Anlamak için gereken şey haddinden küçük olabiliyormuş iyi mi? Bilen bilir benim dostluk hakkında fikrimi ama ben ısrarla söyleyeyim tekrardan: Ben birine dost dediğim vakit, bilin ki onun uğruna ölme fikrini düşünüp bundan haz almışımdır; ondan bunu değil, buna yakın bile değil ama bunu en azından andıracak şeyler beklerim doğrusu. Ben hep herkese tam güvendim, şüphenin ya da davranış sorgulamanın zerresini yapmadım; garip gelirdi, şaka görünürdü televizyonda falan görünce arkadaşlıklarını bitirenleri, bitirmezler gibi geliyordu, imkansız geliyordu ama gün de gelip çattı işte, ben yine de tam güvenmeye devam edeceğim... Dostlarımın başına kötü bir durum gelecekse aman ha, bana gelsin, eğer bir gün böyle bir şey olacaksa sormaya bile gerek duymadan benim başıma getirin mümkünse... Kötü bir şeyi başkalarında da görmek elbette ki kötünün kötüsüdür ama mutluluk demeyeyim de, garip bir umut taşıdığı aşikardır; yalnız olmadığımız fikri gibi, ya da bu şeylerin başa gelebildiğini ve normal olduğunu kabullenmek doğrultusunda atılmış sakin bir adım misali.
Dostun bir diğer vazifesi ise düşündürmekmiş sanırım. Çok ciddi düşündüm ve ne yazık ki su götürmeyecek gerçekler baş ucumda çoktan filizlenmiş, anladım. Örneğin çok basit bir düşünce biçimini cevaplayarak afalladım: Eğer senin gerçekten yanında olmuş olsalardı, onların sana ettiği cümleleri hatırlardın... Hatırladım tabii, hatırladım ama boşver gibi, üzülme gibi, ben yanındayım gibi -ki sonradan gittiklerini hesaba katınca bu cümle... Neyse.- ama daha ötesi değil, dişe dokunur bir şey değil... Sonra başka ekstra düşünceler de müdahil oldu tabi bu yaşanmışlık muharebesine: Nasılsın dediğimde anlatmamış, gün gelip beni sadece kendimi düşünmekle suçlamış onca insan, üstelik de ben yalnızca kendi karanlığımda onları boğmamak adına iplemez görünürken, milyar derdimden birini fazlaca açtım diye... Daha önce de sonra da oldu çünkü bu, eğer böyle yapmasaydım sonuç belli: Her konuşma bir teselli havasında geçecekti, onların da içi kararacaktı, bir gün akıllarına bana dair gelebilecek tek şey acı olacaktı... Garip ama onlar için hala öyle, bu neyin acısıysa artık. Neyse, Alptuğ zaten bir sevgili etmezdi, yeni tanışılan biri, yoldan geçen biri etmezdi biliyoruz.
Anladığım şey işte şu: Şöyle bir bakınca aslında, hayatımdan gitme kararı almış çoğu insanla biz dost değilmişiz, sadece çok fazla konuşmuşuz, ama anlatmamışlar, o kadar da anlamaya çalışmamışlar meğer; sadece biz aramızdaki bu şeye dostluk kalıbını layık gördüğümüz için kendi sevgimizden ötürü, olup biteni film kopana dek yadırgamamışız... Ulan baya baya tutarsızlık havada uçuşuyormuş, baya baya samimiyetsizlik... Şimdi desem ki benim onlara mesaj attığım kadar onların kaçı bana mesaj attı, tek bir kişi dahi gıkını çıkarma lüksüne sahip değil, kaldı ki bu aklıma gelen ilk örnek sadece... Yaa işte o Alptuğ Dağ Alptuğ Dağ diye göğsümüzü gerdiğimiz adam, yalnızca en seven, en hevesli, en düşkün tarafmış; öyle ki bir gün her biri farklı konuda da olsa hep bir ağızdan onu suçladıkları vakit, bir bildikleri vardır diyerek kendini suçlamış, yine her zaman olduğu gibi, hepsinden çok.
