İçim çok tuhaf Cuma'yı Cumartesi ile bir eden bu gece, mutluluğu bilmem ama huzur dolu olduğum kesin uzun zaman sonra, kendimden ve başkalarından sonuna kadar emin olup gurur ve güven duyduğum da öyle. En başta sevdiği birinin sesini duymak iyi geliyor tabii insana, bunun tarifi yok ama dahası da var. Çok kişi seviyor onu, sevsin de zaten, sevilmeyecek kadar en son insan bile değil, listenin sonunda ben varım. Yine de, onun bana söylediği üzere sizinle tatlı bir hisle paylaşıyorum ki, onca kişinin arasından, en sevdiği olmasa da en mutlu edebilecek kişi benim onu. Bir "biz" çıkar mı bilmiyorum ortaya, çıkabilse ne ala ama hakikaten bunu mesele etmiyorum artık. Öyle pek kimseyi mutlu etme vasfına sahip olmayan ben için ne garip durumdur, en sevdiğinin mutluluğu edebileceğini bilmek bir şekilde. Kabul, bu zamana kadar seven olmadı beni ama bugün yanımda olmayan birkaç değmez istisna hariç kime sordumsa benden iyi dost olduğuna kanaat getirdi. Ben de dost olacağım bundan sonra, en iyi dost, hatta ondan bile ötesi... Zaten aşktan daha öteyiz çoktan, bilmem tabi o tam ne hisseder ama bence öyleyiz. Kalıplara sığmayan böylesine durumlar o kadar değerli ve ben onu o kadar çok seviyorum ki. O mutlu olsun gerisi hiç, varsın aşk da bu yazılarca sınırlı olsun; Neşet baba gibi olmak istiyorum ben, adanmak ve bırakacağım o eser niteliği taşımayacak her bir şeyle sevgi ile hatırlanmak. Yok bundan sonra başka kimseyi sevmek evet, ama onunla olmayacağı için karamsarlığa düşmek de yok; karşılıklı görevimiz iyi olmak, tek istediğim onun iyi hissetmesi, bununsa bir koşulu benim iyi hissetmem. Hissederim öyleyse, yaparım, gözümü kırpmadan. Şereftir, alın yazısıdır, çok iyi hissediyorum kendimi ona dair bir şeyde; acıtmıyor mu ama bazı gerçekler, elbette. sonuna kadar, acıtmazsa ayıp ama sevgim üstün geliyor, zaten ben görüntümün aksine hiçbir zaman beceremedim bencil olmayı, iyi ki de beceremedim. Bundan kelli bildiğim keskin bıçak gibi her bir bilgi yük olmayacak bana, olsun diyeceğim, çünkü onun varlığı yetiyor. Koptuk koparıldık biz, o suçlu ben suçlu bunun hiçbir önemi yok; yeniden birleştik, öyle ya da böyle, ne şekilde olduğu, ne isimde olduğu zerre umurumda değil bir araya geldik, biz olduk, yeniden. Sanırım şimdi biraz daha arttı işte bahar mevsimine inancım, ne de olsa mevsim bahar olunca, aşk gönüle doyunca, sevenler kavuşmasa bile bir yerlerde mutluysa ve bunun kaynağı diğeriyse, yaşamak ne güzel. Belki o da olur, inşallah olsun, n'olur olsun; bir araya gelelim, seneler sonra bile olsa, kör topal bile, yara bere içinde bile olsa. Gelelim ki ben geçen gün derste "Mutlu aşk olur mu?" dendiği vakit susup kalmıştım, adam gibi kanıt sunamamıştım, içimde kalmasın. Alın diyeceğim tüm dünyaya ya, alın bakın, inceleyin, oluyormuş, her şeye ama her şeye rağmen mutlu aşk oluyormuş... Ha birleşemedik mi? Hayat işte, onun canı sağolsun, Allah ikimizden de razı olsun, başka da dileğim yok. Saat tam on ikiyi vurmuşken ben ağırdan kaçayım insanlık, herkes kendine, birbirine çok iyi baksın. Sizi seviyorum. Yeni bir biz olmanın tadı ile...
