Çek tut elimden, söz ki sorgulamam, tut elimden çek götür beni ve güzel günlere gidelim, anlamaktan keyif alan, nahoşluktan uzak toplumlara gidelim; varlar varlar şahit oldum daha önce, sen gel ki gidelim. Tek başıma gidemem ben, olmaz; eğer içinde bana dair güzel bir his varsa, oluşacaksa güzel kız, olmazları tereddütleri boşver fiziken olmasada aklen ve manen göç edelim beraber kendi diyarımıza. Keşkelerimiz bir, kederlerimiz bir, zevkleri de daha sonra öğrenir hallederiz, sen çek götür beni kolumdan zerre itirazım olmaz, çek beni de ki mesela "ben seni seviyorum", inan karşılık veririm gıkım çıkmaz. Ben mi? o kadar da değil güzel kız bak; hem ben o kadarını beceremem, hem de hayat işte sen öyle düşünmüyorsundur, sen de o manada sevmiyorsundur beni, daha önce yaşadım çünkü, hatta başka bir şey yaşadım da sayılmaz. Sev işte güzel kız, hayatımda ilk defa sen süpür bu çekincelerimi, çek beni kendine; söz bırakırım bu detaylı düşünmeleri, ihtimallerde, daha doğrusu olumsuzluklarında boğulmaları, bu ürkekliği, belirgin fakat nedeni belirsiz asık suratlarımı, bezgin duruşlarımı; gerçi sen bunlara tanık olmadın, ya da belki de oldun, belki bozuntuya vermedin, belki sen de öyleydin normal geldi, bilmiyirum ki... Çek işte beni bu kara cahillikten, anlamış biri olarak; ayrıca seni anlıyor olma ve duygularını, düşüncelerini paylaşıp sana yalnız hissettirmeme hissinden de alıkoyma beni; demem o ki eğer seni mutlu edersem, gönlünde yer edinirsem vur işte yüzüme yüzüme, başka türlü iflah olmaz ve asla inanmaz çünkü bu yürek, bir şeyler yapabildiğine, birilerine gerçekten iyi hissettirdiğine, hele ki bu samimiyetsizlik akan binamızda... Diyorum ya işte çek götür, ihtimal budalası ben bile diyorum ki böyle olmayan bir yere gidebiliriz, olmadı bunu biz, üstelik de sadece birbirimizi anlayarak, belki de biraz daha doğru bir tanım olarak "karşılayarak" inşa edebiliriz. Normalde bunun mümkünlüğü konusunda kendiyle çelişecek ben bile buna kesin gözle bakıyorsam n'olur sen de kendini bana bırak, bunca senenin anlaşılmamışlığına, yalnızlığına ve vesairesine rağmen çok zor da olsa onlar gibi olmadığıma, senin gibi olduğuma inanman; aynı şey benim için de geçerliydi evet, fakat ben hala çocuklar gibi mucizelere inanıp tesadüfü reddettiğimden ve bu yaptığımı saçma bulmadığımdan olsa gerek çok daha kolay başardım. Sen de yapabilirsin, yalnızca aklının kendimden aşina olduğum o karışıklığına karşın, bencilce olacağını ve olmaması gerektiğini biliyorum fakat biraz beni sevsen mesela, yine bir ilk olarak bana o gözle bakan kişi ünvanını alsan belki pişman olamayacağın bir adım olurum Clark Kent değilsem bile... Çek işte güzel kız, elini eteğini çek bu ait olmadığımız hayattan sen de, hiçbir şeyimizi paylaşamadığımız bu düşüncesiz ama en çok da sevgisiz toplumda, henüz birbirimizi tanımak kelime anlamına en azından senin için zar zor yaklaşmışsa bile (gördüğün kasar henüz okumadığın da nice benler mevcuttur tam burada) denk düşmüşüz işte hazır, bundan gerçekçi pek bir şey görmedim ben... Son olarak da kısa bir dörtlük, lakin ondan önce, senden de önce var olmuş Alptuğ dürüstlüğü gereğince ki umarım okumazsın, emin olamadığın o birilerini sevme hissine kadar, biraz etrafına bakabilirsin... Yatma saatim geldi, Yarın okul var, Yarın belki... Çek... Bu şarkıyı dinle, bu önemli;