Eda kuzum her şey için tekrar tekrar teşekkür ederim, sen olmasan bu kadar düşünemezdim -şimdi diyecekler ki aklını çeldi gaza getirdi falan, ama bilmiyorlar ki biz onlardan olmadık, olmadığımız için bu haldeyiz, seve seve- itiraf etmem gerek, ayrıca onlarca kişi bana hak vermiş olsa da sanırım sen hak verince, belki de beni anladığını gerçekten bilip hissettiğim içindir emin değilim ama huzurlu hissettim bu konuda... Dediğin gibi, insanlar değişiyor, ha bana kalsa hala ihtimal vermeyeceğim ama işte, kalmıyor, bırakmıyorlar biliyorsun. Öteki mevzuya gelince, ben az buçuk anlıyorum iki tarafı da ve hem böyle olup hem de elimden bir şey gelmemesi aşikar ve üzücü ama umarım bir şekilde olması gereken olur ve umarım olması gereken ikinizin de mutluluğuyla sonuçlanır... İyi ki sen yanımdasın, bunu bilmek gerçek anlamda güzel.Fazla uzadı bu yazı, Alptuğ Kaçar.☺
Arkasını dönüp yürümeye başladı, kol saatine baktığı falan yoktu ama iki kırk altıyı gösterdiğini bilmemesi gerekmezdi diye düşündü. General Tevfik Sağlam caddesinden aşağı hızlı adımlarla vurdururken paltosunun uçuşması ona ilk defa kendini Superman gibi hissettirmişti, sanki herkes hayatında birkaç defa kendini Superman hissediyormuş gibi düşünüp yüzü asık devam etti, caminin önünden inerken arkasındaki kadının telefon konuşması kulağını tırmalıyoru. Kadın durmadan "Güzel bir şeyler yapalım istiyorum, erken kalksın biraz..." diyordu, belli ki birinin doğumgünü falandı diye düşündü bizimki; kadın sürdürdü, "Annesinin yokluğunu hissetmesin diye şey yaptım ama yine de siz bilirsiniz." İçi titredi bizimkinin, buraları biliyordu ve dönüp kadına yardım etmeyi tüm kalbiyle isterken bunu yapamıyordu çünkü insanları dinlemek hoş bir şey değildi. "Hayat benim önüme hep böyle engeller koyuyor."diye düşündü, gözünden yaş mı aktı yoksa suratına aptal bir güvercin mi işedi kendi de anlamamıştı... Kadın telefonun ucundaki eşi olduğu tahmin edilecek kişiye hamam ve havuz fiyalarını söyleyip, ikide bir "Siz nasıl isterseniz o olsun ben uyarım." gibi şeyler söyleyip ardından, saklayamadığı bir kalp kırıklığı içinde "Özel bir gün olsun istemiştim sadece." gibi cümleler kurmayı sürdürüyordu... Bizimki bunun bir an gerçek olmadığını, Alptuğ Dağ diye birinin alışveriş merkezinin servisinde arka koltuğunda oturan kadının konuşmaları olduğunu düşündü ve güldü, Alptuğ Dağ diye adam mı olurdu. Göbekten yavrukurt sokağa döndü, iki kafe vardı, nargile kokuları, şıklık yarışları, lüks arabalar, aslında bir yandan da sadece bu lüksün içinde kaybolmak için orada bulunuyomuş gibi duran ve bunun sahteliğini de bal gibi bilip, içten içe nedensiz bir acı çekerek devamlı kendine Çayyolu'nu öven ve orada bir yaşam hayali kuran onlarca Etlik insanı... Hepsi kendini bir topluluğa ait hissetmeye şartlanmış, yalnız olmadığını düşünüp bundan mutluluk duymak amaçlı "sosyalleşen" her yaştan insan. Kafelerden birine oturdu, adeti değildi ama bir an yaptı, düşünmeden ve aniden yapılan zararsız hamlelerin hayatına katabileceği rengi düşünüp bir daha güldü, insanlarsa her zamanki gibi onun kendi kendine gülüşünden bir pay çıkarır gibi ona bakıyorlardı, her an bir yerden "Bana mı gülüyorsun bilader?!" türünden bir arıza çıkabilecekmiş gibi; bu ihtimali o da düşündü, böyle bir şey olsa nasıl izah ederim kendimi diye de düşündü ve bir daha güldü; aslında bu bir yandan koruyordu da onu, insanlar neye güldüğünü bilmedikleri bu adamdan -belki de en çok kendileri sefil