Çok sevdiğim bir film vardır Güneşin Oğlu diye, bilen bilir onun bi'de son sahnesi vardır; işte o son sahnedeki yalanı duymak çok acayip, hani var ya seni seviyorum falan. Bu hissi de tattım ya Oscar'a doğru yol alıyorum belli ki. Birisinden son bir istek olarak, yalandan bir seni seviyorum duymak istemek ve onun bunu söylemesi... Merak ediyorsunuz di'mi? Alptuğ'un Mekanı müdavimleri için bu yazımızda bunu inceliyoruz.
1-Bir insan bunu neden yapar? Şahsen ben en çok filme özendiğim için, biraz da bunu aynı kişiden son defa duymanın bi'özelliği olacağını düşündüğüm için yaptım. 2-Bir insan bunu duyunca ne yapar? Bu sorunun cevabı ise elbette ki koca bir hiç, hem bunun bir yalan olduğu bilincinde olduğundan asla sevinemezsin hem de onun senin için son bir şey yapmasının güzelliğini az da olsa hissedersin. Bir de bunun sonrasında "Yalan söylüyorsun!" diye çıkışmak var, şükür ki biz o kadar yeşilçamcı tipler değiliz. Yine de her şeyiyle bir klişe olmasına karşın bence gayet değerli bir durum. Bunun sembolize ettiği şeylerden en büyüğü insanın doğasında yer alan tamamlanma güdüsü olsa gerek, eksiğini söylüyorsun, eksiğinin tekrarı (yani dönüt) tıpkı bir yapboz parçası gibi yerine oturuyor. Kendi kendini tamamlıyorsun bir anlamda, hoş bu kalıcı bir tamamlanma değil, hatta tamamlanma bile değil; ya bu tam olarak nedir biliyor musunuz, hani o neredeyse bir iki kişinin izlediği uyduruk kanallardaki bitmek bilmeyen tele alışveriş kuşaklarında satılan kaporta çiziği gideren değişik kalem gibi, yok ediyor gibi gözüküyor ama dokunduğun vakit çizik hala derin. Göstermelik bir çaba yanisi bu da, eşe dosta işler yolunda görünmelik bir bakıma, en çok da kendine; bakınız iyi miyiz, gayet iyiyiz, e devam öyleyse... Biz gelelim işin en can alıcı kısmınaaa... Yalan nedir? Aslı olmayan iddia, yoksa Burcu muydu? Yalanın insana haz vermesi durumu var bir de, yanisi akroloji; şaka şaka salladım, böyle bilimsel bir ıvır zıvır yok, varsa da adı kesinlikle bu değildir. Aslında bunun haz ile caz ile bir alakası yok, daha ziyade bazı yalanlar doğrudan "olması gerekeni" işaret eder ve insanlar kendilerini olması gerektiğini hissettikleri şeye ne kadar yakın bulurlarsa o kadar huzur bulurlar. Huzur da güzel kelime bak, söz konusu durumumuzda ise huzurun şöyle bir yanı var; huzur mutlak olmak zorunda değil, huzur biter, çünkü çok huzur da hiç huzursuzluk da iyi değildir, sonuç olarak "anı yaşamak" klişesine adım atarız. Ki an da yaşanmış oluyor işte bak, yalan istiyorsun, yalan duyuyorsun, avunuyorsun, mutlu oluyorsun, derken ömür bitiyor... Elinde güzel bir yalan, güzellikten bi'haber olan ne ister başka?