İnsan düşünmek için çok vakti olunca biraz tuhaf oluyor ister istemez. Örneğin bu akşam öylesine bir vakitte hiç alakasız bir şekilde aklıma gelmesi suretiyle düşündüm ki; bugün nefret ettiğim, yüzünü görmeye tahammül edemeyeceğim, içimde en ufak olumlu his uyandırmayacak insanların, hepsi değil ama bazılarının, önceden sevmiş olduklarımın ölüm haberi gelse mesela bana, en çok üzülen ben olurdum, en fazla etkisinde kalan, en derinine varan... Şeyden de değil bu, yaşanmışlıklar falan değil, hatıralar değil, bir zamanlar onlara duyduğum sevgi, aşk yahut ne derseniz... Kaderin işine bak, bir lanet olarak mı, neden böyleyim? Evvelde birileri ezip geçiyor, yok sayıyor sevişimi vesaireyi, ben de biliyorum ve acı duyuyorum, pişman oluyorum, kızıp öfkeleniyorum, her şeyi yapıyorum; ama bir şey olsa yırtıp atacağım günah defterlerini, içimi alacak kandırılmaya müsait o çocuk, eski saf halim, o eski gözlüğüm belirecek kalp gözlerimde olduğundan iyi ve güzel gösteren. Ne kadar iyi bu, ne kadar kötü, bilinçli bir aptal olmak nasıl bu kadar mümkün, kalbim böyle kırılıp böyle başa dönmeyi nereden öğrendi. Zira tüm bunlar işaretidir lakin ben bilmezden gelirim, tüm bunlar "değer vermek" fiilinin ölümsüzlüğünden kaynaklı; bugün de farkına varmış olduk işte, değer vermeyi kesememenin verilen değerin karşılığını alamamak bir yana dursun, tam tersini görmekten dahi acı ve ağır gelmesi mümkünmüş, şimdiyse tek düşündüğüm bu duygu ve durumun, hatta en başta da oturup bunu düşünmenin de diğer çoğu şey gibi banavmahsus olup olmayışı; olmasa insanlığa, olsa bana külfet... Oturup yalnız ve güzel bir vakitte aklına kimsenin aklından geçirmeye değer bulmayacağı bu fikrin erişmesi ve elden tek gelenin oturup bu yazıyı yazmak olması da bir o kadar acı, acı, tuzlu ve de ekşi, ama tatlı falan değil ne yazık ki. Elle tutulur bir yanı yok işte ne sevmenin ne nefretin ne de ikisinin birbirinden doğması ile oluşan ölü durumların; evet ölü durum, tam olarak en keskin ve geçerli tanım bu olsa gerek... Ölüyüm, ölüsün, ölü; ölü durumdayız ve onlar da ölümler, severken olmadılar ama birer ölüm olarak hepsi bize aitler. Bakarsın şaşmamalıdır ölümü kurtuluş görenlere, özellikle de kurtuluşu bizim bulunduğumuz duruma göre geçmişini geri almak saymak bile yeterince fütursuz değilse. Acı ama bundan tıpkı bir gramafonda usulca inleyen Zeki Müren plağı gibi hafif hafif anlatmam gerekli üzmeden, üzülme diye sonradan; unutmak diye bir şey yok kardeşim, ölmek var, biri için ölü olmak bile var, hatta kalplerimizde dolu dolu mezarlar, içimizden hallice. O naaşlar orada durur, sen zaten onları sevmişsindir; zira nefretin de senin ondan aldığın hissi (masumiyeti mesela) ondan sorumlu olanın karşılamaması, öyle gibi davranması, seni öyle yahut böyle kullanmasıdır. Naaştan kastım vücut değil bu arada, zaten boyutunu bir kenara bırak, değer olarak kalbe girebilecek bir şey değil aptal (lakin bizim kadar da aptal olmayan) bedenler. Benim naaş