hayatta gülecek bir nokta sahiplenemediği için bu denli- ürküyordu. Yine yalnızdı yani ve etraftan devinim fışkırıyordu, yan masada birbirine gülen kızlara baktı, bir an için göbeğiyle birlikte güzel kızların dünyasına adım atabilmesini garsonu çağırarak kutladı, aralarında daima naylondan, kalın bir duvarın bulunacağını göz ardı ederek... Dalmıştı, yavşak garson tepesine dikilmişti, yavşak diyordu çünkü o tip bir mekanda her daim olabileceği üzere kadınlara ekstradan yalakalık yapıyor ve boş kalmaya gördüğünde onları süzüyordu, "Valelerinin de garsonlarının da ***" diye mırıldandı ve samimiyetsiz bir şekilde "Efendim!" diyen garsona inleyerek "Balet!" diye bağırdı, "Baletler çok yalnız." Gerilmişti, saçları iki yandan örgülü sarışın kadını tercih ederdi spariş vermek için, bunun alakası olduğu tek tutku kadının yatalak annesine ve iki kardeşine bakıyormuş gibi bir havası olmasıydı, yoksa bile bizimki öyle görmek istemişti. Yavşağı işkillendirmemek adına çay söyledi, çay yetmezdi tabii, yavşak hala orada dikiliyordu; şık bir mekandı burası canım, o kadar şık ve o kadar nezih bir cehennemdi ki. (!) Yavşak, kapitalizmin ona öğrettiği güya "hayat dersi"nin buyurduğunu yaptı ve alttan alta ima etti dilenir gibi: "Yanına bir şey istemediğinize emin misiniz?" Baktı ki bu cevval (!) delikanlının tatmin olmaya ihtiyacı vardı, o halde ona istediğini versindi: "Bir dost alayım!" dedi, çocuksa kendini oraya gelen gösteriş budalası kro müşterilerden biri gibi onu ezikleyen bir tavırla "Kaşarlı var, karışık var..." saymaya başladı. Bizimki işleri kızıştırmaya niyetliydi, başını kaldırdı, garsona yaklaştı, eğilmesini işaret edip muzipçe gülümsedi: "TOST DEMEDİM GERİZEKALI!" Yavşak afallamış ve sinirlenmişti ama ensesi kalın patronunun kapıdaki gölgesi ying-yang gibi dengeliyordu puştluğunu. Bizimki sakin bir tonda, garsona bakmayıp dışarıyı seyrederek sürdürdü... "Dost, dost bak çok önemli bir şeydir, benim dostum yok, ben dostum olmadığı için sizin bu aptal mekanınıza geldim; ne yaptığımı düşünmeden, sadece insanlarla bir mekanda bulunmak adına, karşı kaldırımdan geçecek komşumuzun beni görüp sosyalleştiğime ve normal biri olduğuma kanaat getirip bunu anneme yetiştirmesi ve onunsa biraz olsun rahatlaması umuduyla... Dostsuz çay eksik kalsın, belki eksikliklerinizi tamamlarsınız; oradan bakınca en eksik benim, haksız sayılmazsın, buradaki en yalnız benim... (Fısıltıyla) Yoksa yalnız olduğunu belli etmekten çekinmeyen mi demeliyim?" Masadan kalkıp avucunun içiyle masaya bir 10 kuruş bıraktı ve gülümsedi garsona, çıkarken ise tek düşündüğü şey o sarışının burayı, daha doğrusu buranın o sarışını hak etmediğiydi, ha bir de mekanın kenarda, en arkadaki, garsonların bile görmediği masasına oturmuş Alper Canıgüz okuyan kızı. Toplum bizi kendine muhtaç bırakıp kendinden soyutlayarak neyin cezasını veriyor diye düşünürken o mekandan çoktan çıkmıştı, Etlik sınav lisesinin önünden geçip karşıdaki yokuştan sağa döndü ve diğer yokuşu tırmandı, biraz tırmandıktan sonra durup GATA'nın duvarına yaslandı ve "Alptuğ Dağ diye biri olsaydı..." dedi, o da buraya oturur muydu bir pazar günü, yokuştan geçen bir amca ona "Yorgun musun evlat?" der miydi yoksa kimse yine takmaz mıydı derken uyuyakaldı... Rüyasında toplandıklarını hayal ediyordu kendi gibi birileriyle, örneğin o Canıgüz okuyan kızla, bir yandan da biliyordu ki öyle bir kız hiç olmamıştı, bunun rüya olduğunu da biliyordu ve dedi ki "Peki öyle olsun."
