Özen gösterişlerimize yazık... Senelerdir hayat ve hatayı kendimde aradığım vakalar, ilişkiler ya da artık ona benzememeye başlamış şeyler. Dev bir ön yargı belki şu an karşılaşacağınız, ama kusurlu, ama kusursuz, ama gerçek... Şöyle söyleyeyim, biri için belki eksi beş derecede bir belki daha fazla saat beklemişsindir; bir laf eder diye değil, haline acır diye değil, beklediğini görür diye hiç değil inanır mısın, yalnızca ve yalnızca belki yeniden gelir diye; sonraysa karşılaşırsın, bir de görürsün ki kapı duvar deyiminin vücut bulmuş halidir artık o sana, senin ayaklarını hissetmeyene dek onu bir put gibi beklediğini bilir mi, bilmez tabi. Kimse bir bok bilmez esasen, eş dediğin, dost dediğin, bilmem ne dediğin, bir yere koyduğun, özen gösterdiğin belki de kimse. Aksi yok mudur? Vardır, fakat nerede işte... İtibar kaybediyoruz merkez... Yaptığım ve yapabileceğim en güzel resmin içinde bulunduğu, çöpe yuvarladığım defter şahidimdir ki; yalanlarınızın, yoktan sevginizin, belli belirsiz hallerinizin, olmayıp da oluyor göründüğünüz iyi kadının mesela, ne bileyim biraz da böyle hiç gitmeyecek durup asla olmamışlıklarınızın, pişman olmayı belki de asla aklınıza getirmeyeceğiniz onca huyunuzun Allah belasını versin hanımlar, biraz da sizin tabi... Hepiniz değil belki, ama rastladıklarım, yoluma çıkanlar; çıkmayın kardeşim yoluma, yapmayın bu klişeyi, yalnız da olsa eksik gedik de olsa bir şekilde hayatını idare ettiren benim gibi orta halden ibaret adamları, bilemiyorum belki eğlenceniz belki de fıtratınız içindir ama umurumda değil, bırakmayın hevesleriyle, kursaklarından bile daha derinde bir yerlerde, öldürdüğünüz çocukluklarıyla baş başa üstelik. Bu da "Birisiyle bir şekilde yola çıkmış bir adamın, çıktığı bu yolu başka türlü algılaması ancak öyle olmamasının ardından yolun bitmesi" şeklinde algılamayın, gevelememek gerekirse "arkadaşlığı umduğu gibi aşka dönüşmemiş bir adamın basit çığlığı" olarak asla düşünmeyin, düşüncenizi öldüren biri çıkar, belki bunun için sizi bile öldürür hatta; ya manen, ya da fiziken... Yapmayın bunu hanımlar, bu zamana kadar böyle geldim, elli taneniz geldi, hatta her biriniz gelmeden dahi bir şeyler götürdü ve pişkince gitti, ardında bir kusmak bıraktı, ama ben de kaldım; o yüzden artık, alacağınızı alın ve yekten uzaklaşın. Olmaz olmaz ya, bana da gerçekten hak ediştiğim biri çıkıverir "Her kimce oluşu fark etmeksizin sevilmesi gereken bir kadını sevmeden, mutlu edilmesi gereken bir kadını etmeden bu dünyadan ayrılmamak." mottomu gerçekleştirmeme binaen; ona da temkin adı altında saçma yaklaşmayayım, belki de sizlere, geçmişime, sizlere özen gösterişlerime, sizlere aldanışıma kızarken arada ona da sıçramayayım, onu da sizden biri görüp, içimdeki inatçı ben gereğince onu kaybetmek için elimden geleni yapmayayım. Zaten anlamaktayım ki ziyadesiyle, bir kadına yaklaşılmaz, aleladeyi bırak hiçbir şekilde; hatta dediğim gibi çoğu da öyle gerçekten yaklaşmaz, seni senden çalabilecek kadar, hepsi bu. Dost klasmanında yahut başka bir şekilde, bir iki kadın hariç diğerlerinin bana karşı hiçbir olumlu tavrında en ufak samimi olmadığı fikrini beslemeye başladım eksi beşten de önce, bu böyle nereye gider nasıl şekillenir bilmem, fakat ben kendi kendime bu septik adam olmadım, en başından kabuğumu kıranlar utansın. Diyorum ya yalnızdım, yalnızlıktan şikayetçiydim falan ama şiirlerim vardı, şarkılar vardı, yeterdi; neden illa hayatıma girip, önce ağzıma bal çalar gibi beni kuytumdan edip, anlaşılacağım vaadiyle bütün eski hislerimi -gayet de aşk- su yüzüne çıkarttırıp -eminim ki bile bile- ardından anlamazlığın dik alasını yaşatıp bana kendi içimde yeni bir kuytu kurarsınız ki; üstelik bana da vah tüh ki ben hala öyle güzel gülen birilerinden bunu beklememekteyim, seneler önceki o lanet kadın için de, şuanki için de -şuan doğru bir tanım olmasa da, belirli bir kiple çekimleyemediğim- ve bununla yetinmeyip, lanetler ederken dahi bir taraftan, içimin en derinlerinden "Ama yok ya" acımasını duyar gibiyim... İçim ufacık bir çocuk sanki, herkese