Altmış küsür insana rastlıyorsun ne garip; kimisi aşk boş iş diyor, kimisi ben gibi aşkı referans alıyor, aha kimisi de yaşamı bel altından ibaret, türlü fesatlık içinde sapık fikriyatlara girişirken bizi eleştirmeye yelteniyor, gerekçesi ise "Sen yalnızsın ben değilim." Ulan ben bu heriflere yıllardır anlatamadım be, yıllardır; bir türlü diyemedim "Ey gerizekalı, sen kendin bir faydasızsın, yanına da sen gibi boş muhabbetler yapacak, geçici, anlamsız, sevgisiz bir faydasız ararsın; ondan çok da piyasada, ben gibisi yok, olsa da sen taşıyamazsın!" Uzun ve güzel bir cümle oldu, keşke bunu o an kurabilseydim; bu durumun psikolojide de bir adı vardı ama neydi, kaba tabirle "geçmiş bir ana dair diyalog geliştirmek" diyelim biz buna. Ben aslında bunu anlatmayacağım sizlere de, sonra dememiş olmayayım dedim. Hah altmış küsür insan demiştik en son... Farklı telden çalıyor herkes, herkesin bakışı ayrı gayesi ayrı, biri hep hainliğine inanıyor karşı tarafın ve kendince sinsilikler geliştiriyor ayakta kalmak adına, diğerine bakıyorsun adam elli kere itilmiş lakin hala elini tutacak birini arıyor. Dünya işte, dedim ya altmış küsür insan, beraberinde bir o kadar hikaye, bir o kadar yara ve vesaire... Peki size bir soru; bu kadar farkın içinde nasıl mümkün ki iletişim, anlamak, anlaşılmak yahut herhangi anlamda sevip sevilmek? Aslında soruyu yanlış sordum kabul ediyorum, zira gayet basit ve normal bunları gerçekleştirmek, insanın doğasında var; sanırsam sorulması gereken, hatta sormakla vakit kaybetmeyip derhal çözülmesi gereken başka bir sorusu var insanlığın: biz bunu şu anda neden beceremiyoruz?! Farklılıklarımız keskinleşti çünkü, ten rengidir cinsiyettir falan hep ikinci plana atıldı hatta; kafasından bir şey uydurdu insan, o salak ben zekiyim diye, o anlamıyor ben anlıyorum diye, belki de en kötüsü ben yaşadım o yaşamadı diye diye. Çakallık peşinde insanlar arttı, çünkü diğerleri, yani bencil olmayanlar, yani nispeten ahlak ve dünya daha bir umurunda olanlar üstünlük çabasına girmektense üzüldüler, çünkü yalnızdılar. Örneğin şiirler, şairler... Duygunun, hissetmenin, anlaşmanın, belki de bir şeyleri paylaşmanın anlamsız görüldüğü bu kara dönemde, aksi şekilde görenlerin de etkilenip bunların varlığına dair umutsuzlaşması dahilinde kendini birer hiçliğe bıraktı; bunlarla yaşayan insanlar ne oldu dersen, hiç. Başka insanlarız biz, ayrı insanlarız, altmış küsüre dahil olmayanlarız, olmak istemeyenleriz, hatta o kadar az bir kitleyiz ki şu anda birinci çoğul kişi anlatımını kullanışımdan dahi tereddüt etmekteyim. Biz ne anlarız onların kirli dünyalarından, işimiz gücümüz saçma salak sevgi falan işleri, ne önemi var cinsellik varken şiirin di'mi, duygu da neymiş yahu bırak, kullan at işte insanları; sadakat mi? sadakat ne be oğlum, adeta kendini tasmalamak, hem kimseyi sevme çünkü onlar seni sevmeyecek zaten, sen onlara az değer veriyorsan onlar sana daha azını veriyor zaten hiç kafanı yorma... Böyle mi yani gerçekten? hanginiz inandı az evvel okuduğum bu masala, tek bir cümlesine dahi katılan varsa sanırım