*Aşağıdaki şarkı eşliğinde okumanızı istirham ederim. Didem Madak'ın dediği gibi ben de "Tehlikeli sayılmam artık. Kalbimi kalın bir kitabın arasında kuruttum." Aklıma eskilerden bir şey çalındı, hangi sınıftayken gördüğümü, hangi hocanın girdiğini bilmediğim bir matematik dersinde aklımdan geçen o düşünceyi anımsadım: Örten fonksiyon denince aklımda beliren tek şey şefkat oluyordu, sevinmek demeyeyim de, içim sanki dışarıdan gelip uzun zaman sonra kalorifere dokunmuş gibi bir şey oluyordu; aslında belki bu fikri geçmişte aklımdan geçirmemiştim ama bu gün sanki önceden yaşamış gibi hatırlıyordum: Jamais vu. Öyleyse bile ne önemi vardı ki, öyle hissediyordum işte, matematik bana bunu kattıktan sonra gerisini reddetsem de etmesem de ne değişirdi ve ben böyle bir adam oldum, belki bu katkıyı bir başkası görebilseydi daha mı farklı olurdu diye düşünerek bir arkadaşıma mesaj attım bu gün, sanırım öncekilerden daha uzakta ama daha gerçek bir arkadaşıma. "Bana güzel bir şeylerden bahseder misin?" dedim, "Güzelliğini unutmuş olabileceğimi düşündüğün şeylerden.", bir sanat filminin kırılma noktası tabir edilebilecek bir sahnesini yaşar gibi ama herkesin aksini düşüneceği bir biçimde, öyle düşünmeksizin. Cevap veremedi, ya da vermedi, beklemiyordum da aslında; işte o an, yani tam da bu "aslında" kelimesini yazarken kendimden utandım, insanların verdiği boş umutlar, boşverler, lazım da olsa onca telkin ve teskinden sıkılmış olsam gerek ki onları kederimin cevap veremeyeceği bir noktaya ulaştırmaktan ve bu noktanın varlığını hissetmekten nefret ile bir haz alıyordum sanki de ondan. "Hiç bir şey değişmeyecek." gibi ya da daha kısası ve iç çekilebiliri olan "Nafile" gibi sözcükler yapmak istediğim şey için oluşturulmuş ve yüzeyde kalan şeylerdi... Belki benimkiler yüzeyde kalmıyordu ama daha fenaydı sanki, açık net insanların içini karartıyordum, buysa yalnızca direnmemeleri içindi... Hayatım buydu işte, ben kabullenmiştim bir kere; bu insanlarınsa beni umutlandırmak adına mıdır nedir bilinmez çırpınışları, hatta kendi inanışları, hele bazılarındaki o büyük samimiyet... Çok duygulandırıyordu işte beni, kendimi tutmak şey geliyordu...