dediğim, kimsenin kendinden kaldıramadığı, tamamen başkasıyla alakalı ancak sadece kendisine mahsus, yaşamaktan pişman dahi olsa yine de kıyamadığı o incecik dürtü, insan olmanın şeytan tüyü. Merhametle sınırlandırılabilecek bir şey değil, geçmişle ilgisi yok, karşındaki kişiyle bile değil, ama yalnızca "kanmak" tabir ettiğimiz gibisinden, aslında var ya da yok fark etmeksizin onda bulduğuna, içinin pırpır edişine minneten dev bir hüzün damlacığı... Geçiyor ya da geçti di'mi içinden "olmasaydı böyle" diye, bu belki de herkesin içinden geçip gitti ama sana ve bana başka bir şey de geldi lakin geçmiş sayılmaz di'mi, "onu hala sevebilirdim" gibisinden. Onun içinde duruşunu seversin bazen dendiği üzere, dışında bulunmayışına öfkelenirsin bundan ötürü, bazı geceler için dışına çıkar neticede "Mümkün olsaydı!" dercesine, mesela başka türlü olması, sevmek mesela, yahut yanlış anlamış olmak; sessiz ve feryat figan... Ah ölü olmasaydı bu durum, ya içim kıpırdamasa, ya kıpırtılarım benle gelmese bu günlere, ya da umduğum gibi olsaydı; ya bu yalnızlık gitsin bari, ya da ben bu ölü değerlerimi aldırmak istiyorum en ücra yanlarımdan, bu türlü mümkün değil pek hayat... Anladınız di'mi, güç bela yazdım çünkü, fakat böylesi de kafi n'apalım...
Düşünceler, iki gün aralıksız düşünmenin ardından bir karara vardı, kafam allak bullak, bu yüzden biraz sonra buraya sıralayacağım cümlelerin aynısını, benzerini ya da aynı anlama gelenini daha önce yazdıysam mazur görün. Çünkü çoktandır aklımdaydı ama bir yere yazdım mı birine anlattım mı ne yaptım bilmemekteyim... Geçen düştüğüm şu üç soru, aslında üçünün de zerre anlamı yok, çünkü bu işin de zerre oluru yok; bunu aramızdaki mesafelerden aşkın tadını alamayacağımıza, zaten seneye sınavlar oluşundan birbirimize vakit ayıramayacak oluşumuza, yine sınavlardan ötürü başka başka yerlere gidip zoraki ayrılmak durumunda kalacağımıza dayandırıyorum. Bunlar çok mu aşılamayacak ihtimaller, değil, hatta benim için hiç değil ama daha bunlara gelene kadar o 3 soru gibi bir 10 sorunun daha zor cevapları var, bense bunları 13 sorunun da cevabının olumlu olması halindeki ihtimaller olarak sıralamıştım. Üzüleceğiz işte, hiç gerek yok, hadi beni bir kenara bırak o üzülecek; hadi onu da boşver, şuan zaten oturmuş tatlı bir ahengimiz var, o anlamda değil de bu anlamda, bu anlamda değil de şu anlamda ama mutluyuz işte. (Bu bir avuntu cümlesi bile olsa) Benim için yine bir olgunluk vakti geldi de çatıyor sanırım, gün birbirimizin adının önüne ardına bir şeyler ekleyip ona göre sahiplenmektense, hiç olmazsa elinde olan haliyle yetinip yine olması gerektiği gibi en iyi ve en mutlu etmek günü, dostluk yani... Bu sevda da değilmiş bizimkisi, şaşırdık mı? Dün bir dizide hoş bir şeyler duydum yarım yamalak da hatırlasam; "Sanki böyle ilahi bir güç seni insanlıkla sınıyor, seni ondan kıskanıyor, biri seni kendine saklıyor; hani çok değerli ve tozlu bir halın vardır, döversin ve dövdükçe temizlenir... Bunca dert, bu kadar acı, boşuna değil yani." tarzında bir diyalog. Bunu duyduğum an etkilendim, lakin daha önce bu manaya gelebilecek sözleri dışarıdan hatta çoğu zaman bana ters