Sahil Okumalarımdan Çıkarımla

Garip bir anla kısıtlı olduğumu düşünmem için ne gerekliydi bilmiyorum ama az evvel, yani bu yazıyı yazarken doluluk olsun diye, içinden Schubert'in serenatı yükselen kulaklıklarımı takmadan da az evvel annemler daha yeni haberdar oluyordu şu yirmi dört saatte yok olan paylaşım mevzusundan...

Paylaşmak güzel şey ama iki lazımı var: paylaşılacak nesne ve paylaşılacağı özne. Artık Alptuğ olmayışımın -En azından insanların benim önem verdiğim bir kısmının Alptuğ dediği şey olmayışımın- kaburgalarını da bu izah ediyor. Kitap okumaya başlamamın nasıl olduğunu anlatmıştım zaten, öyle de devam ediyor... Sahildeyim, akşam yemekten sonra oturuyorum bir sallanan koltuğa elimde kitap, hava karardığında telefon flaşımı sayfalara yansıtmak suretiyle yedi buçuktan on bir buçuğa kımıldamaksızın okuyorum, annemler odaya çağırıyor orada da bire kadar... Herkesler gıpta ediyor, hatta bugün biri okuma ışığını nereden aldığımı sormaya yeltendi ki telefon olduğunu görünce afalladı. Aslında benim de uzun zaman önceden fark ettiğim bir durum iyice belirginleşiyordu bu sıra, okuyana olan saygı... Silah zoruyla okuyan birinden günde bir kitap bitiren birine dönüşünce bunu fark etmemeniz garip olur zaten; oysa yersizdir aslında bu, ben okuyorum ama yapacak başka bir şeyim olmadığı için, arkadaş edinmediğim ya da edinemeyeceğim, hatta bu ikisinin arasında bir fark olmadığı için, telefonuma bir mesaj ya da arama gelmeyeceğinden emin olup hep de haklı çıktığım için mesela... En çok da susmak için, beklentisizliği kültürle sıvama çaresizliğime ancak minimum on bir dilde yalnızlık tüy dikebiliyor çünkü.



O kitapları yaşıyorum ben, insanları eskiden yaşadığım kadar özenle, örneğin daha bundan bi'yarım saat öncesine dek bir karakteri öldürmek istiyordum, öyle lafta bir sinir de değil, gerçek... Yeri geliyor kendimi ellerim titrer ve burnumdan solurken buluyorum satır aralarında; ha yeri de geliyor, böyle bir geri zekalı nasıl olabilir diye kahkaha atıp bazen de üstün stratejik  ve mizahi sürtüşmeli diyaloglara büyük saygı gösteriyorum ve eminim bunu yaparken dışarıdan bir aptal gibi görünüyorum.



Yine de en önemlisi ne biliyor musunuz, kitaplar ben onları onlardan çok yaşadığımda insanlar gibi "Yaşamasaydın!" demiyor ya da beni suçlamıyor, onlar beni seviyor, eminim Alper Canıgüz de beni çok severdi tanısa...
Susmak gibi geliyor harcım artık, bazı cümle bitişleri ister istemez geçmişe öksürüyor gözlerim, etmek içimden gelecek cümle neyin kalmamış, yapan yapmış, eden etmiş, bilmem ne olup... Yorgunluk mu deniyor buna? Ya da öyle denmesi lazım da boşver mi deniyor? Yoksa hayat beni susturmanın yollarını mı deniyor? Çünkü korkarım başardı, koca bir alkış.

Sandalye ileri geri sallanıyor, hava kararıyor, onlarca insanın gölgesi akıp gidiyor önümden, hatta bazı kedilerin, uzakta bir otelde havai fişek patlatıyorlar, hayat onlara güzel ve ben sallanıyorum, ben sallanırken, aslında kimselerce sallanmayışıma da çanak mı tutuyorum? Gerçi lafta, aslında zaten öyleydi her şey, hep; sadece hani insanlar hayatlarını kaybetmekten korkar ya mesela, hah ben de işte hayatın kaybetmekten korkacağı biri olmaya çaba gösteriyorum: ha insanlar? Onlar Allah'tan korkmaz, onlar beni sevmez, onlardan umudu çoktan kestim sakalımla beraber.



İçinde kötü niyet barındırmamış bana inanmanın zorluklarını da anlamıyor değilim kirli dünyaya karşı ama dünyaya karşı bile olsa, değmez miydi be... Şuanda tam hatırlayamadığım "Siz beni..." diye başlayan Reşat Nuri sözü içindekini anlatmaya yeter de artar, artar diyorum çünkü ben olsam sadece iç çekerdim. Ben, derslerim, okuduğum kitaplar, almayacağım mesaj ve aramalar, sevilmeyeceğim kadınlar ve gerçek olmayacağım dostlukların birleşimi nedir bilmem ama kesişimi fena. Özetle nereye gidiyorum ben bu sakinlikle, susa susa, insanlara pek çok sevgimi kaybetmiş, gün batımında uslu bir dalga gibi nereye gidiyorum?

Ah hayat, siz kazanıyorsunuz,
Barış Bıçakçı'nın Ankara ile arasındaki ilişki iyi kötü ne ise benim de insanlarla bildiğim o işte.


0 Yorum:

Yorum Gönder