Renkli biriymiş hoşlandığı çocuk, müzik grubu varmış, basket oynarmış... Ben? Benim tek becerim onu sevmiş ve seviyor olmak, dahası yok, renkli değilim karanlığım -aklıma bu sahne geliyor- sadece... Benden de ancak İsmail abi olurdu, ekranda herkesin sevip gerçek olduğu vakit kimsenin aldırış etmeyeceği. Mesafeler falan bahane, o bahane, bu bahane; yoksa suçum İstanbul'da olmamak olamaz benim di'mi, ya da geçmişten olmak? Olamaz di'mi? N'olur bir şey diyin susup durmayın... Hiç sevmemiş ki beni, benim o her konusu geçtiğinde "Beni seven tek kişiydi." diye kendime acıyarak ama tatlı da bir gururla bahsettiğim, ilk ve tek aramamda heyecandan sesi titremiş, kolu falan incindiğinde hangi kolu olduğunu o söylemeden bileceğim kadar aramızda bağ gelişmiş, birbirimize tatlı küçük bebek fotoğrafları gönderdiğimiz o kadın; meğer beni hiç sevmemiş, hiç, en ufak bile değil bak hiç! Değer de vermiş sadece, değer önemli tabi, değer çok işe yarıyor.(!) Kızmıyorum ya, benim derdim kendimle; ben değer verilecek de bir adam değilim be, iyi bir adam değilim, aptal bir karanlıktan ötesi olmadım asla ve insanları da peşimden sürüklüyorum. Renkli olmam ona bağlı, hatta renklerim ondan ibaretken o onu o kadar da umursamayıp sadece güldüren bir tipsiz için ölüyor. Tanımadığım birine hakaret ettim çünkü çok yanıyor canım, ham bir acıdayım ve bunun haddi hesabı, anlayanı yok; öyle ki onca insan beni güldürmeye çalışırken ben koca bir yıkım halinde dolaşıyorum bütün gün, ne kendi gülebilen, ne de onu güldürebilen, hayra işi olmayan bir kitleyim, kanser gibi. Ne kadar çok insan o kadar çok baş ağrısı, nihayetinde böyle tecrübe ettim bunu. Ha pardon nedenini söylemedim, şeyden: insanların bilmeyip anlamadıkları şeyleri aşağılamasından, Romeo'nun dediği gibi yarayla alay edişinden yaralanmamış olanın, değer vermeyi bilmeyenin boşa değer verdiğimi iddiasından. Hepsini geçtim, en çok da karşımdakine dair doğru yanlış pek çok çıkarımda bulunmalarından; normalde bu fazla sorun değil, lakin kafam karışık çok. Herkesten gitmek istiyorum, zaten çoğunun da işine yaramadığım aşikar, en iyi dostlarımı bile üzüyorum beceremediğim "iyi durumdayım" numarasındaki beceriksizlikle, inanmış gibi yapsalar daha acı ama neyse ki inatçılar. Koyu karanlığım ben. Kaybolasım var, kimsenin hiçbir şeyi olmayışım, tek mümkünüm bu benim. Hani bir şair diyor ya "İntihar haramdı biz de yüzümüzü astık.", bizdeyse daha farklıydı; hem yüz astık, hem göz kararttık, bize de yazıklar olsun ne diyeyim, kimseye kızamıyorum ve geriye bir tek kendim kaldım. Bunları hak edip etmediğim şuraya dursun, cidden zerre sorgulamıyorum bunu, demeyi içimden geçirsem de asla demiyorum neden ben diye. Üzülüyorum işte, bu... Bunu ağlayın artık, bununla yaşayım bir zahmet. Sormayın işte yahu, alakalı değil sizle, gelmez elinizden zerre bir şey, tıpkı onun içinden gelmeyeceği gibi. Diretmeyin, böyle çok iyiyim ben inanın; iyi durumda olmayı mutlu olmakla bağdaştırmayın siz de eski ben gibi ,n'olursunuz itimat gösterin! Şuraya dursun dedim ama hak etmişimdir kesin, mutlaka etmişimdir bir yerden, etmediysem de sağolsun canı kimse sorumlu; herkese hakkım helal, hatta eminim ki kimsede hakkım yok. Siz de denemeyin konu değiştirmeleri, yanımda olduğunuzu çalışmayın hissettirmeye; acıysa acı, geçer belki, geçmezse de biz gideriz. Ne zamandır içim çığırır şu gitmek türküsünü, çoğu klişe filmdeki o babacan balıkçının balık tutmak dışındaki tüm vasıflarına eriştim, gitsem şehir dışına, çıksam insan, insanlık dışına ve zararsız ziyansız unutmak ya da ölmek fark etmeksizin bir şeyleri beklesem. Yine de gariptir, şimdiye kadar gerçekten bu kadar üzgün hissetmememe