gerçek masalların aksine uyumasının değil, uyanmasının vaktidir şimdi. Bazı kendini bilmezler, bazı benciller, bazı kolaya kaçanlar... Onlar bunları uydurdu çekti gitti, sıkı sıkıya inandı; adeta putperestler gibi kendi gerçeklerini uydurup bağlandılar, bu da yetmezmiş gibi bağlanmayanları dışladılar. Biz belki dünyada sadece altmış küsür kişi, biz bu dışlanmayı marifetten saydık ama bazılarımız onların bu aptal masalına inandı çaresizlikten ve masumiyetten, bazılarımızsa bile isteye onların tarafını aldı, zaten hiç bizden olmamıştılar... Ucuz insanlar. Altmış küsür de olsak, daha az da olsak daima kafa tutacağız size; çünkü hala bu dünyada sevgi gibi, güven gibi şeyler var, siz varsanız biz varız, siz şerefsizseniz vesaireyseniz biz tam tersiyiz. Belki de buna en basit örnek ben; birilerinin beni gerçekten masumiyetle seveceğine inancım, yalnızca bütün sevişlerimin noktası virgülüne masumiyet kokmasındandır. Güzel insanların olduğu yerlere gitmek amacı elbette ki hepimizin kalbinden de derinde, bu ilçeden gitmek mesela, bu ortamları terk etmek, öylelerinin giremeyeceği, hatta girmeyi asla istemeyeceği kadar iyi yerlerde, onların istese de olamayacağı kadar güzel insanlarla bir arada olmak. Bunu yapmanın tek yolu birleşmek tabii ama bunun için de tebligat yayınlayamayız nihayetinde "Tüm düzgün insanların dikkatine!" dercesine. Yine de yakındır bu düzenin bozulması ve egoistlik gibi olmasın fakat sanırım bunu yapan da bizzat ben olacağım, sevinçle bildiriyorum. Altmış küsür kişi olacağız bir gün, belki de daha fazla; bu defa biz imrenileceğiz, kirli işlerle kazananların devri kapandığında, pişmanlıksız gülümseyeceğiz. Ha böyle olmayabilir de tabi, yalnız da ölebilirim, kimse bu yazıya hak da vermeyebilir; açıkçası rahatım ve umurumda değil, çünkü yanıbaşımda yaşanan türlü adaletsizlikten, ahlaksızlıktan ve dahasından failleri olmasa bile ben utandım, fakat kendim utanılacak pek de bir şeye bulaşmadım, ne mutlu! Başkaları adına utanabilmek de güzel, yüreğinin sağlamlığı hafif acıyla da olsa belli oluyor insana; lakin belki de en ama en güzeli, onların söz ettiği gibi kaybeden bile olacak olsam, bunun aslında kaybetmek olmayacak olması. Altmış küsür olmasak da, İki küsür insan dahi deviririz dünyayı, Aman aman...
Rahmetli Aşık Veysel'in bir lafı vardır hani bildiniz mi? Der ki,
"Şu geniş dünyaya sığmayan gönül, şimdi bir odaya kapandı kaldı."
O hesap işte, hatta şarkıda da dediği gibi "Sevdi yandı garip bülbül, zindan oldu altın kafes." Neden iki saattir hunharca alıntı yapıp neticeye bir türlü varamadığımı inanın sizin kadar ben de sorguluyorum. Mekanların ne etkisi vardır mesela olmuşla ölmüşe? Çaresi olmadığını neden inkar edemez de söyleyip durur insan çare olmayacağını olup bitmişe? Hadi bunu kendi klişe usulüm ile somutlaştırayım sizler için: Siz buradasınız, oradasınız, hatta ve hatta şuradasınız diyelim... Sevdiğiniz de orada olmadıkça, daha doğrusu siz onun "şurasında" olmadıkça, kim nerede olursa olsun ne faydası var ki? Yüksek askeri şura var bir de ama ona hiç girmeyelim en iyisi...
