Gitsem, desem ki ellerimi tut... "Tut bak, düşerim şimdi, tut!" desem. Giderim gitmesine, hatta çoktan gitmiştim dahi; lakin gelmeyişi var, tam orada bulunup bulunup susması var deli eden, göz temasından dahi kaçınması, bana aşağılık bir yabancıymışım hissini veren -aramızda kalsın ki bu çok kötüdür- bütün o etkileşimsizliği... Bir umut, sanki bile isteye gelmediği fikri yalanmış gibi düşünmelerim, azar azar kendimi kandırdığımı belli ediyor ve bu utanç verici, aslında bakarsan insanın kendi kendine gün yüzüne çıkardığı her gerçek kalanlarından utanç verici nedense. Sevmek eşittir utanmak biraz, her anlamda tabi.
Gitsem, ağlamama ihtimalimi kestiremiyorum; ben hatalı o hatalı, ben suçlu o suçlu fark etmeksizin, yalın ve yalnızca sevgiyle müsemma birkaç gözyaşı belki. Zira hesap ettim, ağlamaya yaklaşıyorum akmıyor gözyaşım belki bir senedir belki de daha fazla süredir kim bilir kaç defa; bakarsın o an bütün bu birikmişler saçılır, ne de iğrenç gözükürüm kızcağıza. Ne? Masum mu? Yok be, zannedersem bizim masumluğumuz sevdiğimiz ilk kadında bitti gitti. Ya zaten annem dışında bir kadına da bileceği gibi alenen ağlamadım hiç; gururla falan alakasız, yalnızca biliyorum ki -herkesin biraz yabancı olmasına dayanaraktan- biri seni o yıkık-dökük halde görürse; ya kullanır ya da gider, şayet sevecek olsa zaten buna sebep bırakmazdı. Yanlış mıyım?
O öyle buz ki, gitsem hem tadını kaçırmak, hem de bir şey söylese haklı mı haklı -ben de haklı olsam bile- tabi. Tutup kolundan söylemek mi? kolundan tutmak biraz kabaca gelse dahi mümkün ve kolay, ama zaten belli ki anlaşılmış bir şeyler yarım yamalak da olsa; zati daha fazla anlayabilseydi muhtemelen daha farklı olurdu, anlamak isteseydi de bir defa olsun uğrardı. Ya benim hislerimi bir yana bırak, ne bileyim, öyle ya da böyle, bir şekilde, sıfata yahut zamire ihtiyaç duymaksızın herhangi bir şekilde "olsa" öylesine kafi ki bunu doğada bulunan hiçbir kelime ile izah edemem sanırım. Ama öyle, ama böyle, lakin gerçek; beni en anlayan oydu, beni tek anlayan oydu, ne derecedir bilmem ama anladığımı düşündüğüm de tek kişi oydu, oysa ki hale bak, daha bir hafta öncesine kadar bambaşka anlaşılmışlık seviyem vardı belki, şimdi görülen geçmiş zaman kiplerine muhtaç kaldım, ne acı... Ben kalbime de çok kızıyorum inanın, tamam kelebek uçmalarını özlemiş olabilir içinde, hatırlamayalı yıllar olmuşken o hatırlatmış da olabilir, ben de biliyorum onun nelere karşı ne kadar direndiğini ve ne kadar son noktaya ulaştığını; ama onun da çoktan öğrenmiş olması lazımdı, hele ki benim kalbim olarak benden fazla bilmesi gerekti, sevilenler kaybedilenlerdir, giderler, hepsi olmasa da çoğu -özellikle bize rast gelenler- sevsinler sevmesinler giderler hep. Ah kalbim ben sana ne diyeyim, kendi cezanı kendin çekiyorsun (hatta ben bile çekiyorum, ama hem sana hem kendime hem kadere ve geri kalan pek çok şeye daha o kadar acımaktayım ki, her neyse) bu yüzden seni bir de ben cezalandıramam. Olan bize oluyor, ölen bizden oluyor her mahsun bakışımızda saklı olduğu üzere... O da kayboldu bak; herkesten hallice fakat hiçbirini de aratmaksızın, öylece, ekmek almaya çıkmış da gelecekmiş gibi alelade yörüngeden çıkmayı tercih etti... Burada yazdıklarım ve bir paragraf da şuan yazmayı canımın istemediği şeyin yazılı olduğu bir