karşın hala daha aklımdan geçen yegane fikir herkesin kaderini bir bir kendim sırtlanmak, bana zor gelen de kendi kaderim işte, onlarınkini ben alsam benimkini Allah affetse ve kimseye hüzün tanesi düşmese... On kişi bir ağızdan bağırsa şimdi bana "Seviyorum seni!" diye, en fazla üzülürdüm; benim yaralarımın onların beni sevişine denk geldiğine üzülürdüm, hem de ihtiyacım olduğunda var olmadıkları için hayıflanmaksızın. Gerçi böyle bir tasarı şuan sadece laf kalabalığı, o bile "hiç" sevmemişken beni... Hatta sırf o yüzden bir gün onunla bir gün bununla olup, sürekli birilerini aldatıp, hayatı eğlence sanan bir avuç ciddiyetsizin gözyaşlarıma espri kılıfıyla ettiği laflara tek cevap veremedim beni bu yıkıyor. Gerçi pardon, bugün derste bağırarak küfrettim, iyi ki de ettim; taş çatlatacak susuşumdan sonra, bu da olmasa ayıp olurdu insanlığıma. Hoca da prosedür gereği dersten attı ama olsun, o da biliyordu çünkü, o da müdür yardımcısı da gayet farkındaydı, benim öyle bir ortamda o şekilde küfretmemi gerektiren bir sebep vardı mutlaka ve ağzıma sağlıktı. Aramızda kalsın müdür yardımcısı yemek bile ısmarlamayı teklif etti, nitekim sınıfa döndüğümde bunlardan habersiz "o-çocuk" başıma bir şey getirdiğini sanarak sevinip beni tahrik etmeye çalışıyordu; fakat öyle alıştım ki haklı ve yalnız olmaya, sustum, çok mu çok yorgundum, hala da öyleyim... Anamın ak sütü kadar helal gözyaşlarımı manasız bulan topluluklarda bi'zahmet yalnız olayım be! Gerçi anne sütü de almamışım ben hiç, öyle ki buna bile yorabilecek çaresizlikteyim tüm olup biteni. Her şeye yorabilirim bunları, ama kadere değil; birincisi böyle kader olmaz, ikincisi de kader dediğin bir başkasının elinde olmaz, işte tam da bu yüzden diliyorum mümkünatınca yalnız olmayı, çelişerek bütün hayallerimle bir bir; çünkü benim de bir iç dünyam var ve o daima daha renkliydi benden her nasılsa, tıpkı onun istediği gibi. Böyle diyorum ama siz bana bakmayın, benim renk dediğim çoğunuzun grisini geçmez yazık ki. Mutluluğa ihtiyaç olmadığını söylemiştim ya, aslında bu bile benim en az kendim kadar kara cahilliğimden ötürü; mutluluk nedir bilmediğimden olsa gerek, sanki güçlü biriymişcesine normal belliyorum mutsuzluğumu, eksikliğimi... Yalan söylüyorum arkadaşlar, benim mutluluğa çok ihtiyacım var; ama çok mutluluğa değil, azı da kâfi yaşamam için. İçimi döküp durmama rağmen bu yara bandı vazifesi dahi görmekten aciz her bir satır bana hakkını helal etse de mümkün olsa bir daha yazıp etmemek; çok yoruldum, her açıdan yoruldum, bıktım, yıldım, pes! Önce bir defter olmalıyım, sonra da hiç açılmamak üzere kapanmalıyım; çünkü daha dün öğrendim sevilemiyormuş geçmişe dair insanlar, bense tamamen öyleyim, ne bir çilek kadar olabildim, ne de fıstık ezmesi. Benim bu bitişim yeni bir başlangıcı müjdelemez ama bu defa, her yeni başlangıç eskiden kaynaklı olduğu için olsa gerek geçmişi de çağırır muhakkak. Her yeni başlangıç geçmişi değil, yalnız ve yalnız beni sıfırlar (kırıklıklarım ve yaralarım dahil değil) ve günün sonunda senin her şeyim dediğin, "Geçmişten birini (SENİ LAN SENİ! der gibi) istemiyorum!" dediği vakit senin başlangıcın da sonun da babanın şarap çanağı da sen de suyun altına gömülürsünüz; yalnız senin göz yaşlarında oluşan ve asla bitmeyecek olan o büyük, mahçup su birikintisinin en altına, belki de bir daha asla yüzeye çıkmamak üzere. Çok sevdim, seviy... Ne fayda... Sonradan ekleme: En fenası da çırpınmak dostlar, neden diye diye, örnek vere vere, belkilere sıkışa sıkışa, dene diye diye... Balıktan farkımız yok, bizim balık suda ters döndü, acaba neden. "Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin..."