güvenen her şeyi iyi bilen falan klasik masum çocuk; fakat kabuğum -tıpkı sakallarım gibi- otoriter bir yetişkin edasıyla ona karşı, "güya" bilmediği bu kirli dünyadan onu uzak tutmak adına, dışarıya -emin olun kime anlatsam haklı bulunacağım takdir ve ölçüde- duvar örüp nefret besleyen yaşlı bir kadın. Neden kadın? Çünkü ben burada bir anlık olmasa bile belki birkaç yıllık sinirle istediğim kadar geveleyeyim, hangi kadının ne kadar hin olduğunu ancak bir diğeri bilir; işin kötüsü, bunu yapmak işine gelse dahi asla sana söylemez, söyleyecek olduğu vakitse muhtemelen sen inanmayacak durumdasındır kardeşim, iyisi mi şimdiden geçmiş olsun. Şuan bu fikir ve hislerdeki ben o ben değil biliyorum, asıl ben değil bu, herkes farkında sayılır; dedim ya, o kadın bir koruma modu, yersiz kahkahalar, barut gibi dolanmalar, türlü anlamsızlık ve tezatlık bütünleri, hepsi bir parçası. Neyin mi? Şarkısı dahi var ya hani "Beni siz delirttiniz...", o işte. Şimdiyse biri tutup, yine bir kadının bana kazandırdığı bu özelliklerimi, yani kadınlara olan güvensizliğimi, sertliğimi, hepsini bir tutmamı, hepsine kötü bakmamı ve vesaireyi yargılayacak biri olursa; çirkinleşme hususunda bu bana derin birtakım esneklikler sunmaktan asla kaçınmam, gözünün yaşına bakmam; bu beni kötü bir adam gösterir belki, hatta kesinlikle öyle gösterecektir, lakin eminim ki benim kimi kadınları gördüğüm, daha da doğrusu kimi kadınlardan gördüğüm kötülükler kadar değil... Özen gösterdiklerimiz bunlar işte, alın şimdi siz başınıza çalın. Ben? Ben o kadını beklemeye devam ya, ruh eşimi, hikayeyi biliyorsunuz zaten. Ha demin saydırdım saydırdım şimdi beklemekten söz ediyorum, e siz de haklısınız tabii; şöyle izah edeyim, dostluk denen şeyin benim için önemini izah etmeye gerek duymuyorum ancak koca bir dostluğu bana göre -belki de bana yapıldığı içindir- çirkin bir şekilde yok saymış birisini dahi affettim yakın zamanda, ayrıca hatalarım için özür diledim; hatalı adamım malum, sabah beri söylediğim de bu ya zati, mesela çok bir yufka yürekli... Son bir söz olarak da tüm dünya hanımlarına: Bilirim, görür duyarım siz de çekersiniz nice erkek benzeri mahluktan; fakat bu demek değildir ki acısını benden çıkarın gelip gidip, e bana da yazık... Usta gitaristin dediği üzere: "Benden bir ruhsuz yaratmayı nasıl başardınız? Benden bir hissiz yaratmayı nasıl başardınız? Benden bir uyumsuz yaratmayı nasıl başardınız? Benden sizden biri yaratmayı nasıl başardınız?"
2016'da bitiyor, her ne kadar 31 Aralık akşamının 20:52'sinde olsak dahi bitiyor işte, bir şeyleri dank etmek için 12'den medet ummak biraz umutsuzca geliyor bana. Açıkçası içimde bir sıkıntı, o da bu seneye çok alıştığımdan falan filan değil ha; saçma gelecek, çok saçma gelecek ve hakikaten de öyle, fakat zannımca bunun da sebebi yalnızlık. Bu seneyi gözden geçiriyorum, olmuşu, bitmişi, ölmüşü falan; derken geçen senelere bakıyorum, onlar da aynı. Sonra insanlara bakıyorum, karşılıklı olarak birbirlerine gönüllerini atfediyorlar falan, kimileri yan yanalar, birbirine şiir okuyanlar, birbirleriyle bakışanlar, anlamlı laflar sıralayanlar... Sanırım müziği durdurup tam manasıyla içimdekine odaklanmam gerek şuan. Tabaktaki yemek de bitiyor, uyku da elinde sonunda, mürekkep de kendi çapında, kağıt peçeteler de mütemadiyen, müjdelercesine... Gelip gelip belirginliğini yitiren ve ardından tekrar beliren bir his var bu gece içimde; yanlız olmaktan kasıt, anlatamadığım biçimde "birisi ile bir sevgi yaşamak"ı aşıyor aslında, bu yalnızlık daha çok içinden geçen onca iyi hissi bile bir başına zaptedebilmenin de vermiş olduğu utanç gibi. Herkesin aklında birileri, kalbinde birileri, o birilerinde onlar veya başkaları, başkalarındaysa ya birileri ya da başka birileri; yapamadığımız ne de çok şey var öte yandan irili ufaklı, önemli önemsiz ama kendince de birer değere mahsus ne kadar fiil var. Her sene kadar yalnız, her sene kadar aynı, her sene kadar bu beti benzi atmış satırlarla bezeli, her sene tıpkı bu ve diğer yazılar kadar okunup geçilmekten ibaretliğe yüz tutmuş...
