İnce Detaylı Hayal: Tatil ve Aşk

Sana yazmayalı ne de çok olmuş benim hiç tanışmadığım sevgilim, günlük hayat seni unutturmasa da varlığına, daha doğrusu yokluğuna yazmayı güçleştiriyor sanırım. Bugün sana, seninle olan, geçen gün okul sıralarında kurduğum ve o günü mutlu geçirmemi sağlamış bir hayalimden söz edeceğim, diğer yazılardaki gibi, var olduğun gün okuman suretiyle...

Seneye yaz, sonuçlar açıklanmış, bir iletişim tasarım denk gelmiş Ankara'da, babam arabayı vermiş, "Baba ben yokum eylüle kadar." diyorum. Seni arıyorum sonra, "Yarına hazırlan, uzun bir yolculuğa çıkıyoruz." diyerek, sormana vakit tanımadan kapatıyorum ve hayal bu ya sonuçta, eylül ayına kadar bir erkekle baş başa bir yerde olmana ailen ne der hiç umrum olmuyor. Sen anlamlandıramıyorsun tabi, mesaj atıyorsun, arıyorsun vesaire fakat ben her defasında geçiştiriyorum. Derken sabah oluyor, alıyorum eşyaları atıyorum arabaya, usul usul geliyorum evinizin önüne; sen böyle camdan beni gözlüyorsun zaten, çıkıyorsun kapıya. Önce umutsuzum aslında, gelmeyeceğini düşünüyorum fakat sen elinde valizlerle çıkıyorsun kapıdan. Annene -ya da anneme mi demeliyim?- selam veriyorum, bavulları alacakken baban geliyor arkadan, bir şey demiyor lakin kıpkırmızı suratı, damarları belirginleşmiş, kaşları nasıl da çatık; ufaktan tırsıyorum annen hissediyor, "Sen ona bakma" der gibisinden sarılıyor bana...

Duygusal bir vedadan sonra gayet yavaş bir şekilde ilerliyoruz, zira baban hız sevmiyordur tahminimce, sevse bile biricik kızının olup kendi kontrolünde olmayan bir arabada. Neyse...
Yoldan onu da alalım, gidince şunu da yapalım, aman bunu da ihmal etmeyelim falan konuşuyoruz, ardından şehrin dışına çıkıyoruz; şu anda böyle bir şey hazırda yok ama o gün için özel hazırladığım playlisti açıyorum, hepsi birbirinden renkli, en favori en güzel şarkılar. Camları açıyoruz, güneş gözlüklerini takıyoruz -nereye gideceğimizi söylememişim- hatta hayal gereği cam tavanı da sonuna kadar açıyoruz -henüz ailede cam tavanlı bir aracımız yok ama olsun- ve hızı da müzik sesini de hafiften artırıyoruz... Şarkılara eşlik ediyoruz, oturduğumuz yerde danslar ediyoruz, bayağı bir eğleniyoruz; sürekli fotoğraf çekiyorsun hatta sen, bir öyle bir böyle, bir yanak yanağa, bir ellerimiz üst üste viteste... Bunu cidden yapacaktım ama şimdi sürpriz bozuldu tabi: Bir de sen böyle yaparken ben seni uyardıktan sonra aniden arabayı kenara çekecektim sinirli bir şekilde, sen hem üzülüp hem korkacaktın güya; tam onu hissettiğim anda benim fotoğraf makinasını çıkartacak, "Al bir de bununla çek bakalım." diyip sarılacaktım, sen de ikimiz sarılırken çekecektin, sonra da yol babamızın yolu tabi ya arabanın kaputunda yaslanıp falan bir sürü romantik poz verip varsa baldızı, yoksa da manevi baldızları (yani senin kankalarını) kıskandıracaktık...