Çaba bizim sanayinin köpeğidir, bir de kaportacı Zafer'inki var o da Nihayet. Çaba'nın gözleri kördür ama adı bundan Çaba değil, Nihayet'ten kalma bir Çaba o. Çabalıyor çünkü, çabalardı yani, vurulmadan önce Zafer'ce... Çaba, Nihayet'inde Zafer kazanmadı, Çaba zafer kazandı. Ne hareket eden ne havlayan Çaba'mızın tek tasması sevdaydı, Nihayet'ine, sadece Zafer'inkine değil her şeyin nihayetine olan bir sevda. Bizim Çaba'mız kör kütük, yönsüz mesafesiz bir Çaba'ydı ama beklemesini iyi bilirdi, hep uzaklara bakar gibiydi. Nihayet yaklaşırdı ona, nihayet kavuşurdu Nihayet'le kirin pasın ortasında da olsa; o teselli ikramiyesi bırakırdı bulduğu kemiği, kör Çaba sevinirdi. Sen şimdi diyeceksin ki kokusunu alıyordur falan, de bakiyim bana kemiğin kokusu oluyor mu? Gerçi seni de haklı çıkartabilecek bir özellik var, o da kemiğin her seferinde göğüs kafesi kemiği olması; atmayı bitirmiş o kalp, her attığında temas edip kemiğe, bırakıyor mudur dersin kokusunu? Çaba işte, anladın mı? Çaba Nihayet'inde kalbe aşıktı, asla kalp yemezdi, dokunmazdı bile ama kalbe değen kemiğe doymazdı. Zafer sinirlenip vurduğunda ben orada yoktum Çaba'yı, kimse de oralı olmamış, Çaba tam da Nihayet'inde can vermiş sessiz usul, hala çenesi sımsıkı kapalı, arada bir adet kemik, hala aynı. Çok ders var Çaba'dan çıkaracağımız, ilk olarak bir kalbe erişmek için onu incitmek gerekmediği belki, belki bazı çabaların da nihayetsiz kalabileceği ve daha neler neler ama en önemlisi şu: "Çabayı vurmasınlar!"
Bilemiyorum, bana her daim garip gelmiştir. Ya da siz bana garip geleni siktiredin (affınıza sığınıyorum) ama daha ciddi şeyler var. Hissedemiyorum, mutlu, pişman, kızgın, kırgın... Olmuyor, anlamlandıramıyorum nedir bu gidişat. İnanasım geliyor birine, inandırıcı geliyor birileri ve olmuş olan gerçek zaten yeterince keskin bir acıdır boğazımda, henüz gerçekleşmemiş olansa en az bir o kadar sert ve büyük. Çekip gidesim geliyor herkeslerden, hiçbirinin suçu yokken kesesim geliyor iletişimi her biriyle ve kendi kendime kalasım; yalnız kalmak değil yalnız olmak istiyorum bu güne kadarımla çelişerekten, buna dair yegâne gerekçemse akıl almaz yorgunluğum. Başka biri olduğumu hissettiğim zamanlar hep ürkerim ben, siz de ürkersiniz; konumuz bu değil ama sanırım azar azar yaklaşıyoruz buna, ne geçmiş geçmiş -hatta ne de "geçmiş"- ne de biz geçmişten geçebilmişiz. Geçmiş başka, biz başka, bambaşka, olmasaydı bu kadar başka, ağlatıyor beni bu başka; değişmek ne kadar yıkan ve elde olmayan bir şey çoğu insan bilmez bunu, zaten en şanslılarımız da bunu bilemeden ömrü bitirenler değil mi? Şarkıdaki gibi ıslak ıslak bakıyor ondan sonra insan, bilakis bakmayan adam değildir diye düşünüyorum ben kendim, kendi başıma, bir başıma, yalnız başıma... Beni şu feleğin çarkına çomak sokamamak öldürüyor, zamanı geri almak değil derdim ama görüyorum ki bunun "nispeten" mümkün