Öyle bizi anlayan, dost diye bir şey diye yanıbaşında gezdirecek insan sayısı da çok az -onlar kendilerinin farkındalar- bizi sevecek kadın da yok açıkçası. Yanlızlıktan yakındığıma bakmayın, her nedendir ben de bilmem fakat bu durum beni ırgalamıyor, birinin beni sevecek olmayışı yani; alıştık da, hem ne yapayım, kendime insan mı yaratayım (haşa) yoksa oturup ağlayayım mı? Tüm bunlar değil de bu sene dedim kendime oynayayım bari, ekseriyetle bu denli yalnızken, ne demeye oturup düşünmüyoruz madem? Şarkıdaki gibi sil baştan başlamak, bütün ilişkilere, bütün kuruntulara, hatta bu yalnızlığa bile, okumuş olduğun o şiir kitabına, dinlemeyi bıraktığın güzel şarkılara, her şeye... Ölüm bile bitiyor, kavuşmak da bitiyor, ayrılık da bitiyor, gece de bitiyor, siyonizm de bitiyor, terör de bitiyor kendince çaktırmadan... Dedim ya bir tuhaf, Allah Allah, Şebnem Ferah'ın da etkisi olabilir bunda -kaldı mı dediğinizi duyar gibiyim, iyi şeyler daima kalıyor, kötüler bile kalırken- lakin zannetmiyorum. Belki de yalnız olmak benim için mertebeleşmiştir, mertebe dediysem de taş çatlasın filmlerdeki "babacan balıkçı" rolünden daha öteye gidemeyecek ölçüde, ama ben severim şahsen, o rollerin de kendince bir tatlılığı mevcuttur, hatta belki en iyisi Erkan Can'ın "Gemide" filmindeki halidir. Konu neden dağıldı bilmiyorum bu kadar, belki ben dağıldım, laf aramızda bugün biraz kola içme gafletinde bulunmuş olabilirim. Bu arada dün Aydan ablanın tavsiyesiyle Sabahattin Ali'nin "Kırlangıçlar" hikayesini okumuş olmamın da bu tuhaf histe bir etkisi bulunabilir, zira son dönemimle bire bir denecek durumlar... Her neyse...
Yahu bilader her şeye iyi hoş, her şeyi hallederiz, bir sene daha altından kalkarız, göğüs gereriz eyvallah; lakin ısrarcı bir aptal gibi görünmek istemesem bile, neredeyse her yazının sonuna sıkıştıracağımı sizin bile bildiğiniz ölçüde "sevmek". Duyusal herhangi etkileşime geçmeyi bir kenara bırak, şu gün şu anda evde otururken, odamda tek başıma karanlığın içindeyken eşzamanlı olarak birbirimizi aklımızdan geçirmemiz suretiyle istemsiz gülümseyeceğim biri olmalı; çok şey kaçırıyorum gibi geliyor, sonra da hayatın kısa olduğu ve bir yılın bile adeta göz kırpması misali anılara karışacağı geliyor aklıma birkaç saat sonra ve ister inanın ister inanmayın, güzel fakat acı da olan mutlak bir masumiyetle, şu an bile kalan pek çok şeyin arasında, söylemeye biraz utansam dahi saklamayacağım biçimde en çok bunu istiyorum. Fakat umut, umut, ki umut ve umut; demem o ki malum, yapacak bir başka şeyimiz yok, olana kadar bari umut edelim; Allah'ın mucizelerine inanırım ben -her ne kadar çoğu öylesine durumu birer işaret görüp boş yere umutlanmamı sağlasa da kimi zaman- bilirim ki, benim mucizem de bir yerlerdedir, birilerinde bir şekildedir, olmuş yahut olacaktır. Sevilmemek de bitiyor, gözyaşı da bitiyor, delilik de bitiyor, yaşlanmak da bitiyor, göz kırpmak da bitiyor sessiz sedasız... Hayallerim fazla güzel de, ben toplumsal aciziyetler neticesinde bunların altında mı kalıyorum acaba? Neydim ne oldum, ne kadar saptım kendimden, ne kadar kendime yakıştım, kim için ne ifade ettim, hangi anlamda hangi olması gerekene ne kadar yakın kaldım ve de tüm bunları hangi haklı haksız bilinçler doğrultusunda yaptım? Bugün belki bu soruların cevaplarına önem vermemeyi öğrenmiş gibiyim, bir sakinlik, bir serbestlik; işlerin sarpa saracağını asla aklından çıkarmazlık, fakat henüz sarmamasından cesaretle tıpkı bir terzi gibi, kendi yüzünde gülümsemeye imkan tanıyacak bir pay bırakabilmek adına gösterdiğim onca "farkına varmak" adlı algısal çaba sarf etmek.