Farkında değil miyim sanıyorsunuz duygulandığımda kızar hale geldiğimin, elbet farkındayım; sakız çiğnenmesine ya da şapırdatarak, katırdatarak yenen bir şeye kızdığım kadar değil tabii. Duvara vurasım geliyor o zaman ya o insanların kafasını ya kendiminkini, bir yerleri yıkasım geliyor, kendimi kesesim geliyor, tutuyorum... Ya kızacağım ya ağlayacağım, belki gülsem de bazen, o bazen dahil kalan her an da bu gülüşün geçeceğine dair kafamdaki bir iddia ile yarışıyor olacağım, yine fark etmeyeceksiniz, tutacağım; sonra haklı çıktığımda, çok basit bir şeyi kaybetmiş gibi güleceğim ve tahmin edebileceğiniz gibi, tutamayacağım. Bugün alışveriş merkezinin servisine bindiğimde mesela, etrafımdaki onca insanın devinimlerine bakıp, aklımda bunları birer roman gibi süzüp güldüm, gülüşüm aslında gülmemeydi zaten, ben daha gülmeden gülmemin sonrasının ortamı bende hazır dururdu, belki bütün yazarlarda hazır duran bazı satırlar gibi. Şeye güldüm, insanların kendilerine güldüğümü sanıp bana kızabileceklerine ya da kendilerinden utanacak olmalarına, daha çok da aslında yalnızca bir şeylerin olup bitişine güldüğüme, bunu onlara asla izah edemeyeceğime, bunun fevkalade bir durum komedisi olabileceğine ve hayatım boyunca çıkamayacağım bu çaresizliğe. Arkadaşlık diye bir şey benim için hiç olmadı, en azından insanların arkadaştan kastettiği o şey diyeyim; arada bir konuştuğun o kişi, o kişiye ben arkadaş demez tanıdık derim, arkadaşım yoktur benim, insanların arkadaş diye kastettiği şey yeterince değil hep ortadır ve ben buna haliyle alışamamışımdır, olsa olsa dostum vardır; dostum vardır gamı benimdir, dostum vardır efkardan kaçmaz, dibine düşmek için elimi tutar, dostum vardır yeri gelir tak diye keser, yeri gelir bana uyar sızlaya sızlaya inler ama ordadır... Dostum vardır, olsa olsa -olmazsa?- olsun, var mıdır, yoktur, yokmuş. Nafile dost, ben bunu anlatmışım anlatmamışım, bugünü, dünü ya da takvim yaprağından -şayet kaldıysa öyle takvim) düşecek herhangi yapraktaki tarihten iki gün altı ay sonrasını yaşamadan şimdiye devam etmiş olsam dahi nafile. Sen bunu okuduğun vakit, her kimsen beni hissedip sevemeyeceksen, nafile işte. Her şeyin yıkılmamışslığında bir derin nefes alıp, son nefesler halinde verebilmek bile bir lütuf geliyor anlar mısın?
İskender Doğan'ın aslında tek bir sözü beni ziyadesiyle ilgilendiren: Peki öyle olsun.
İnsanlardan elini eteğini çekmek başlığı altında konuşmak gerekirse şayet, herkes kendi yolunu çizerken ben kendi yolumu "yazmaya" teşebbüs ettiğim için böyle belki de bilmiyorum, bilmiyorum anlatabiliyor muyum... Ziyanı yok, onlar bensiz pek ala, peki öyle olsun; her nasılsa kitaplarım var, onlar bana kapanmıyor, aslında onlar çoğu insanın fark etmediği ve sahip de olmadığı bir biçimde yanlış anlaşılma korkusunu en derinden yaşıyor... Kan ve Gül'ün de öyle tempolu bir şarkı olduğuna bakmayın, esasen dokunup gidiyor, dokunduğu yerde bir yara hep kalıyor. Hayatımın geri kalan kısmı da bu "Peki öyle olsun." kısmınca şekilleniyor, gidenler, götürenler, suçlayanlar, bir yalana inananlar; kısacası her halükarda Alptuğ'u günah ve yarım bırakmaya içten içe en baştan niyetli, uzak yakın onlarcası...
Dedim ya elimi eteğimi çektim, sokulasım yok kimseye, hele ki diyalog dediğin öyle böyle bir şekilde tetikte geçecekse; aldırmıyor değilim, aksine belki de her zamankinden daha şiddetli alınıyorum ama alınmak ya da alınmamak, işte bütün mesele bu değil. Mesele olan bunun bir şeyi değiştirmemesi, mesele olan çekip gidenin her defasında mutlu olması, gidemeyenin de aslında gözdeki bir çapak kadar aciz değişme çabası. Misal ben, çok kitap okuyunca yalnızlık hissini silecek miyim? Aptallık; çok kitap okuyunca bana yapılanların o ütüye elini değen çocuk acısı dinecek mi? Bırak Allah aşkına; çok kitap okuyunca, şu anda umrunda dahi olmadığım mutlu kötülerden, ya da kötü olmaksızın, masum olduğunu bildiğim ve de en çok bu bilginin beni kırdığı şekilde bana kötülük edenlerden daha iyi duruma gelip onları utandıracak mıyım? YALAN.