düşmekten haz alan iç sesimden de işitmiştim kendime karşı... Bekleyeceğiz yani, nasip değilmiş, kısmet değilmiş; sakın şimdi kimse tutup da mücadele etmediğimi, yeterince sevmediğimi yahut bencil olduğumu falan söylemesin, klavyemdeki her bir tuşu iddialı bir şekilde üzerinde denerim... Şaka bir yana bu sefer farklı, farklı ama mücadele edilmesi gereken her seferinde de ettim zaten, sonuna kadar, kimsenin bile isteye gitmeyeceği yere kadar dahi; o yüzden bu aşkına sahip çıkmamak falan değildir, hatta mantıklı davranmak hiç değildir, öyle bile gözükse. Bu daha önceden de olduğu gibi onu, hali ve vakti gözetmektir, ama en çok onu; ben mi? aynı tas, aynı hamam... Dün sadece dizi repliği duymadım aslında, okulda da bir şeyler oldu, beni okuma rezilliğine bile isteye katlanmış biriyle tanışmamın yanı sıra pek çok şey oldu ve bunların beni en alakadar edeni Dil Anlatım'cı Havva hocanın benim için söyledikleriydi; Dersin konusu olunca biyografi yazın dedi, benim de en nefret ettiğim şeydir aslında, ister istemez bir Kemalettin Tuğcu halini aldığımdan olsa gerek; doğumdu, hastalıktı, ameliyatlardı, ölümden dönmelerdi, aşktı, yazmaktı, ODTÜ LODOS'tu falan her şeyi 10 satıra artık olduğu kadar yansıttım. Yine cümlesini tam hatırlayamasam da (ah benim balık hafızam) "Seninki gerçekten yazılması gereken hayatmış."a benzer bir cümle kurdu, olması gerektiği gibi teşekkür ettim. Tamam bu normal bir laftı ve normalde insanlar bunu sevinçle karşılardı, ben de sevindim zaten; fakat bu lafın benim aklımdan çıkarıp tetiklediği bir düşünceler vardı ki, düşman başına... Yazmak, artık bundan başka hayatımı devam ettirmemi sağlayacak pek bir şey kalmasa ruhsal hatta fiziksel manada ve çok da sevsem, yazmadığım vakit kendimi eksik, hayatımın geri kalanında dahi tanımlayamayacağım ölçüde eksik hissetsem bile benim için bir külfet de aynı zamanda. Yazmaya gerek duymak olarak düşünün bunu, olumlu şeyleri olduğu gibi bütün olumsuzları da, çünkü anlaşılamamak, çünkü birkaç ufak cümle ile izahının olmaması, hiçbir şeyin seni ve bulunduğun durumu kapsayamaması. Oradan bakınca güzel bir şey gibi duruyor ama emin olun değil, artık hatırlamıyorum bile çoğu şeyi, geçen haftalarda babamın halası bize geldiğinde annem ona anlatırken kulak misafiri olmamla aklımda tazelenen ve yenileri eklenen pek çok anı, çoğu hüzün, bir kısmı ölümden dönmek gibi başarı. Şikayetçi değilim bundan, artık bu benim üzerime sinmiş bir şey, kötü de gelmiyor fakat ben kendimi ne yapayım; öveyim mi, yereyim mi, bir şey ifade etmeyeceğini bildiğim insanlara mı anlatayım... Anlattığım bu üç şeyin bağlantısını siz kurun... Allah'ım, sen de beni ne ile sınıyorsun bilmiyorum ama, sonunda senden bir şeyler görmesem bu kadar duramazdım biliyorum... Sen de biliyorsun ki onu asla kavuşamayacağını bilerek sevmek de bir ihtimal, yapmadığım da şey değil; ama işte yine biliyorsun ki, ben ne vakit beni sevmeyen birini sevmeye yeltensem, oradan buradan bir şekilde ona ufak tefek dahi bir zararı dokundu... Ben yine beklemeye devam edeceğim, bir gün değecek bir seveni bana sunacağına inancımla her zamanki gibi; sunmazsan da sorun değil, yeter ki