Başlamak için asla geç değil ya, hakikaten; kaldı ki bu defa gayemiz baştan başlamak değil, sadece başlamak, ordan buradan fark etmeden tekrar başlamak. Çünkü başlamak, tıpkı bir kadını sevmek ya da bir çocuğu umutlandırmak kadar gereksinim, en azından benim için. Böyle geldim böyle gideceğim, baştan başa birer başlangıç her yönden, pek çok an, pek çok anı, hep çok kelime... Ya arkadaşlar, sırf yaşamadığımız şeyleri yaşamak adına sözleşip bu gece birbirimize formaliteden ilan-ı aşk falan mı etsek? Hadi bu biraz abartı, en azından birbirimize iyi yıllar mesajı falan atabiliriz, sizi bilmem ama ben bunu da almadım. Bugün böyle bir şey yapalım evet, bu çağrıma kimsenin kulak vermeyeceğini bilsem de ben yaparım; çoğu insan pek çok şey hak ediyor yahu, ne hayatlar var, ne kadınlar ne erkekler var, ne hikayeler, neler neler. Kimilerine bir gölge, kimilerine bir hikaye olmak için bu sene, bu hava da bitiyor... Mazot da bitiyor çiçeklerin ömrü de, kitaplar da bitiyor buzullarda yaşam da, yalnızlık da bitiyor pek çok savaş da, kimi zaman iz dahi bırakmaksızın... Palyaço şiirine ithafen; bitmesin hiçbir şey, hiçbir şeyden dahi olsa kalsın biraz. Kalmak adına, kaldırmak adına, kalkınmak adına belki; bu gece bu insanlara güvenini yitirmiş, bekleyesi kaçmış, herkesten bir nefret kapan kendince, ruhu paslanmış Alptuğ biraz müştemilata gitsin de, o eski sevmek ve sevilmenin her şartta her şeyden güzel olduğuna inanan Alptuğ geri mi gelsin istersiniz, ardında başta kendininki olmak üzere hiçbir kırık kalp veya tereddüt bırakmaksızın; hatta size bir güzellik yapıp, bu defa mızıkçılık etmeden, yani bunun için bir sebebe ihtiyaç duymadan bunu yapsın. Endişe etmeyin, öyle yapacak zaten; çünkü o da öyle bir sebebin gelmeyeceğini kabullenmiş vaziyette, ancak umutsuzluk manasında değil de, bir nevi erdem olarak. Av Mevsimi filminin ana düşüncesi gibi tıpkı, "bakış açısını değiştirmek" ocak ayı kapıya dayanırken; ancak dedim ya yalnızlıktan da bu, hayatına yeni insan katılmayan, katılsa da rüzgar gibi yanında bir şeylerle derhal geri gitmekle hükümlü olan birisinin kendi çapında gerçekleştirebileceği en büyük devrim belirli aralıklarla tarzını ve kişiliğini değiştirmektir; tatmin olana, bakarsınız onu tatmin edecek ölçüde biri onun bu değişiminden tatmin olana dek belki. Senin benim gibilere değişimin zararı olmaz, belki bu defa dal da değil bir basamak buluruz arkadaş... Biz bitmeyeceğiz...
*Aşağıdaki şarkı eşliğinde okunması tavsiyedir. Alacalı lafların meşrebi olmadığı gibi ben de yalnızım, aynı ilahi takdirde istisnasız tekerrürler halinde ve sevip de sevilmemek neticesiyle, üstelik üslup kaygısı dahi gütmeksizin, alelade ve destursuz, saçma sapan ancak kurgusuz. Yahu insan bazen, nasıl desem... Her şeyi bir şekilde gerçekten ifade edebileceğinin farkına varıyor -ya da bir nevi özgüven mi geliyor bilemedim- ve yalnızca nereden başlaması gerektiği konusunda kararsız kalıyor, tutumsuz, hissiz, düşüncesiz, farkında olmadan belki asık suratlı ve kesinlikle de kaba. Sonuç olarak birilerine -böbürlenmekle alakası yok- dünyada duyabileceği belki en güzel sözleri söylüyorsun, yazıyorsun ne bileyim; karşındaki insan sevdiğinse yüzüne bile bakmaz oluyor, dostunsa "Amaan boşver yaa!" havasından öteye gitmiyor bile isteye. Anlayacağın o ki havada kalıyor cümlelerin, daha çok da cümleleri oluşturan o oluşun ve tabii ki hiç şüphesiz en çok da sen...