Bizim bülbülün maruzatı şöyle farklı bir de, bülbül bu ya işte, diyor ki "Benim vardır bir gülüm, ne o beni tanır ne ben onu görürüm; o beni bilirmiş, demiş bana "bülbül kardeş", ben diyemem ona"Kardeş mi olur bülbülden, gel iyisi mi eyleş benle.""... Yanisi ey dostlar, sevdiğim kız bana abi dedi diye ağlayan Youtube videosundan farksız bülbülümüzün hali. Ha bu bülbülcağızın bir de arkadaşı var, bülbülü güle selam ettiren de o arkadaş hatta, o da bülbüle der ki "Ey bülbülcağızım tasalanma, bilesin, gül çehrenin deyişi samimiyettir, bu da ziyadesiyle iyidir; asma hemen yüz mübarek, bakarsın bu gül sana açıverecek." Bülbül beyim de çaresiz perişan, kanatlarının ardında hoş bir umudu var rüzgar misali, buna da eklenince yürekten dost tesellisi, pırpır edip uçuyor yeniden, aklından düşme ihtimalini esirgemeden. Bülbülün hali hal değil, halbuki bülbül de gül gibi, gül de bülbül; ama demezler mi bülbüle, "Yahu bülbül babam istediğin kadar haline ortak ol gülün, gül bunu bilmedikçe bir hiç; hadi desen güle bunu öğrettin, onca açmamış gülden sonra, onun sana açmasını nasıl bekleyeceksin?" Bülbülüm iyidir ama benim, umudunun ardına inat edecek kalmadıysa bile dermanı, en iyi benim bülbülüm bekler tüneyip bir yerlere. Hem gülü görseniz, o da bülbül misali kendinden bir gül bulamamış, kaldırım çiçeği edasıyla betonların ardında cesaretiyle açmış; bülbül ne mi yapıyor? kendi o altın kafesten çıkamasa da, sesi sedası güle ulaşır diye yazıyor, pardon ötüyor... Gül de ötüyor işte, bunun klişe hikayelerden farkı bu; hatta bir tek bu bülbül ile bu gül ötüyor, nice bülbülle gül var bazısı bir bazısı ırak, lakin hiçbiri onlar gibi ötüşemiyor. Bülbülün haberi var da gülün sedasından, gül işitsin diye uğraşır can yuvasından. Sanırsın Kızılay meydanı kuşlarla ve güllerle bezeli, göz gözü görmüyor da tek bu gülle bülbülün sesi yankılanıyor; onlarsa birbirinden yoksun, ama ilk defa yaklaşmış. Belki bülbülün yeni kafesi gülün yapraklarının ardı olur, bakarsın bırak bülbülü gülü, bütün insanların uğruna yaşadığı, bu kavuşmak payıdır. Ey gül demiş bülbül, İnşallah nasip olur karşılaşmak bir şekil, bir şekil göz göze değer, gönül gönüle, bildiğinle bildiğim birleşir, bir olur, bilgi olur, sevgi olur kokunla göğe, kanadımla dünyaya duyulur. Ne de aynı bir bilsen arzularımız, hislerimiz, yaptıklarımız... Ey gül kısa kesiyorum, zira pırpır ediyor yüreğim; sana öyle bir kanat çırpsam ki halimden ilk defa sen anlasan.
Ne bana ait ne ona, beni sevmiyor onu seviyor, "Mutluluklar" diyorum onlara, "olamayız" diyor. Ben hiç olamam Serkan, sen benim mutluluğumu gördün mü, hem Funda'dan önce hem Funda'dan sonra bir defa dahi olsa şahit oldun mu? Olmadın, olmayacaksın, olamayacaksın. Onlar nasıl mutlu olamıyorsa sen de benim mutluluğuma şahit olamayacaksın; ancak bu senle değil, bizzat benle alakalı. Hatırlıyor musun tam 6 sene önce, Balat'ta... Ya da boşver hatırlanmaya değmez, ben de değmem, hatta ne hatırlanan ne de sevilen biri olabilirim. Olamayız, onunla ben olamayız, biz olamayız, bir bütün olamayız, sen var olamazsın, ben seninle konuşamam, Alptuğ diye bir salak bunu hikaye diye yazamaz; peki yazdıysa, sence bir umut var mı demektir?
Değildir, hayır, olamaz işte. Bu senaryoyu bin defa yaşadım da, mutlu olun dediğimde "olamayız" demesi başka bir boyut açtı. Hadi ben olamam da, onlar nereye olmuyor anlamıyorum; ben yokum lan işte hayatınızda, mis gibi değil mi, o çocuğu da tanımam etmem zaten. Bari onlar olsun, onları da siktiret ama biri olsun anlıyor musun? Yanımdan biri gülümseyerek geçsin mesela, düşündüm de sorun bu aslında; yanımdan biri gülerek geçse bile, adı üstünde "geçmek", yani geçip gidecek. Şaşırdık mı? Elbette ki hayır dostum, o yüzden şu anda yedi oda bilmem kaç salonlu şatomda kendimden bile uzağım. Funda iyiydi, kötüydü, her şeydi, her şeyimdi, gereksizdi, belli başlıydı, ağır başlıydı, sokulgandı... Funda