razı ol, fakat biliyorum ki sunacaksın, biraz daha dişimi sıkmam için verdiğin mesajları alabiliyorum (her ne kadar diğerleri benim her şeyi bir şeye yorduğumu düşünse bile) hem sen sabredeni seversin. Neden şimdiye kadar olmadığını da biliyorum, çocukça bir hevesle bu sevmek işine kalkışanların benim canımı yakacağını bildiğin için, benim buna değmeyeceğimi bildiğin için belki; eğer birinden ayrılırsam ne hissedeceğimi düşündüğüm ve en büyük isteğim ilk sevenimle sana kavuşana dek beraber olmak olduğunu bildiğin için belki de. Sen her şeyi bilirsin sonuçta...
Benim gibi düşük ihtimallere inanma düşkünü insanların gittikçe çoğaldığını görmekteyim gün be gün, bununla birlikte ve bundan dolayı da diğerlerinin iyi ya da kötü niyetle bizlerin üzerinde bilinçli bilinçsiz kurdukları baskı da çoğalıyor, en basitinden benim o kadını, o bilinmez, var olduğu yahut olacağı muallak kadını senelerdir mutlak sadakatle bekleyişimi ele alabiliriz; bunu direkt ifade edenler gibi etmeyen hatta aksini düşündüğünü söyleyenlerin bile hakkımda hissettikleri üç aşağı beş yukarı aynı; boş şeyler peşinde koşmaktan tut da, akılsızca davranmak, avunmak, kendini kandırmak falan filan işte... Nereye getireceğim lafı; bugün, üstelik tam benim de onlara hak verip vermemek konusunda uzun bir düşünüş sürecimin ortasında biriyle tanıştım, muhtemelen bu yazıyı okuyacaktır, fakat bağışlasın gün biraz karışık geçti, ismini unuttum haliyle. Neyse... Bizim okuldan beni okuyan, Twitter'da karşılaştığımız fakat hiç rastlamadığım biri. Şaşırdım açıkçası, ben ki semtimde bile bir tane dahi bulunduğunuz bu edebiyat çukuru siteye girmiş yahut girecek birinin olduğuna zerre ihtimal vermezdim, bu kişinin okulumdan olması, okul dışından dahi ortak arkadaşlarımız olması ve vesaire pek çok alakasız şeyin bir araya gelip bir bütün oluşturması çok etkileyiciydi, uzun zaman sonra kadere bir defa daha şapka çıkarttım... Hayatın kesişimlerini seviyorum ne diyebilirim, hayatları, insanları, durumları, duyguları, düşünceleri falan kesiştirmesi ve bunlardan yeni bir oluşum doğmasını benzersiz; en sevdiğim örnek olarak senaryo mesela, bir durum etrafında toplanan birkaç karakter, her karakterin diğer her biri için ayrı duygu, düşünce ve davranışı, tüm bunların yanı sıra karakterlerden bağımsız olup biten sürprizler ve karakterlerin istisnasız her birinin buna her defasında iyi kötü bir şekilde adapte olup daima canlı ve yeni bir düzenle bilinmez serüvene doğru yol alabilmeleri. Bu örneği senaryo olarak nitelendirmeseydim de sorun olmazdı gerçi, hayat da böyle değil mi sanki? En tutkunç yanı bu, tutkunç diye bir kelime olmadığını bilmeme rağmen bile öyle... Eminim ki bu da bir işaretti, tüm bunların ben bu konuyu, uzun lafın kısası "Boşluklardan manalar mı uyduruyorum ya da gerçekten olmayacak şeylere mi inanıyorum?" sorusunu kendime sorarken. Net bir yalanlamaydı bu, hayalperest, gerçekdışı ve ayakları yere basmayan biri oluşumu da aynı şekilde yalanladı kader, yine pek çok insan için tatmin edici olmayacak lakin benim için keskin bir şekilde, zaten o yüzden ben işte... Kader hala benim dilimden anlıyor demek, başından beri