Ben şahsen bıktım havada kalan adam olmaktan, o kadar karışık ya da o kadar klişe cümleler falan mı kuruyorum bu kadar anlaşılmayı güç kılacak yahut bir çeşit meczup gibi görünmeye sebebiyet verecek? Her ne kadar edebiyatın hastası olsam da, bazen "Ulan bu yaptığım, senin anladığın şey edebiyat falan değil; bu benim içimdeki tümör, kist!" falan demek istiyorum, şairsem sadece kalbime laf geçirmemem ve işe yarar tek uzvum olarak parmaklarımı görmemden, ancak sorun şu ki bu cümle dahi edebiyata kayıyor. Ben roman karakteri de değilim, filmden de fırlamadım, rol de asla yapmadım; nedense insanların gerçek olmaktan sürekli alıkoyduğu bir düşüncenin parçası, belki de ana maddesi gibi hissetmekten alıkoyamıyorum kendimi, kaldı ki özellikle son dönemde rol yapan insanların, edebiyat yapmış olmak için hiçbir mana gözetmeden bir şeyler çiziktirenlerin ama en çok da kendini alternatif müziklere kaptırarak alternatif yaşayan ya da bunu seven biri gibi hissetmeye içten içe zorlayan, fakat öyle olmadığı yazık ki bariz olanların artması da buna tuz biber oluyor... Bazen insanların inanmadığı iyilikteyim, örneğin aşk ve sevgi hususunda; bazen yakıştıramadıkları benlikteyim, örneğin ya bu çiçek edebiyatımla asık ve asabi suratım arasında, ya da merhametimle çok çabuk "Allah hepinizin belasını versin!" moduna gelebilmem mevzusunda. Bir bünye bu kadar tezatlığı kaldırmaz düşündüğünüzü duyar gibiyim; lakin siyahla beyazı mukayese etmek gibi değil bu, bunların hepsi, belki de başka birinde rastlayamayacağınız durulukta gri haller. İnsanlar -örneğin siz- beni nasıl hayal ediyor fiziken, ya da tam tersi fiziken rastlamış olanlar ruhumu hangi cüretle ne diye çözümlüyor öylesine merak edip eşzamanlı olarak da umursamıyorum ki, bilseniz limon sıkarsınız... Sıkıcı ve uzun bir paragrafın ötesinde, asıl mevzunun vakti gelmiş geçiyor; tüm bu fikirlerden yola çıkarak, birinin, herhangi birinin beni sevme ihtimali ve bu ihtimalin her bir paydası için sevme nedenleri, bu nedenlerinse saymış olduğum bütün bu durumlara yönelik etkisi ve yine bu durumlardan edindiği unsurlar, onun onu yok etmesi, bunun bunu ikiye katlaması derken bir sonuca varamadım. Ancak yine de bunu düşünmek bana keyif veriyor, gerçekten öyle biri çıkacak mı diye; demek istediğim, bu derin sulara dalacak biri bir gece vakti bile, dibindeki canavarlara inat onların ona zarar vermeyeceği gibi masum bir umutla derinlere inip denizin o koca incisini tutacak biri, ağır bile olsa, orada boğulmak pahasına o inciyi gün yüzüne çıkarmaya çabalayacak kadar sevip düşünecek biri, o inciyi hiç yanından ayırmayacak biri belki... Hiçbirimiz sütten çıkmış ak kaşık, yahut sudan çıkmış beyaz inci değiliz belki; ama hepimizin içinde öyle bir inci var, birilerinin zamanla derine gömdüğü, tıpkı bir çapa gibi derine inip onu da yanında götürdüğü; ancak bazılarınınsa, bize tamamen yabancı olmasına rağmen bu kadere razı gelmediği ve kendininmişcesine muhafaza ettiği. Aşk budur işte, sen karşındakinin incisini görürsün muhafaza edersin; ayrıca biraz da merhametle başlar aşk, sevmek zaten en büyük merhamet ve marifettir, özellikle de ben gibi, kırgın-küskün, bundan mütevellit diğer her şeye de biraz asabi, ayrıca da ürkek, içi belki inci dolu fakat kimse çıkartmadı diye bunu inkar eden, kendiyle ya da yazılarıyla başbaşa kaldığındaysa bu gerçeği en az kendi kadar derinden kabullenip o inciyi onun bütün o iyi ama inat, nazik ama tedbir adı altında saldırgan, sevilmeyi hak eden fakat her nedense sevilmedikçe daha çok etmiyormuş gibi davranan ve her defasında da kendini kötü biri olmakla suçlayıp