Sonra sen bir ara ayağa kalkıyorsun arabanın içinde mesela cam tavandan, yetmezmiş gibi bir de bağırıyorsun "Alptuğ'u çok seviyorum!" diye. O kadar da değil di'mi, bence de.
Böyle böyle gidiyoruz uzunca, hunharca, delice pozlar veriyoruz falan. Derken Afyon'a varıyoruz -Sakin ol küçüğüm, seni kıytırık bir termal otele götürmeye niyetim yok- ve gel diyorum "Sana Cumhuriyet'te bir sucuk döner yedireyim.", ama yok, onu da beğendiremiyoruz tabi size hanfendi; den diyorsun ki "Ben sana sandviç hazırladım kendim, gidip elin sucuğunu mu yiyelim.", ben de naz edecek oluyorum ama dünden razıyım doğrusu, Özdilek'e doğru trafiğin genelde patladığı ve bazı akıllıların(!) offroadcı edası ile dağa tepeye tırmanarak kalabalığı aşmaya yeltendiği bir yer var, o arada usul usul giderken bir yandan da yiyoruz sandviçleri dur-kalklar eşliğinde...
Yedikten sonra trafikten de çoktan kurtulmuş oluyoruz, lakin sana uyku basıyor haliyle, bana sorarsan tam da basması gereken yerde; tavanı yarıya indiriyor, camları da kapatıyorum, klimaya zaten asla dokunmuyorum soğuk falan alma diye, hızı da iyice düşürüyorum, nasılsa acelemiz yok; çoğunlukla yola ama arada bir de sana bakıyorum, çok güzel uyuyorsun, gerçi bir yerden sonra fena horluyorsun ama sorun değil. Şaka yapıyorum şaka, sen bana aldanma...
Toroslar'ı tırmanıyoruz, güneş batıyor ağır ağır, sen de yavaş yavaş uyanıyorsun, hava desen biraz daha serinlemiş, tam kıvamında; bir yerde durabilsek de fotoğrafını çeksek diyorsun şu vaktin, yahu diyorum nerede durayım yolun ortası burası, şansımıza güzel de bir yerde trafik hafif duracak oluyor, o an deklanşöre basıyorsun.

Antalya'dayız, havaalanının oraya çıkıyoruz, ok işareti şeklindeki tabelalardan TRT'yi bul, ona göre devam et... Nizamiyeye varıyoruz, sen "Burası denize bu kadar yakın mı?" diye hayrete düşüyorsun ve ben gülüyorum. Şuan nizamiyeden tam nasıl gireceğimiz hakkında bir fikrim yok ama rezervasyonumuz var falan deriz (olacak çünkü) geçeriz. Giriyoruz, saatler takriben böyle beş buçuk altıyı gösteriyor; arabayı otoparka park ediyorum ben seni kapıda bırakıp, bavullarla dönüyorum ve resepsiyona gidip anahtarları falan alıp bilekliklerimizi taktırıyoruz. Valizleri odaya koyuyoruz öylesine, ben tan yığılacakken sen mızıkçılık yapıyorsun, "Hadi ama kaptan, ilk günden böyleysen ohooo..." falan demeye başlıyorsun, tamam diyorum gel gidelim. Bizi A bloka yazmışlar, biraz uzak ama olsun...
El ele tutuşup başlıyoruz o eski arnavut kaldırımlarını adımlamaya, dalga ve cırcır böceği seslerinin verdiği huzur yanında nem bizi olumsuz etkilese de umursamıyoruz; önce eski çay bahçesinin oradan diskonun önüne çıkıyoruz, diskodan zaten yemekhaneye gider gibi gidip yemekhanenin yanından sahil şeridine varıyoruz, bir iki tanıdığa rastlıyorum belki ben, seni de tanıştırıyorum, selamlar sabahlar, belki utandırıcı manalı bakışlar.
"Aaa sallanan koltuk da varmış." diye koşup oturuyorsun hemen birine, beni odadan çıkartmanın hıncıyla "İlk günden öyle rahat olmaz hanfendi, buyrun dalgakıranlara (fotoğraftaki) oturalım." diyorum, bir dudak büzüyorsun hemen pes ediyorum. Ha bir de o günün akşam yemeğine biz 10 lira farkla dışardan gelmiş gibi katılabiliyoruz, lakin sen açık büfeyi -ki öyle herhangi açık büfe gibi de değil- duymana rağmen büfeden bir şeyler alalım demişsin, iki magnum almışız, sallaha sallana yiyoruz deniz karşısında, tabi bu arada yine videolar, fotoğraflar...