Çünkü, Kan ve Gül'ün duygusal mirası bende kalacak, asla onlara, belki asla kimselere geçemeyecek; zira Canıgüz'ün aynı adlı romanını okuyan hiç kimsenin sinirini benim kadar bozmayacak, sonunda nihayetinde çoktan boşanmış dahi olsalar yirmi yıl öncesinde aldatıldığını öğrenen adamın kahırlı da olsa boşverebilmesi... Yorgunum işte, kan da, gül de, gün de, kara gece de, susuz ölüm de şu kadarcık; çünkü belki o geceler yalnız bana gece, belki benim gün dediklerim kiminin gecesi dahi etmez ve onlar, biliyorum asla dönüp buraya bakmayanlar... Hani diyorum es kaza, bir anlık dalgınlıkla falan buraya baksalar görürler mi kanın gün olmaktan bu kadar uzakken güle rengini veren olabileceği ihtimalini; zaten o yağmur sonrasının altı boş kaldırımları olmasa uyanmayacaktık en az aynı boşluktakı güzel onca ihtimalden, yazık ki uyanışımız o kaldırımın altından üzerimize sıçrayan çamur kadar yumuşak olmayacakmış, olmadı...
İnzivaya çekilsem ne, çekilmesem ne? Sanki insanların gözünde bir şey değişecek? Bir yandan da insanlar umurumda değil ama aslında en çok umurumda ve umurumdaki en çok onlar, gözleri için aynı şeyi söyleyemem fakat. Herkes dönüp baksa da, kimse başını çevirmeye tenezzül etmese de burada olmak... Kar kaldı işte yanlarına, kar kaldı, Alptuğ diye bir şey kalmadı, bir boyama kitabı kadar bile, her sayfası tamamen siyah bir boyama kitabı; boya boyayabilirsen küçük kız, olmadı sen de yak gitsin, alışığım zaten, ısınırsın... Ben seni üzerim erkeklerinden bir farkım: Ben seni üzdüm, bundan 13 yıl sonra belki, belki biraz daha, herkesi üzdüm çok yakında. Kendi sarmayacağım bir adamın sarılması gerektiğine dair düşüncemi ve birinin er geç onu saracağına dair ümidimi onunla paylaşmazdım ben olsam ama peki öyle olsun... Seni sevmiştim dünya, Aslında herkesi sevmiştim; Birinin ölmesini bir anlığına da olsa en içten dilediğim dün anladım, Bana güzellikleri layık görmediniz, peki öyle olsun. İşte size hayatımın tek betimlik tarifi: Ölü sineğin yapışmış leşini bembeyaz tülden kazımaya çalışmak, ben tülmüşüm burda, peki öyle olsun... Alptuğ kötü, Alptuğ siyah, Alptuğ kan, Alptuğ sakın gülme...
Garip bir anla kısıtlı olduğumu düşünmem için ne gerekliydi bilmiyorum ama az evvel, yani bu yazıyı yazarken doluluk olsun diye, içinden Schubert'in serenatı yükselen kulaklıklarımı takmadan da az evvel annemler daha yeni haberdar oluyordu şu yirmi dört saatte yok olan paylaşım mevzusundan... Paylaşmak güzel şey ama iki lazımı var: paylaşılacak nesne ve paylaşılacağı özne. Artık Alptuğ olmayışımın -En azından insanların benim önem verdiğim bir kısmının Alptuğ dediği şey olmayışımın- kaburgalarını da bu izah ediyor. Kitap okumaya başlamamın nasıl olduğunu anlatmıştım zaten, öyle de devam ediyor... Sahildeyim, akşam yemekten sonra oturuyorum bir sallanan koltuğa elimde kitap, hava karardığında telefon flaşımı sayfalara yansıtmak suretiyle yedi buçuktan on bir buçuğa kımıldamaksızın okuyorum, annemler odaya çağırıyor orada da bire kadar... Herkesler gıpta ediyor, hatta bugün biri okuma ışığını nereden aldığımı sormaya yeltendi ki telefon olduğunu görünce afalladı. Aslında benim de uzun zaman önceden fark ettiğim bir durum iyice belirginleşiyordu bu sıra, okuyana olan saygı... Silah zoruyla okuyan birinden günde bir kitap bitiren birine dönüşünce bunu fark etmemeniz garip olur zaten; oysa yersizdir aslında bu, ben okuyorum ama yapacak başka bir şeyim olmadığı için, arkadaş edinmediğim ya da edinemeyeceğim, hatta bu ikisinin arasında bir fark olmadığı için, telefonuma bir mesaj ya da arama gelmeyeceğinden emin olup hep de haklı çıktığım için mesela... En çok da susmak için, beklentisizliği kültürle sıvama çaresizliğime ancak minimum on bir dilde yalnızlık tüy dikebiliyor çünkü.