kağıt verecektim bugün ona, sonra konuşayım dedim; fakat insanı ağzını açmaktan çok ağzını öldürmeye teşvik eden halleri beni o kağıdı buruşturup atmaya yöneltti. Şimdiyse o kağıt tam önümde, şu anda anlamlı anlamsız tuşlarına dokunmaktan ibaret olduğum klavye ile aramda; okuması gereken insan dışında herkesin imrenerek ve duygulanarak baktığı, belki de herhangi bir insanın görebileceği en samimi kağıt parçalarından biri... O tam önümde, bense ondan o son altı güzel satırı buraya alıp, onu bir daha okunmamak ve -büyük konuşmayayım ama- söylenip itiraf edilmemek üzere, belki de birilerine değer vermiş çoğu adamın hislerinden ilham alarak "çöp"e atacağım, içimde belirli belirsiz, çok net olsa dahi zerre yaprak kımıldatamayacak çaresiz his öbekleri ile... "Ne vardı gelsen sadece, Etmesen tek kelime bile belki. Özür, bin kere özür ki; Sen sevilecek kızsın fakat, Ben de kendimi sana layık görmüşüm. Affet..." Aslında birkaç şey eklenip değişebilirdi fakat, eminim bu haliyle birilerini yekten resmediyordur bu da, o yüzden dedim kalsın böyle; lakin illa bir şey ekleyecek olsam, bu "Üstüm başım, hüzün parçacıklı, aşk heveslisi şiirler kokarken" olurdu ve illa bir şeyi değiştirecek olsam, "kendimi sana" kısmını, "kaderimi yaşamına" diye değiştirirdim. Buruşmuş bir not defteri kağıdından bunlar çıkıyor işte bir kırk dakikalık resim dersinde,
Biri sana iyi bir şey yaptığı vakit teşekkür falan edersin, kötü bir şey yaptığı vakit kızar, ağzını burnunu dağıtırsın bir güzel; lakin biri seni sevdiği vakit, ne demeye susarsın, neyin cezasıdır bu? Ah! Ah bu kadar mı günahtır sevmek? Boşver anlatma, çünkü ben de anlatamadım kimseciklere öyle olmadığını, olmadığımı... En soğuk buz, en hırçın nehir, en yakıcı ateş, en acılı ve ölümcül zehir misali susmak birine... Sanırım benim de anlayamama hakkım vardı bir şeyleri ki, bundan yana kullandım oyumu, belki delicesine. Ey insanlar bilginiz olsun, böyle böyle sevenleri yalanla yaşamaya mecbur ediyorsunuz, bir şey hissetmiyormuş gibi, sahte olmaya teşvik ediyorsunuz mutlu kalabilmeleri adına; bu bakımdan hepiniz gaddarsınız istisnasız, birinin onu sevdiği gerçeğine erince, ona sırt dönmekten ideal tercihi olmayan, onu aciz görebilen ancak ondan aciz ve onun bilmeyeceği ölçüde onu hak etmeyen her bir insan evladı; hayır üstüne üstlük, bunu yaparken karşınızdakine bunun etki etmeyeceğini düşünecek kadar küçümseyici ve hor görücü çoğunuz... "Ya sen?!" dediğinizi duyar gibiyim, ben bunu yapmadım, zira beni seven olmadı -gerçek bu, ne yapabilirim- hatta olsun da sırt çevirmeyi bırak, yüzünü ayıran ne olsun diye çok düşündüm; öyle biri olduğunda birini seviyor olacaksam bile değişmez bu, çünkü muhtemelen benim sevdiğim kişi beni sevmiyordur -şaşırır mıyız?- ve ben beni sevene dönerim; bunu kolay yaparım çünkü aldanıp kaybetme mevsimini çoktan geçmiş biri olarak halihazırda, epey defa da böyle hikayelere tanık olup dinledim, değersizler ardında değerini kaybedip değmez olmuş her bir insandan onları seven fakat değerini bilmedikleri insanı dinleyip yetmezmiş gibi bir de o kişide kendinden parçalar bulunca ister istemez olması gerekeni hissedip uyguluyor insan, yaşlandık mı ne? Aslında bu sabah "Sevmeyeceksin, aşk da dostluk da yalan, insana yabancı olmayacak tek kişi yine kendi..." kıvamında esip ilerliyordum, ancak