anladığını ben de biliyordum ama insanların ve biraz da aklımın haksız olmayan kuruntularından kendi kendimi deli ilan etmiştim biraz biraz, öyle gerektiğini hissetmiştim çünkü; düzendeki tek bozukluk olduğum fikrine kapılmış ve şu anda kendimden bekleyemeyeceğim bir olgunlukla hata bende diye "güya" düzelmenin, düzgünün yoluna sapmıştım. Ama ben işte, belki de ben olmanın en güzel yanı bu olsa gerek; o yola sapsam bile, içimde o olmadığı için yine olması gereken geldi başa, umuttan kaçamadım. Kaçamayacağımı zaten biliyordum, ama belki de herkesin hayatında en az bir defa olduğu üzere, bile bile ancak bilmiyormuş gibi denedim, çok doğal bir şekilde, ardından da geri döndüm kendime. Kuruntularım yok mu?var, ancak yetişkin sayılabilecek bir Alptuğ Dağ'ın aksiyonu kesilmez zaten, alıştınız siz bile... Yazımızın konusu buydu ve tam burada bitti, ancak bahsetmek istediğim bir iki detay daha mevcut; her ne kadar istatistiklerde tıklama sayılarını, ülkeleri vesaireyi görseniz dahi yorumlar ve sosyal medya hariç sizi okuyan birine rastlamayınca az da olsa kalıyor duvara yazıyormuş hissi; ancak belki bu da gereklidir, rahat yazmak için, üstü kapalı yazmak adına gerçekliği ve en önemlisi samimiyeti zedelememek için. Bu paragraf, bir okuyanıma rastladığım için artık eskisi kadar rahat, gerçek ve samimi yazmayacağım anlamına mı geliyor? Saçmalamayın efendim, aklımdan bir cümle geçiyordu, dedim bari burada dursun; buyrun bir şeyler dinleyin, tatlı da var isterseniz...
Bir kadına bir başkasından söz etmek, bir günah gibi, özellikle de mevzubahis olan eski sevdiğiniz kadınsa ve bahsettiğiniz kişi de onu sevmemeye çalıştığınız ve ondan sonra bir başkasını da sevmediğiniz, sırf sevdiği biri olduğunu bildiğiniz için -o zamanlar- uzak durmaya çabaladığınız fakat elbette ki beceremediğiniz biri ise eğer... O istedi, benim yahut kaderin bunda hiç suçu yoktu bu defa; anlat dedi nedir hikayen, ben de onu diğer herkesten yakın bulduğum için anlattım olanı biteni, bütün eski defterleri, şuan tanıyor olduğu o eski kadın dahil her şeyi. Fakat araya sıkıştıramadım onu hala seviyor olduğumu, ona bunları anlattığımı fakat içim ona ait olduğu için ve içten içe o kötü kadını bile ne kadar sevdiğimi bilirse belki bana daha farklı bir ısınabilir, ne bileyim bir şans verebilir falan diye; boşa çıkacağına benim, beynimin ve kalbimin ziyadesiyle hemfikir olduğu masum, çocukça bir umutla işte... İmkansızdı, olmazdı falan filan, bin yılın her zamanki hikayesi bütün destursuzluğuyla yine hayatımın tam ortasında durmakta, ben buna alıştım dahi üstelik, zor bela da olsa ve artık beni nemrutlaştırmaya da başlasa. Lakin aklımda belirmek için hücum etmiş soru işaretleriyse, iyiye mi kötüye mi alamet olduğunu saptayamadığım çok güzel bir açık bulup kanıma girmeyi başardı uzun zaman sonra... O bana neden bunu sordu? Buna nezaketen diyebilirsiniz, ancak o arada derdim olduğu izlenimi vesaire bir şey vermiyordum, lafın gelişi değil gerçekten merak etmişti, belli ki benim aşka bakışımı, falanımı filanımı, gelmişimi geçmişimi öğrenmek istemişti; fakat yine söylüyorum ki böyle olup olmadığına değin el ile tutulur bir