işte, Funda'yı Suadiye'nin martılarına sormayan biri onu tanımış sayılmaz. Ben? Onu martılara ben öğrettim, simitle falan da değil, eğlence seslerinin arasında baş gösteren keskin, kuru yalnızlığımla. Funda'yı özlüyorum, biliyorum belki mesaj atsam hemen cevap verecek lakin ne diyebilirim ki? Serkan, Funda bana bu konuları açmayıp arkadaş kalamaz mıyız diye sordu da ben "bilmiyorum" mu dedim neden öyle bakıyorsun? Haklısın dedim, içkili falan da değildim, kendimdeydim; olay olan da bu ya, her zamanki gibi kendimdeydim, kendimde tek başıma. Funda bendim belki de Serkan, şu saatten sonra sen de, masanın üstündeki portakal suyu şişesi de biraz Funda aslında; hepsi birer anı, yanmış birer anı, yanmalı da zaten, muhtemelen hiç de yaşanmadı. Şizofren bir at arısı doğuruyorum sanki köprücük kemiğimden anladın mı? Hayır sarhoş değilim, ya da sarhoşum ulan vazgeçtim; derinlik sarhoşuyum ben Serhat, dipteki herkesin -herkes demek de ben demek bu arada- olduğu türden, sana Serkan dememi sağlayan türden. Yansın anılar Seher, olmamışım ben böyle, baştan yapın beni sayın Firuze ve İdris, çok rica ediyorum bakın değerli Merhum ailesi, nolursunuz şu Yalnız Merhum'u -inanır mısın gerçekten adım bu- baştan yapın. Yalnız Merhum ile Funda Dündengelim, çok mu hayaldi ha bu? Haklısın aslında, kusursuz bir tasarımdı, Suat aslında tuzluktu falan. Bütün bu "S" ile başlayan isimlerin tek bir şeyi ifade etmesi hayatın bana "Siktir git!" deme şekli midir, babam böyle yalnız yapmayı nereden öğrenmiş, seni anan yalnız için doğurmamış mıdır? Hadi hepsini bir kenara koy Semaver abla da, on yüz bin milyon baloncuk muhabbetinin bendeki karşılığı yalnızlık, ondandır içtiğim gazoz mideme inmiyor, adına bir iki tabip hazımsızlık diyor. Hazımsızlık falan değil bu, olmamışlık; okuduğunsa olmamalar hikayesi, aman ne iç açıcı değil mi? Olmadı bu hikaye biliyorum, Alptuğ'a söyleyin bir ara baştan yazsın.
Zedeleme bir şeyleri, teessüre vakit erdiremesin yüreğin, ben bunu bilir bunu söylerim. Bırak, her nasılsa öyle kalsın hacı dayım; olacaksa olsun, olmayacaksa da olmasın ama sen kurcalama. İnan bu defa, böylesi daha bahtiyar biliyor musun? Herkes giderek kırık dökükleşiyor, bir sonraki hikayenin de aynı sonuçlanması gibi azımsanamaz inançlara binaen, halihazırda kıt kanaat olan güvenleri yokluğa erişip, aynı anda da güvenilme ihtiyaçları tavan yapıyor ne garip. Ona teessür et buna teessür et derken kafasını kaldırmayanlar ve de onların kafasını kaldırıp atacağı bir tek bakışa bel bağlayarak yaşayanlar her yerde var. Güvenmememiz gereken insanlarda tükettiğimiz güvenler, laf güvenmemiz gerekenlere geldiği vakit, bilerek yahut bilmeyerek lakin kesinlikle istemeyerek onlara birer hediyeymişçesine sunduğumuz teessürlere dönüşmüş. Nasıl bu kadar keskin konuşabiliyorumu merak ederseniz şayet, iki tarafta da varım; yani hem karşımdaki kişinin ne güvenilecek biri olup olmadığını, ne de bunu bekleyip beklemediğini anlayamıyorum, hem de birilerine bütün güvenilirliğimle yaklaşıp, birilerinin kirlettiği hayallerine dokunabilmem için bana izin vermesini bekliyorum. İkisi de zor bunların, en zoru hangisi derseniz de: sürdürmek. Sürdürmek olanı öyleyse de böyleyse de, zedelemeden, teessüre fırsat vermeden. Herkes gidicidir kafası da iyi değil, kalıcılıktan medet ummanın da karı yok esasen; olmuyor iki türlü de yaşamak, yaşanılan şey yaşamak dışında her bir şey olabiliyor sanki. Kim tamir edecek bizi ve o gün geldiğinde biz bu tamire müsaade edecek miyiz çekincelerimiz gereği; bu sorular bizi öldüredursun, daha pek çok sorunun dahi perde arkasında süregelen ve bitmek bilmeyen bu yalnızlık hissi meğer kendi kendini geliştiriyormuş saman altından... Okulun bir saatlik öğle arasında karın doyurmak harici ve neredeyse istisnasız yerine getirdiğim yegane vazifem kulaklıklarımı takıp senelerdir benimle özdeşleşmiş o meşhur şiir kitabını beton merdiven