sevmeyi hak etmemekle hükümlendiren, bunun üstüne de üzülen bir adam söz konusuysa şayet... Bilemiyorum şimdi ne kadardır Zen Pırlanta'da inci kolye, lakin bu adam bedava -bu biraz da kimsenin onu almayacağına değin inancından mütevellit olsa gerek- ve işin gerçeği inci kolyenin fiyatını da hakikaten merak ediyor, sırf bir gün biri onu, yani bir bakıma içindeki inciyi almaya karar verecek olursa, bunun soyut kalmaması için. Dayım bu satırları okusa derdi ki çok düşünüyorsun, basit düşünmek iyidir, derin düşünme falan; bunları ben de biliyor ve kabul ediyorum, fakat hem böyle gelmiş böyle gidiyor, hem de sanırım yaşlandıkça içimdeki inciyi anlıyor ve insanların tanımıyla "herkes gibi olmamak adına" onun böyle kalmasına pek tabii müsaade ediyorum; her ne kadar bunun bana bedeli ekseriyetsiz bir yalnızlık mahiyetinde dahi olsa razıyım, n'apayım, seviyorum onu; her ne kadar kendimi seviyor gibi gözükmesem, hatta çoğu zaman bundan emin olsam dahi öyle ve nedenini sorgulamıyorum. Sırf, birileri için "İnci gibi adam" statüsünü taşıyorumdur diye, onları rencide etmemek maksatlı, düşünceli biri olmaya binaen, sevmek ve sevilmeye atıfta bulunarak... İnciler her zaman parlar mı desem kaçınız sarraf kesilebilir bu soruma tatmin edici bir cevap verebilecek ölçüde? peki ya "kaçınız" soruma verebileceğiniz bir elin parmaklarını geçeceğinden umudum olmayan o sayıdan daha fazla mıdır sizce birilerinin incisi olma ihtimalim, veyahut birilerinin benim içimdeki, bazen kendi kendime bile unutmakla mükellef hissettiğim, az da olsa anımsayamadığım incime itimat etme ihtimali? Sorduğuma bakmayın aslında, ne istatistik ne de grafik istiyorum; sevilmek belki, belki hayatında ilk defa kendimi beyaz bir inci gibi hissetmek, birinin beni buna inandırması suretiyle haksız yere kendimi suçlamaktansa inci olduğum ve herkesin de bir incisi olduğunun bilincinde -yani zerre artistlenmeksizin- inci gibi yaşamak, bir zamanlar açığa çıkmaya çok çok yaklaşmış o inci Alptuğ'u bir defa kendi ve toplumun batağından kurtarıp daha da geri döndürmemek istiyorum. Bu sadece biriyle mümkün, tek bir kişiyle, belki herhangi bir kişiyle; o kadar zor ve o kadar kolay, tıpkı inci misali... Belki inci gibi bir yıl kapıda.
Gitsem, desem ki ellerimi tut... "Tut bak, düşerim şimdi, tut!" desem. Giderim gitmesine, hatta çoktan gitmiştim dahi; lakin gelmeyişi var, tam orada bulunup bulunup susması var deli eden, göz temasından dahi kaçınması, bana aşağılık bir yabancıymışım hissini veren -aramızda kalsın ki bu çok kötüdür- bütün o etkileşimsizliği... Bir umut, sanki bile isteye gelmediği fikri yalanmış gibi düşünmelerim, azar azar kendimi kandırdığımı belli ediyor ve bu utanç verici, aslında bakarsan insanın kendi kendine gün yüzüne çıkardığı her gerçek kalanlarından utanç verici nedense. Sevmek eşittir utanmak biraz, her anlamda tabi.
Gitsem, ağlamama ihtimalimi kestiremiyorum; ben hatalı o hatalı, ben suçlu o suçlu fark etmeksizin, yalın ve yalnızca sevgiyle müsemma birkaç gözyaşı belki. Zira hesap ettim, ağlamaya yaklaşıyorum akmıyor gözyaşım belki bir senedir belki de daha fazla süredir kim bilir kaç defa; bakarsın o an bütün bu birikmişler saçılır, ne de iğrenç gözükürüm kızcağıza. Ne? Masum mu? Yok be, zannedersem bizim masumluğumuz sevdiğimiz ilk kadında bitti gitti. Ya zaten annem dışında bir kadına da bileceği gibi alenen ağlamadım hiç; gururla falan alakasız, yalnızca biliyorum ki -herkesin biraz yabancı olmasına dayanaraktan- biri seni o yıkık-dökük halde görürse; ya kullanır ya da gider, şayet sevecek olsa zaten buna sebep bırakmazdı. Yanlış mıyım?