O kitapları yaşıyorum ben, insanları eskiden yaşadığım kadar özenle, örneğin daha bundan bi'yarım saat öncesine dek bir karakteri öldürmek istiyordum, öyle lafta bir sinir de değil, gerçek... Yeri geliyor kendimi ellerim titrer ve burnumdan solurken buluyorum satır aralarında; ha yeri de geliyor, böyle bir geri zekalı nasıl olabilir diye kahkaha atıp bazen de üstün stratejik ve mizahi sürtüşmeli diyaloglara büyük saygı gösteriyorum ve eminim bunu yaparken dışarıdan bir aptal gibi görünüyorum.
Yine de en önemlisi ne biliyor musunuz, kitaplar ben onları onlardan çok yaşadığımda insanlar gibi "Yaşamasaydın!" demiyor ya da beni suçlamıyor, onlar beni seviyor, eminim Alper Canıgüz de beni çok severdi tanısa... Susmak gibi geliyor harcım artık, bazı cümle bitişleri ister istemez geçmişe öksürüyor gözlerim, etmek içimden gelecek cümle neyin kalmamış, yapan yapmış, eden etmiş, bilmem ne olup... Yorgunluk mu deniyor buna? Ya da öyle denmesi lazım da boşver mi deniyor? Yoksa hayat beni susturmanın yollarını mı deniyor? Çünkü korkarım başardı, koca bir alkış. Sandalye ileri geri sallanıyor, hava kararıyor, onlarca insanın gölgesi akıp gidiyor önümden, hatta bazı kedilerin, uzakta bir otelde havai fişek patlatıyorlar, hayat onlara güzel ve ben sallanıyorum, ben sallanırken, aslında kimselerce sallanmayışıma da çanak mı tutuyorum? Gerçi lafta, aslında zaten öyleydi her şey, hep; sadece hani insanlar hayatlarını kaybetmekten korkar ya mesela, hah ben de işte hayatın kaybetmekten korkacağı biri olmaya çaba gösteriyorum: ha insanlar? Onlar Allah'tan korkmaz, onlar beni sevmez, onlardan umudu çoktan kestim sakalımla beraber.
İçinde kötü niyet barındırmamış bana inanmanın zorluklarını da anlamıyor değilim kirli dünyaya karşı ama dünyaya karşı bile olsa, değmez miydi be... Şuanda tam hatırlayamadığım "Siz beni..." diye başlayan Reşat Nuri sözü içindekini anlatmaya yeter de artar, artar diyorum çünkü ben olsam sadece iç çekerdim. Ben, derslerim, okuduğum kitaplar, almayacağım mesaj ve aramalar, sevilmeyeceğim kadınlar ve gerçek olmayacağım dostlukların birleşimi nedir bilmem ama kesişimi fena. Özetle nereye gidiyorum ben bu sakinlikle, susa susa, insanlara pek çok sevgimi kaybetmiş, gün batımında uslu bir dalga gibi nereye gidiyorum? Ah hayat, siz kazanıyorsunuz, Barış Bıçakçı'nın Ankara ile arasındaki ilişki iyi kötü ne ise benim de insanlarla bildiğim o işte.