basamakları üzerinde okumaya dalmaktır. Bir süre sonra çok iyi bir senkron yakalarım düşüncelerimde, etraf flulaşır gözümde, yalnızca şiirlerdeki birkaç cümle devamlı art arda tekrar eder zihnimde, dinlediğim müzikle buluşur, kendime hakim olamam ritim tutarım bir de... İnsanlar gelir geçer, kim yanımdan geçti, yanıbaşımda ne olup bitti ruhum duymaz, tanıdık bir iki kişi omzuma falan dokunur, ancak o sıra geri dönerim yaşamaya... Bu her Allah'ın günü tekrar eden durumu düşündüm, seneye değil ama ondan sonraki sene orda olmayacaktım ve ne artık oraya gelenler ne de eskiden orada olanlar hatırlamayacaktı merdivenler üzerine çökmüş bu ufak ayrıntıyı, zorlasam belki çoğu kişi tarafından hiç gerçek olmamış gibi bilinebilecektim, belki bir göz yanılması, belki de bir rüya gibi... Benim şahsi teessürümün yarısı bu iz bırakma meselesinden ileri gelir olsa olsa, kalan yarısı ise ölümdür, ayrılıktır, en çok da yine aynı meselenin diger yüzünden, yani bende bırakılmış ve bırakılacak izlerin iyi yahut kötü olmasından. Bekleyen biri olarak, beklentinin büyüklüğüne duyulan saygının haricinde bu büyüklüğü belirsizliğiyle birleştirince içime nükseden birtakım seri yılgınlıklardan doğan teessürlerimce hayata dair mağrur birbiçimde ifade edebilirim ki mesele beklemek değil ve insanlar inansın inanmasın hayatında sen haricinde senden birinin olmamasıl büyük bir eksiklik, kanser gibi ağır ağır ve başına gizli kelimesi eklenen hastalıklar kadar sessiz ve sinsi... Ne basit ne de mantıksız bu yüzden teessür meselesi, mevzubahis beklenen bir ya da birkaç yürekse, dost gibi, eş gibi mesela; kendinle kalıp da teessüre varmamak, kaldı ki bunu da benimsememek elde değil. "Ne yazık ki" diye bitirmeyişim bu cümleyi, bakarsınız alışmaktır biraz, bu da pek tabii kötüdür, bu kötülük ve benim buna dair farkındalığım o kişi yahut kişilerle kavuşma ihtiyacımı arttırır ve bu artış beklentimi had safhaya yükseltir, böylece bu kısa döngü beni ben yapmasının yanı sıra derin bir çukur da edebilir, koca bir dağ da belki. Düşünmekten nereye işte, bu yazının da sonu teessür, çünkü noktalanmadı bekleyiş.
Sana yazmayalı ne de çok olmuş benim hiç tanışmadığım sevgilim, günlük hayat seni unutturmasa da varlığına, daha doğrusu yokluğuna yazmayı güçleştiriyor sanırım. Bugün sana, seninle olan, geçen gün okul sıralarında kurduğum ve o günü mutlu geçirmemi sağlamış bir hayalimden söz edeceğim, diğer yazılardaki gibi, var olduğun gün okuman suretiyle... Seneye yaz, sonuçlar açıklanmış, bir iletişim tasarım denk gelmiş Ankara'da, babam arabayı vermiş, "Baba ben yokum eylüle kadar." diyorum. Seni arıyorum sonra, "Yarına hazırlan, uzun bir yolculuğa çıkıyoruz." diyerek, sormana vakit tanımadan kapatıyorum ve hayal bu ya sonuçta, eylül ayına kadar bir erkekle baş başa bir yerde olmana ailen ne der hiç umrum olmuyor. Sen anlamlandıramıyorsun tabi, mesaj atıyorsun, arıyorsun vesaire fakat ben her defasında geçiştiriyorum. Derken sabah oluyor, alıyorum eşyaları atıyorum arabaya, usul usul geliyorum evinizin önüne; sen böyle camdan beni gözlüyorsun zaten, çıkıyorsun kapıya. Önce umutsuzum aslında, gelmeyeceğini düşünüyorum fakat sen elinde valizlerle çıkıyorsun kapıdan. Annene -ya da anneme mi demeliyim?- selam veriyorum, bavulları alacakken baban geliyor arkadan, bir şey demiyor lakin kıpkırmızı suratı, damarları belirginleşmiş, kaşları nasıl da çatık; ufaktan tırsıyorum annen hissediyor, "Sen ona bakma" der gibisinden sarılıyor bana... Duygusal bir vedadan sonra gayet yavaş bir şekilde ilerliyoruz, zira baban hız sevmiyordur tahminimce, sevse bile biricik kızının olup kendi kontrolünde olmayan bir arabada. Neyse... Yoldan onu da alalım, gidince şunu da yapalım, aman bunu da ihmal etmeyelim falan konuşuyoruz, ardından şehrin dışına çıkıyoruz; şu anda böyle bir şey hazırda yok ama o gün için özel hazırladığım playlisti açıyorum, hepsi birbirinden