O öyle buz ki, gitsem hem tadını kaçırmak, hem de bir şey söylese haklı mı haklı -ben de haklı olsam bile- tabi. Tutup kolundan söylemek mi? kolundan tutmak biraz kabaca gelse dahi mümkün ve kolay, ama zaten belli ki anlaşılmış bir şeyler yarım yamalak da olsa; zati daha fazla anlayabilseydi muhtemelen daha farklı olurdu, anlamak isteseydi de bir defa olsun uğrardı. Ya benim hislerimi bir yana bırak, ne bileyim, öyle ya da böyle, bir şekilde, sıfata yahut zamire ihtiyaç duymaksızın herhangi bir şekilde "olsa" öylesine kafi ki bunu doğada bulunan hiçbir kelime ile izah edemem sanırım. Ama öyle, ama böyle, lakin gerçek; beni en anlayan oydu, beni tek anlayan oydu, ne derecedir bilmem ama anladığımı düşündüğüm de tek kişi oydu, oysa ki hale bak, daha bir hafta öncesine kadar bambaşka anlaşılmışlık seviyem vardı belki, şimdi görülen geçmiş zaman kiplerine muhtaç kaldım, ne acı... Ben kalbime de çok kızıyorum inanın, tamam kelebek uçmalarını özlemiş olabilir içinde, hatırlamayalı yıllar olmuşken o hatırlatmış da olabilir, ben de biliyorum onun nelere karşı ne kadar direndiğini ve ne kadar son noktaya ulaştığını; ama onun da çoktan öğrenmiş olması lazımdı, hele ki benim kalbim olarak benden fazla bilmesi gerekti, sevilenler kaybedilenlerdir, giderler, hepsi olmasa da çoğu -özellikle bize rast gelenler- sevsinler sevmesinler giderler hep. Ah kalbim ben sana ne diyeyim, kendi cezanı kendin çekiyorsun (hatta ben bile çekiyorum, ama hem sana hem kendime hem kadere ve geri kalan pek çok şeye daha o kadar acımaktayım ki, her neyse) bu yüzden seni bir de ben cezalandıramam. Olan bize oluyor, ölen bizden oluyor her mahsun bakışımızda saklı olduğu üzere... O da kayboldu bak; herkesten hallice fakat hiçbirini de aratmaksızın, öylece, ekmek almaya çıkmış da gelecekmiş gibi alelade yörüngeden çıkmayı tercih etti... Burada yazdıklarım ve bir paragraf da şuan yazmayı canımın istemediği şeyin yazılı olduğu bir kağıt verecektim bugün ona, sonra konuşayım dedim; fakat insanı ağzını açmaktan çok ağzını öldürmeye teşvik eden halleri beni o kağıdı buruşturup atmaya yöneltti. Şimdiyse o kağıt tam önümde, şu anda anlamlı anlamsız tuşlarına dokunmaktan ibaret olduğum klavye ile aramda; okuması gereken insan dışında herkesin imrenerek ve duygulanarak baktığı, belki de herhangi bir insanın görebileceği en samimi kağıt parçalarından biri... O tam önümde, bense ondan o son altı güzel satırı buraya alıp, onu bir daha okunmamak ve -büyük konuşmayayım ama- söylenip itiraf edilmemek üzere, belki de birilerine değer vermiş çoğu adamın hislerinden ilham alarak "çöp"e atacağım, içimde belirli belirsiz, çok net olsa dahi zerre yaprak kımıldatamayacak çaresiz his öbekleri ile... "Ne vardı gelsen sadece, Etmesen tek kelime bile belki. Özür, bin kere özür ki; Sen sevilecek kızsın fakat, Ben de kendimi sana layık görmüşüm. Affet..." Aslında birkaç şey eklenip değişebilirdi fakat, eminim bu haliyle birilerini yekten resmediyordur bu da, o yüzden dedim kalsın böyle; lakin illa bir şey ekleyecek olsam, bu "Üstüm başım, hüzün parçacıklı, aşk heveslisi şiirler kokarken" olurdu ve illa bir şeyi değiştirecek olsam, "kendimi sana" kısmını, "kaderimi yaşamına" diye değiştirirdim. Buruşmuş bir not defteri kağıdından bunlar çıkıyor işte bir kırk dakikalık resim dersinde,
Biri sana iyi bir şey yaptığı vakit teşekkür falan edersin, kötü bir şey yaptığı vakit kızar, ağzını burnunu dağıtırsın bir güzel; lakin biri seni sevdiği vakit, ne demeye susarsın, neyin cezasıdır bu? Ah! Ah bu kadar mı günahtır sevmek? Boşver anlatma, çünkü ben de anlatamadım kimseciklere öyle olmadığını, olmadığımı... En soğuk buz, en hırçın nehir, en yakıcı ateş, en acılı ve ölümcül zehir misali susmak birine... Sanırım benim de anlayamama hakkım vardı bir şeyleri ki, bundan yana kullandım oyumu, belki delicesine. Ey insanlar bilginiz olsun, böyle böyle sevenleri yalanla yaşamaya mecbur ediyorsunuz, bir şey hissetmiyormuş gibi, sahte olmaya teşvik ediyorsunuz mutlu kalabilmeleri adına; bu bakımdan hepiniz gaddarsınız istisnasız, birinin onu sevdiği gerçeğine erince, ona sırt dönmekten ideal tercihi olmayan, onu aciz görebilen ancak ondan aciz ve onun bilmeyeceği ölçüde onu hak etmeyen her bir insan evladı; hayır üstüne üstlük, bunu yaparken karşınızdakine bunun etki etmeyeceğini düşünecek kadar küçümseyici ve hor görücü çoğunuz... "Ya sen?!" dediğinizi duyar gibiyim, ben bunu yapmadım, zira beni seven olmadı -gerçek bu, ne yapabilirim- hatta olsun da sırt çevirmeyi bırak, yüzünü ayıran ne olsun diye çok düşündüm; öyle biri olduğunda birini seviyor olacaksam bile değişmez bu, çünkü muhtemelen benim sevdiğim kişi beni sevmiyordur -şaşırır mıyız?