel olarak insanı bedeniyle dahi yalnızca bir ruh kılması gerçekten adil mi hayata karşı? Peki ya șçekimserliğin sorumluluktan kaçmak adline binaen bir fikrin merhemliği duyulmuş mu matem ikliminin pejmürde ve kesinlikle birbirinden bağımsız normları karşısında. Coğrafya kader olmasaydı...
Eprimiș ihtimallerin akıbetinden habersiz, ilk günkü zindeliklerini meta edinmiș ve bunu utanmadan hayallerine dizgeleștirmiș, bu sayedeyse eminim farkında olmaksızın kendi olumlarının önünü kesmiş modern insana külfet gelmemesi elde mi meçhule değin en ufak çabanın? Ölümü unutturmaya yetmesi misal çelik yelek yahut yar sesinin; motivasyonu zıt, baskınlığı eşdeğer ancak diyalektik bakımdan muhtemelen sıfırlayıcı, aynı dünyada olup başka dünyalara ait bu iki kavram gibi alışmak ve tümüce bağışlanma dilenmek insanlıktan sebepsiz ve de en önemlisi öyle olmasına rağmen bile işe yaramayacağını tıpkı ekmek gibi, şu gibi, öğle uykusu gibi bilerek.
Kırıklarını aldırmış bir fay hattı titizliğine ek olarak kuyudan çıkan Yusuf karmaşıklığıyla hayata yaklaşırken adını unutmak yavaştan kimselerin, daha kötüsüyse yalnız adını hatırlamak bazı şeylerin eski yeni. Mihrabı yerinde duygular kalmış sade belki, rüzgar esse uçmaya yeltenmeyecek kadar onurludur gözyaşı.
Zamanı parmaklarının arasından kurtarır gibi her gün yaşadığımız hayat ölümün, uykuyla karışık aptal bir deneyimden ne denli ayırt edilebilir hangimiz için; bu noktada çöp hissetmek başlar kendini ve her çöp geçmişini kokar.
Karlı bir hududum var
Baş ardı duman huylar
Duru kalbim kör ağırlar
Şu vakti sevdirem artık
Birine bana benzeme dediğimde kendimi kötü biri olarak gördüğümü sanması ilginç geliyor, halbuki ben içinde bulunduğum durumu kastediyorumdur muhtemelen. Sen de benzeme bana okuyucu, benim gibi yaralı halinle cesur bir tavır takınıp da yaranı sergilememelisin -burada olduğu üzere- belkide; zira korkmaman, korkmadığının başına gelmesine engel değil yazık ki.
İçten birilerinin eksikliği her birinizde nasıl açlık kadar keskin bir ihtiyaç halini aldı diye hayret ederken, öte yandan nefes alan herhangi bir şeyle herhangi bir ilişki kurmaktan acılı fakat bilhassa tutkulu da bir şekilde şiddetle kaçınmamın nesi mantıksız ki? Asosyallik bir kabuktu; kırmaya çalıştığım kabuğun beni koruduğunu ben bininci defa anarken, başkaları hala farkına bile varmadı. Bir önceki yazıya binaen: Güvende olmak mutlu olmaktan mühimdir mi demeli, zira güvenli mutsuzluğumuzun yara almış ve acılı halimize ağır basacağı aşikar da.
Arayan bulur belki cidden mevlasını, buna hala çokça inanıyorum nasılsa; beni asıl sıkıntıya sokan, sonunda mevlayı bulacak olmamıza karşın ona varana kadar bulduğumuz belalar. Peki ya bu belaların vahameti, mevlayı bulmaktan caydıracak kadar fazlaysa? Suçlu mudur cayan, birine dayanamadı diye kızabilir misiniz? Siz bu soruyla oyalanırken ben de yaşamak için bahane bulmaya devam edeyim, hadi selametle...