Çok duramıyoruz ama yorgunluktan, gerçi küçüklüğümden beri düşünmüş ve şahit de olmuşumdur, o sallanan koltuklarda yatmak muhteşem bir şeydir püfür püfür lakin yine de kendimize böyle bir eziyetten kaçınıyoruz. Odaya geçiyoruz geri, oda dediysem tek oda sağ ve sol iki bölüm, arada ortak bir lavabo ve mutfak. Sen balkonlu ve klimalı odaya yerleşiyorsun, bense vantilatörlü ve televizyonlu; biraz balkonda oturuyoruz ama önce, sen tabi çok heyecanlısın ben de seni dinliyorum hevesle, ama erken yatıyoruz günü iyi değerlendirmek adına, bakarsın daha iyi değerlendirmek için bir iyi geceler öpücüğü falan da...
Sabah bir de bakıyorum erkenden hazırlanmış beni uyandırıyorsunuz hanfendi, saat belki altı bilemedin yedi; çok kızıyorum ama laf dinlemiyorsunuz, sürüne sürüne kalkıp giyiniyorum sahile gidiyoruz, annem gibi tutturuyorsun güneş kremi sür diye, bir de onunla uğraşıyoruz iki saat. Deniz çarşaf ama, sen çantanı eline alıp ben omzumda havlularla sahilin yolunu tutuyoruz ağır ağır. Havluları bırakır bırakmaz hoop denize -bu arada oranın adetidir havlu bırakmak, bir nevi rezervasyon, ama gece de kalırsa topluyorlar tabi- atlayıveriyoruz; biraz alışıyoruz sığda, koca denizde bir ikimiz zaten, bir de emekli bir çift, zaten onlar da bir şey yapıyormuşuz gibi bakıp duruyor bize. Karnımız acıkıyor, biraz sallanan koltuklarda oyalanıyoruz kuruyana kadar -kenarda duş var tabi, önce ona girmiş oluyoruz- ve yemekhaneye geçiyoruz, iki adım zaten, kahvaltıyı yapar yapmaz da tekrardan bıraktığımız havlularımızın yanına dönüyoruz.

Çoluk çocuk doluşmuş kumsala, bir sürü ses, rüzgarın uğultusu... Yediklerimizi bastırdıktan sonra sen güneşlenmek istiyorsun ama ben beni sabah kaldırmanın inadıyla üzerine kum fırlatıyorum ve benle denize girmek zorunda kalıyorsun, bu defa paletle falan belki; çiçeği burnunda çiftiz biz -değilsek de onun gibi bir şey işte- sakinlik arıyoruz tabi, açılıyoruz ufaktan, belki de dubaya çıkıyoruz bilmiyorum. Hayal bu ya işte senin GoPro Hero 5'in oluyor bir tane, onu da bağlamış oluyorsun bikinine, bir de su altında, suya atlarken falan çekiyoruz yine düşman çatlatır bir şeyler... Çok da güneş altında kalmayalım diyoruz, deniz de dalgalanmış zaten, kıyıya çıkıyoruz; uzanıyoruz şezlonglarımıza, biraz bildirimlere, mesajlara bakıyoruz telefondan -aslında bir asilik yapıp teli falan komple kapatırdık romantizm kafasıyla ama liseden yeni mezun olmuşuz, ilk ve son tatilimiz olurdu- ve sonra ben çantadan meşhur Ali Lidar kitabımı çıkarıyorum hep o anı beklemişçesine -Hayır at kafası olan değil, Nihansu'nun aldığı; at kafası olanı hüzünlü günlerde okuyorum ,ki bu yüzden de çok yıpranmıştır, diğer kitabı ise umutlu ve mutluyken- ve sana birtakım dizeleri fütursuzca, adeta görmemişler gibi okumaya başlıyorum gözünün içine baka baka, malum senelerin birikimi...