- ve ben beni sevene dönerim; bunu kolay yaparım çünkü aldanıp kaybetme mevsimini çoktan geçmiş biri olarak halihazırda, epey defa da böyle hikayelere tanık olup dinledim, değersizler ardında değerini kaybedip değmez olmuş her bir insandan onları seven fakat değerini bilmedikleri insanı dinleyip yetmezmiş gibi bir de o kişide kendinden parçalar bulunca ister istemez olması gerekeni hissedip uyguluyor insan, yaşlandık mı ne? Aslında bu sabah "Sevmeyeceksin, aşk da dostluk da yalan, insana yabancı olmayacak tek kişi yine kendi..." kıvamında esip ilerliyordum, ancak hala da haksız olduğumu düşünmememe karşın bu kadar keskin olmaktan çekiniyorum şuan; huyum bu benim, yelkenlerimin uçları sudan hiç çıkmaz ki. Biliyorum bu beni kaybeden olmaya yakınlaştırıyor her zaman, fakat bense bunu kaybetmek fiiline fikren, manen hatta fiziken bir yerden sonrasını pek kimsenin tavsiye etmeyeceği denli alışmam ile kapatıyorum sanırım; galiba tıpkı bir çiçek gibi filizlenmek, solmak, tekrar filizlenmek ve bu döngüyü sürdürmekle mükellefim birkaç cihanda dahi; bir çiçekten tipim dışında tek farkım var, o da bu döngüyü solmayla değil, mutlak bir çiçek açışla bulacak olmam. Belki kadınlara da bu yüzden çiçek denip durmuştur hatta bu akımı ilk başlatan da benim atalarımdan biridir, kim bilir? Bazı şeyler böyledir ya, muallaktır falan ama bilip bilmemen ilgilendirmez seni, öyle olup olmamasıysa hiç ilgilendirmez; sadece zevk alırsın, icin huzur dolar, şuan aklıma gelmeyen pek çok olumlu duyguya daha kavuşursun; birinin geleceği ve senin gerçek bellediğin bu açmazı değiştirip kendine koyduğun boktan sınırları altüst edeceğini ve içindeki aşkı sevgiyi hakikaten doya doya yaşayacağını ummak da aynı böyle esasen. Ne bileyim insanlar uydurmasa, insanları yargılamasa, onların suratlarına tükürmese, sevmeyi denese (eser miktarda insanlık barındıran herkesi yani) güzel olur yalan mı? Ama yine de çoğunuz karanlıksınız, öyle öyle -bunu aklımda devamlı o berbat an tekrar ettiği için mi söyledim sizce?- vallahi öyle! Ya tamam dokunmayın bana bırak, buraya döşeyebileceğim hepi topu maksimum yirmidokuz harf kimin okumasıyla beni haklı çıkaracaksa sanki! Bunu kuru "Haklısın!"lar vesaire işitmeye değil de, birinin bunları gerçekleştirmesi niyetine yazdım; çünkü haklısın diyen, ben de öyle düşünüyorum diyen bir yerde kopup gidiyor, o yer neresiyse beni tam oraya gömün hatta aha bu da vasiyetim! Çok mu hararetlendi harfler? özür, ona patlama buna patlama benim de poligonum burası işte ne yaparsınız? Ya kusura bakmayın son bir laf söyleyeceğim sizden bağımsız, siz okumayı bırakabilirsiniz: "Madem anlıyordun madem desem anlardın, diyecek olduğumda bütün deyişlerimi çöpe bir neden, iki nasıl attın?"... Ya demem o işte insanlar, ben şuan bilmekteyim ki bunu okuyan herkesler anladı kastettiğimi, yapın öyleyse; sevin işte, lazım, çok lazım; hak edeni hele, hele seviliyorsanız şayet şükretmek, uçurmamak elden hayatı her ne ise uğruna davranılan boş beleş. Belki bunları herhangi biri söylese bir şey etmez, lakin siz beni bilmeseniz dahi bunu ben söylediysem sanmayın ki basit bir vecizedir; gerçi normal de karşılarım bunu, hiçbirimiz ölümü bir ölüden dinlemedik ki. Burada tecrübe konuşmuyor, agora değil burası; burası bir arena, burada tecrübe ölüyor, ki bu da diğerleri gibi bir tecrübemin ölmeden önceki son satırlarından oluşan bir yazı; ölmek dediysem toplumsal, daha çok da ruhsal anlamda, üstelik de tecrübenin kendi doğurduğu umutsuzluk kaynaklı bir ölüm. Bakın hanımlar beyler bugün birileri elbet ki umutsuz, hadi benim pek bir şey becerdiğim şahit olunmuş şey değildir sevip sevilmek hususunda, fakat bari siz gidin, koşun ve sizi seven birilerinin umudu falan olun susmadan susturmadan, bakınız bugün cuma... Sevin be, benden geçti ama mümkünse biriniz bu yana da baksın hani, beni de biraz sevebilirsiniz diye düşünmeliyim zira, başka yolum yok işte...