renkli, en favori en güzel şarkılar. Camları açıyoruz, güneş gözlüklerini takıyoruz -nereye gideceğimizi söylememişim- hatta hayal gereği cam tavanı da sonuna kadar açıyoruz -henüz ailede cam tavanlı bir aracımız yok ama olsun- ve hızı da müzik sesini de hafiften artırıyoruz... Şarkılara eşlik ediyoruz, oturduğumuz yerde danslar ediyoruz, bayağı bir eğleniyoruz; sürekli fotoğraf çekiyorsun hatta sen, bir öyle bir böyle, bir yanak yanağa, bir ellerimiz üst üste viteste... Bunu cidden yapacaktım ama şimdi sürpriz bozuldu tabi: Bir de sen böyle yaparken ben seni uyardıktan sonra aniden arabayı kenara çekecektim sinirli bir şekilde, sen hem üzülüp hem korkacaktın güya; tam onu hissettiğim anda benim fotoğraf makinasını çıkartacak, "Al bir de bununla çek bakalım." diyip sarılacaktım, sen de ikimiz sarılırken çekecektin, sonra da yol babamızın yolu tabi ya arabanın kaputunda yaslanıp falan bir sürü romantik poz verip varsa baldızı, yoksa da manevi baldızları (yani senin kankalarını) kıskandıracaktık... Sonra sen bir ara ayağa kalkıyorsun arabanın içinde mesela cam tavandan, yetmezmiş gibi bir de bağırıyorsun "Alptuğ'u çok seviyorum!" diye. O kadar da değil di'mi, bence de. Böyle böyle gidiyoruz uzunca, hunharca, delice pozlar veriyoruz falan. Derken Afyon'a varıyoruz -Sakin ol küçüğüm, seni kıytırık bir termal otele götürmeye niyetim yok- ve gel diyorum "Sana Cumhuriyet'te bir sucuk döner yedireyim.", ama yok, onu da beğendiremiyoruz tabi size hanfendi; den diyorsun ki "Ben sana sandviç hazırladım kendim, gidip elin sucuğunu mu yiyelim.", ben de naz edecek oluyorum ama dünden razıyım doğrusu, Özdilek'e doğru trafiğin genelde patladığı ve bazı akıllıların(!) offroadcı edası ile dağa tepeye tırmanarak kalabalığı aşmaya yeltendiği bir yer var, o arada usul usul giderken bir yandan da yiyoruz sandviçleri dur-kalklar eşliğinde... Yedikten sonra trafikten de çoktan kurtulmuş oluyoruz, lakin sana uyku basıyor haliyle, bana sorarsan tam da basması gereken yerde; tavanı yarıya indiriyor, camları da kapatıyorum, klimaya zaten asla dokunmuyorum soğuk falan alma diye, hızı da iyice düşürüyorum, nasılsa acelemiz yok; çoğunlukla yola ama arada bir de sana bakıyorum, çok güzel uyuyorsun, gerçi bir yerden sonra fena horluyorsun ama sorun değil. Şaka yapıyorum şaka, sen bana aldanma... Toroslar'ı tırmanıyoruz, güneş batıyor ağır ağır, sen de yavaş yavaş uyanıyorsun, hava desen biraz daha serinlemiş, tam kıvamında; bir yerde durabilsek de fotoğrafını çeksek diyorsun şu vaktin, yahu diyorum nerede durayım yolun ortası burası, şansımıza güzel de bir yerde trafik hafif duracak oluyor, o an deklanşöre basıyorsun. Antalya'dayız, havaalanının oraya çıkıyoruz, ok işareti şeklindeki tabelalardan TRT'yi bul, ona göre devam et... Nizamiyeye varıyoruz, sen "Burası denize bu kadar yakın mı?" diye hayrete düşüyorsun ve ben gülüyorum. Şuan nizamiyeden tam nasıl gireceğimiz hakkında bir fikrim yok ama rezervasyonumuz var falan deriz (olacak çünkü) geçeriz. Giriyoruz, saatler takriben böyle beş buçuk altıyı gösteriyor; arabayı otoparka park ediyorum ben seni kapıda bırakıp, bavullarla dönüyorum ve resepsiyona gidip anahtarları falan alıp bilekliklerimizi taktırıyoruz. Valizleri odaya koyuyoruz öylesine, ben tan yığılacakken sen mızıkçılık yapıyorsun, "Hadi ama kaptan, ilk günden böyleysen ohooo..." falan demeye başlıyorsun, tamam diyorum gel gidelim. Bizi A bloka yazmışlar, biraz uzak ama olsun... El ele tutuşup başlıyoruz o eski arnavut kaldırımlarını adımlamaya, dalga ve cırcır böceği seslerinin verdiği huzur yanında nem bizi olumsuz etkilese de umursamıyoruz; önce eski çay bahçesinin oradan diskonun önüne çıkıyoruz, diskodan zaten yemekhaneye gider gibi gidip yemekhanenin yanından sahil şeridine varıyoruz, bir iki tanıdığa rastlıyorum belki ben, seni de tanıştırıyorum, selamlar sabahlar, belki utandırıcı manalı bakışlar.