şeyim yok, son dört senedir elle tutulur hiçbir şeyim yok, ama orası ayrı bir tartışma konusu. Hadi onun bana bunu soruşunu izbe sokak araları gibi bir kenarda unutulmaya mahkum bırakabilsek bile canı yanmış bir kadın edasıyla, ben bunu neden yaptım, gerçekten ne geçiyordu bilinçaltımdan, size demin sıraladıklarımdan da çarpıcı ne vardı? Bir şey vardı onu hissediyorum, kendini tanıyacak kadar başbaşa kalmış insanlar hissederler, boş kuruntuları da çoktur fakat bu sefer öyle değil gibi, hissediyorum işte... Söyleyemediklerime yanarım ben şimdi teker teker, içimde kalanlara, etik olmayanlara, söylenmeyecek fakat yazık olmuşlara, en dolusundan bir hatta birkaç "Seni seviyorum!"u birden kifayetsiz kılacak tek kelimelik cümlelere, onbinlerce hatta yüzbinlerce satırlara, onun bunları bilmeyecek oluşuna, bilişinden aramızda doğabilecek türlü kötü duruma... Yanayım yanayım, ateşlerde yanayım... Ah, cesaretim tam ama keşke, keşke o tünelin ucunda bir çıkış olduğunu bana ifade edebilecek en ufak niteliğim olsaydı cebimin bir köşesinde; hem kendime, hem ona, hem dünyaya, hem de aşka bu kadar mahçup hissedip en ufak bir fotoğraf karesinde dahi o mahmurluğu barındırmak zorunda kalmasaydım suratımda, yalnızlığımı doğurduğunu düşündüğüm... Tüm bunları yekten söylemek ne güzel, tıpkı o gün olduğu gibi; ama adı üstünde o gün işte, ya devamı da o gün gibi olursa; sevdiği biri olursa, arkadaş kalmaya yeniden devam edersek yanisi, hatta onu bile beceremezsek artık -yine benim yüzümden üstelik- ve bütün bağımız koparsa; bir daha olursa, gündelik ve bambaşka konulardan, hatta özellikle de uykudan uzun uzun bahsedişlerimizden bile mesajlarda, o kadar mutsuz olursam ki keyif bile alamazsam... Dün en sevdiğim kadına yaralarımı açtımben, belki size ve herkese de açtım; ama yaramı açtığım kadının, üstüne üstlük diğerinin aksine zerre kendi payı olmaksızın bir yaram, hem de daha derin bir yaram olmasına seyirci kalırsam oturup yine böyle uzun ve aptalca yazmaktan başka ne yaparım diye düşünüyorum, bunun bile bir cevabı yok... Çok karışık oldu özür dilerim, siz bir de içimi düşünün; yahut boşverin, kaçmasın neşeniz... Üçüncü, son ve de zor bir soru olarak; ben neden ona sormadım? Bu bahsettiğim gerekçelerden ve biraz da burada bahsetmem doğru olmayacaklardan ötürü ben anlattım belki, ama o anlatır mıydı? Şimdiden sonra sormaya kalksam o aslında meraktan öldüğüm lakin onu sıkıştırma korkusuyla asla yeltenmeyi dahi aklımdan geçiremediğim o soruyu, tatmin edici bir cevap alabilir miyim? Tatmin edici işte, ona unutturabileceğim bir geçmiş, bütün kötü anılar, onu mutlu edebilmek için bir yol falan... Hoş o benim gibi de değil zaten, daima mutlu daima da enerjik, kimseyle en ufak husumetini duymadım; ama bir önceki yazımın konusunu, yani insanların göründüğü gibi olmayabilecek geçmişlerini de göz önünde bulundurunca kafam allak bullak oluyor... Bu yazının bir sonuç bölümü yok, peki şaşırdık mı? elbette hayır. Şimdi ben bu yazının bana sunmuş olacağı tek şey olan içimi dökmüşlüğün rahatlığıyla bir daha, hatta bin daha düşüneyim olan biteni, sizse gündelik hayatınıza kaldığınız yerden devam edin en iyisi...