olmasına karşın herkes benim kadar pişman olmuyor belki bu da öldürüyor, belki de içten içe iki yabancı gibi olmak koyuyor, tıpkı en baştan bütün bu rezilliği sağlayan şekilde "emin olmamak" dokunuyor belki; ya da bütün bu belkilerin belasını versin Allah, kesinlikle dokunan asıl şey şu: Benim iyi bir yalancı olamamam, istemeden mutsuzluğumu sağlayan ama mutluluğumu görmesi gereken, görmezse belki de beni edebileceğinden kat ve kat daha fazla mutsuz edeceğim ve belki de sağlığını da -daha da- kötü etkileyebileceğim, asla mutsuz olması gerekmeyip istemediğim o kişiye karşı mutluymuş gibi davranamamam. Böyle de beceriksizlik olmaz yahu di'mi? Bir insan bu kadar donuk olmamalı, bu kadar karamsar -ya da adına ne derseniz işte- olmamalı, bu kadar olmamalı! Anıları değil, onu değil, bizi yahut beni de değil, sadece eskiyi özledim ben. Farklıydı, şimdiyi bu kadar farklı kılan birtakım mühim şeylerin sorumlusu da bendim ve bu gerçeği hep taşıdım o platinli dizimle birlikte. Keşke aynı devam etseydik, ben masum o değişmiş, ben yalnız o kalabalıklaşmış, en önemlisiyse o alışmış ben hala dokunsan ağlayacak çocuk olmasaydık. Birisinin her şeyinden anlarsın kendini sana borçlu hissettiğini, öyle hissediyorum ben de işte; sanki bana borcu var, beni üzen olmazlarına rağmen mutlu etme çabasında, ben de rol yapamıyorum ya işte, anlayıp hüzünlenme aşamasında ve o hüzünlendiği vakit ben yeniden ve tıpkı yaralı bir asker gibi mutlu rolünü üzerine devralmakta, ondan habersiz yıkık dökük kalmaktayım. Keşke bu yaşadığım bir tiyatro oyunu olsaydı, kurmaca metinleri bu yüzden sevdim zaten; olabilecek her şeyi yaparsınız bir öyküde, romanda senaryo ve vesairede ama asla canınız yanmaz, oyundur ve biter. Arada sırada ummuyor değilim herkesin çıkıp "Biz seni deniyorduk" demesini, o zaman da kimsenin suratına bakmazdım ve ihanete uğramış falan hissederdim ama en azından derdim ki "Oh be gerçek değilmiş." İşte o bir "Oh" o kadar değerli ki, bense en son ne zaman oh dediğimi hatırlamaktan acizim bir nevi. Esasında bu kadar yazıp döktüğüme bakmayın, tüm bu kelamın özü şudur: Benden bir cacık olmaz. Ulan sen neye yanıyosun gerizekalı önce bir onu öğren, pişmanlık mı, her şeyin düzelebilecek duruma gelip düzelmemesi mi, eski güzel günler mi, hangi biri? hangi birine yanacaksın? hangi birine inanacaksın? ne yapacaksın? ne zaman soru işaretinden sonra büyük harfle başlayacaksın?! Özleme oğlum sen hiç bir şeyi, sevme, yapma, etme... Kimsenin suçu değil, aha da her şey bir bir senin halt yemen; olup bitene, çektiğine ettiğine lafım yok ama çırpınma bu kadar... Bırak, havaya bırak kendini, suya bırak, sessizliğe bırak; ya varsın artık sen sen olma, bırak. Sen bırakmasan da seni bırakacak birileri, bir şeyler, onlar bırakmasa kader bıraktıracak. Biliyorum diyorsun içinden "Kader yapsa hayıflanmazdım." Bu da bir kader, bizim kaderimiz de Bırakılmak...