"Aaa sallanan koltuk da varmış." diye koşup oturuyorsun hemen birine, beni odadan çıkartmanın hıncıyla "İlk günden öyle rahat olmaz hanfendi, buyrun dalgakıranlara (fotoğraftaki) oturalım." diyorum, bir dudak büzüyorsun hemen pes ediyorum. Ha bir de o günün akşam yemeğine biz 10 lira farkla dışardan gelmiş gibi katılabiliyoruz, lakin sen açık büfeyi -ki öyle herhangi açık büfe gibi de değil- duymana rağmen büfeden bir şeyler alalım demişsin, iki magnum almışız, sallaha sallana yiyoruz deniz karşısında, tabi bu arada yine videolar, fotoğraflar... Çok duramıyoruz ama yorgunluktan, gerçi küçüklüğümden beri düşünmüş ve şahit de olmuşumdur, o sallanan koltuklarda yatmak muhteşem bir şeydir püfür püfür lakin yine de kendimize böyle bir eziyetten kaçınıyoruz. Odaya geçiyoruz geri, oda dediysem tek oda sağ ve sol iki bölüm, arada ortak bir lavabo ve mutfak. Sen balkonlu ve klimalı odaya yerleşiyorsun, bense vantilatörlü ve televizyonlu; biraz balkonda oturuyoruz ama önce, sen tabi çok heyecanlısın ben de seni dinliyorum hevesle, ama erken yatıyoruz günü iyi değerlendirmek adına, bakarsın daha iyi değerlendirmek için bir iyi geceler öpücüğü falan da... Sabah bir de bakıyorum erkenden hazırlanmış beni uyandırıyorsunuz hanfendi, saat belki altı bilemedin yedi; çok kızıyorum ama laf dinlemiyorsunuz, sürüne sürüne kalkıp giyiniyorum sahile gidiyoruz, annem gibi tutturuyorsun güneş kremi sür diye, bir de onunla uğraşıyoruz iki saat. Deniz çarşaf ama, sen çantanı eline alıp ben omzumda havlularla sahilin yolunu tutuyoruz ağır ağır. Havluları bırakır bırakmaz hoop denize -bu arada oranın adetidir havlu bırakmak, bir nevi rezervasyon, ama gece de kalırsa topluyorlar tabi- atlayıveriyoruz; biraz alışıyoruz sığda, koca denizde bir ikimiz zaten, bir de emekli bir çift, zaten onlar da bir şey yapıyormuşuz gibi bakıp duruyor bize. Karnımız acıkıyor, biraz sallanan koltuklarda oyalanıyoruz kuruyana kadar -kenarda duş var tabi, önce ona girmiş oluyoruz- ve yemekhaneye geçiyoruz, iki adım zaten, kahvaltıyı yapar yapmaz da tekrardan bıraktığımız havlularımızın yanına dönüyoruz. Çoluk çocuk doluşmuş kumsala, bir sürü ses, rüzgarın uğultusu... Yediklerimizi bastırdıktan sonra sen güneşlenmek istiyorsun ama ben beni sabah kaldırmanın inadıyla üzerine kum fırlatıyorum ve benle denize girmek zorunda kalıyorsun, bu defa paletle falan belki; çiçeği burnunda çiftiz biz -değilsek de onun gibi bir şey işte- sakinlik arıyoruz tabi, açılıyoruz ufaktan, belki de dubaya çıkıyoruz bilmiyorum. Hayal bu ya işte senin GoPro Hero 5'in oluyor bir tane, onu da bağlamış oluyorsun bikinine, bir de su altında, suya atlarken falan çekiyoruz yine düşman çatlatır bir şeyler... Çok da güneş altında kalmayalım diyoruz, deniz de dalgalanmış zaten, kıyıya çıkıyoruz; uzanıyoruz şezlonglarımıza, biraz bildirimlere, mesajlara bakıyoruz telefondan -aslında bir asilik yapıp teli falan komple kapatırdık romantizm kafasıyla ama liseden yeni mezun olmuşuz, ilk ve son tatilimiz olurdu- ve sonra ben çantadan meşhur Ali Lidar kitabımı