Artık güneş baş ağrıtır dereceye gelmeden odamıza çekiliyoruz, sırayla duşlarımızı alıyoruz, gyinip balkona oturuyoruz, sonra ben dolaptan bisküvi, içecek falan ufak atıştırmalıklar getiriyorum -onları ne ara alıp dolaba koyduk onu ben de şeyapamadım- ve azar azar onlardan yiyip serincecik odamızda ufak bir öğlen uykusuna dalıyoruz...
Derken akşam vakitleri baş gösteriyor, hazırlanıp yemeğe iniyoruz, önceki akşamki senaryonun neredeyse aynısı ama bir fark ile; sen diyorsun "Ya keşke dün para verip yemeğe gelseydik", tatlı ne alalım, tuzlu ne alalım, bak bu da varmış sen seversin derken tabaklar hazırlıyoruz, tam sahile dönük tarafa, üstelik dışarıya oturuyoruz boş bir masa bulup -gerçi oralarda da kedi dolanıyor uyuz oluyorum ama neyse- ve güneşin batışını seyrederken ağır ağır karnımızı doyuruyoruz... Artık bir şey yiyemeyeceğimizden mutlak suretle emin olduğumuz vakit yemekhaneden çıkıyoruz, ışıkları yanmış çay bahçesinin yeşil, laci ve kırmızı, etraftaki otellerin havai fişekleri patlamaya başlamış, usul usul esiyor, insanlar salıncakları kapmış, okey taşı ve çay kaşığı sesleri artsa da sabote etmeye yetmemiş denizi. Sen odaya çıkmak isteyecek oluyorsun, bu seferde gıcıklık bu ya ben müsaade etmiyorum, gel kapıya diyor iç nizamiyeye götürüyorum seni, sen orada belirsiz beklerken arabayı alıp geliyorum; sen ufak bir şehir turu yapacağımız kafasıyla alışveriş merkezine gidelim falan diyorsun ama ben seni dinlemiyorum tabi, Kaleiçi'ne gidiyoruz, loş sokakları, eski usül tasarım bir iki ev, ufak hoş pansiyonlar, her tarafta farklı canlı müzikler çalan barlar falan direkt hasta oluyorsun zaten, yukarıda iskele sancak meyhanesi, aşağıda gemiler dizili, bir yukarıda bir aşağıda geziyoruz ve elbette ki sürekli bir şeyler çekip duruyoruz, ikimiz çekiniyoruz, ufak bir de tekne turu yapıyoruz hatta. Turda giderken interneti açıyoruz ne olup bitiyor diye; sarılmalı, öpücüklü gülücüklü binlerce pozumuz, İnsta'da baldızdan ve kayın kankalardan beğeniler, yorumlar akıyor, Twitter, Face patlıyor adeta ikimizle, hashtag bile açmışlar #AşıklarTatilde benzeri.

Neyse bu hayal burada kalsın sevgilim, zaten sözde kısa tutacaktım lakin dayanamadım beni biliyorsun, bunun yanı sıra bir süre sonra hayal kurarken bile gerçek olmayacağı ihtimali fethediyor aklı ve umutsuzlaşıyor insan. Umarım o günlere kadar girersin hayatıma da, bunu olmasa da bir benzerini, eminim ki daha da güzelini yaşama fırsatı buluruz. Yeterince bekledim, beklemekteyim; lakin sen de beni kaçırma derim, gel işte, gel ve devamını beraber yazalım, sürpriz olsun. Sürpriz demişken, aslında bu plana dahil fakat benim değinmediğim, akla gelmeyen cinsten bir "teklif" de olabilir, ama sürpriz olsun işte.☺


0 Yorum:

Yorum Gönder