çıkarıyorum hep o anı beklemişçesine -Hayır at kafası olan değil, Nihansu'nun aldığı; at kafası olanı hüzünlü günlerde okuyorum ,ki bu yüzden de çok yıpranmıştır, diğer kitabı ise umutlu ve mutluyken- ve sana birtakım dizeleri fütursuzca, adeta görmemişler gibi okumaya başlıyorum gözünün içine baka baka, malum senelerin birikimi... Artık güneş baş ağrıtır dereceye gelmeden odamıza çekiliyoruz, sırayla duşlarımızı alıyoruz, gyinip balkona oturuyoruz, sonra ben dolaptan bisküvi, içecek falan ufak atıştırmalıklar getiriyorum -onları ne ara alıp dolaba koyduk onu ben de şeyapamadım- ve azar azar onlardan yiyip serincecik odamızda ufak bir öğlen uykusuna dalıyoruz... Derken akşam vakitleri baş gösteriyor, hazırlanıp yemeğe iniyoruz, önceki akşamki senaryonun neredeyse aynısı ama bir fark ile; sen diyorsun "Ya keşke dün para verip yemeğe gelseydik", tatlı ne alalım, tuzlu ne alalım, bak bu da varmış sen seversin derken tabaklar hazırlıyoruz, tam sahile dönük tarafa, üstelik dışarıya oturuyoruz boş bir masa bulup -gerçi oralarda da kedi dolanıyor uyuz oluyorum ama neyse- ve güneşin batışını seyrederken ağır ağır karnımızı doyuruyoruz... Artık bir şey yiyemeyeceğimizden mutlak suretle emin olduğumuz vakit yemekhaneden çıkıyoruz, ışıkları yanmış çay bahçesinin yeşil, laci ve kırmızı, etraftaki otellerin havai fişekleri patlamaya başlamış, usul usul esiyor, insanlar salıncakları kapmış, okey taşı ve çay kaşığı sesleri artsa da sabote etmeye yetmemiş denizi. Sen odaya çıkmak isteyecek oluyorsun, bu seferde gıcıklık bu ya ben müsaade etmiyorum, gel kapıya diyor iç nizamiyeye götürüyorum seni, sen orada belirsiz beklerken arabayı alıp geliyorum; sen ufak bir şehir turu yapacağımız kafasıyla alışveriş merkezine gidelim falan diyorsun ama ben seni dinlemiyorum tabi, Kaleiçi'ne gidiyoruz, loş sokakları, eski usül tasarım bir iki ev, ufak hoş pansiyonlar, her tarafta farklı canlı müzikler çalan barlar falan direkt hasta oluyorsun zaten, yukarıda iskele sancak meyhanesi, aşağıda gemiler dizili, bir yukarıda bir aşağıda geziyoruz ve elbette ki sürekli bir şeyler çekip duruyoruz, ikimiz çekiniyoruz, ufak bir de tekne turu yapıyoruz hatta. Turda giderken interneti açıyoruz ne olup bitiyor diye; sarılmalı, öpücüklü gülücüklü binlerce pozumuz, İnsta'da baldızdan ve kayın kankalardan beğeniler, yorumlar akıyor, Twitter, Face patlıyor adeta ikimizle, hashtag bile açmışlar #AşıklarTatilde benzeri. Neyse bu hayal burada kalsın sevgilim, zaten sözde kısa tutacaktım lakin dayanamadım beni biliyorsun, bunun yanı sıra bir süre sonra hayal kurarken bile gerçek olmayacağı ihtimali fethediyor aklı ve umutsuzlaşıyor insan. Umarım o günlere kadar girersin hayatıma da, bunu olmasa da bir benzerini, eminim ki daha da güzelini yaşama fırsatı buluruz. Yeterince bekledim, beklemekteyim; lakin sen de beni kaçırma derim, gel işte, gel ve devamını beraber yazalım, sürpriz olsun. Sürpriz demişken, aslında bu plana dahil fakat benim değinmediğim, akla gelmeyen cinsten bir "teklif" de olabilir, ama sürpriz olsun işte.☺