hala da haksız olduğumu düşünmememe karşın bu kadar keskin olmaktan çekiniyorum şuan; huyum bu benim, yelkenlerimin uçları sudan hiç çıkmaz ki. Biliyorum bu beni kaybeden olmaya yakınlaştırıyor her zaman, fakat bense bunu kaybetmek fiiline fikren, manen hatta fiziken bir yerden sonrasını pek kimsenin tavsiye etmeyeceği denli alışmam ile kapatıyorum sanırım; galiba tıpkı bir çiçek gibi filizlenmek, solmak, tekrar filizlenmek ve bu döngüyü sürdürmekle mükellefim birkaç cihanda dahi; bir çiçekten tipim dışında tek farkım var, o da bu döngüyü solmayla değil, mutlak bir çiçek açışla bulacak olmam. Belki kadınlara da bu yüzden çiçek denip durmuştur hatta bu akımı ilk başlatan da benim atalarımdan biridir, kim bilir? Bazı şeyler böyledir ya, muallaktır falan ama bilip bilmemen ilgilendirmez seni, öyle olup olmamasıysa hiç ilgilendirmez; sadece zevk alırsın, icin huzur dolar, şuan aklıma gelmeyen pek çok olumlu duyguya daha kavuşursun; birinin geleceği ve senin gerçek bellediğin bu açmazı değiştirip kendine koyduğun boktan sınırları altüst edeceğini ve içindeki aşkı sevgiyi hakikaten doya doya yaşayacağını ummak da aynı böyle esasen. Ne bileyim insanlar uydurmasa, insanları yargılamasa, onların suratlarına tükürmese, sevmeyi denese (eser miktarda insanlık barındıran herkesi yani) güzel olur yalan mı? Ama yine de çoğunuz karanlıksınız, öyle öyle -bunu aklımda devamlı o berbat an tekrar ettiği için mi söyledim sizce?- vallahi öyle! Ya tamam dokunmayın bana bırak, buraya döşeyebileceğim hepi topu maksimum yirmidokuz harf kimin okumasıyla beni haklı çıkaracaksa sanki! Bunu kuru "Haklısın!"lar vesaire işitmeye değil de, birinin bunları gerçekleştirmesi niyetine yazdım; çünkü haklısın diyen, ben de öyle düşünüyorum diyen bir yerde kopup gidiyor, o yer neresiyse beni tam oraya gömün hatta aha bu da vasiyetim! Çok mu hararetlendi harfler? özür, ona patlama buna patlama benim de poligonum burası işte ne yaparsınız? Ya kusura bakmayın son bir laf söyleyeceğim sizden bağımsız, siz okumayı bırakabilirsiniz: "Madem anlıyordun madem desem anlardın, diyecek olduğumda bütün deyişlerimi çöpe bir neden, iki nasıl attın?"... Ya demem o işte insanlar, ben şuan bilmekteyim ki bunu okuyan herkesler anladı kastettiğimi, yapın öyleyse; sevin işte, lazım, çok lazım; hak edeni hele, hele seviliyorsanız şayet şükretmek, uçurmamak elden hayatı her ne ise uğruna davranılan boş beleş. Belki bunları herhangi biri söylese bir şey etmez, lakin siz beni bilmeseniz dahi bunu ben söylediysem sanmayın ki basit bir vecizedir; gerçi normal de karşılarım bunu, hiçbirimiz ölümü bir ölüden dinlemedik ki. Burada tecrübe konuşmuyor, agora değil burası; burası bir arena, burada tecrübe ölüyor, ki bu da diğerleri gibi bir tecrübemin ölmeden önceki son satırlarından oluşan bir yazı; ölmek dediysem toplumsal, daha çok da ruhsal anlamda, üstelik de tecrübenin kendi doğurduğu umutsuzluk kaynaklı bir ölüm. Bakın hanımlar beyler bugün birileri elbet ki umutsuz, hadi benim pek bir şey becerdiğim şahit olunmuş şey değildir sevip sevilmek hususunda, fakat bari siz gidin, koşun ve sizi seven birilerinin umudu falan olun susmadan susturmadan, bakınız bugün cuma... Sevin be, benden geçti ama mümkünse biriniz bu yana da baksın hani, beni de biraz sevebilirsiniz diye düşünmeliyim zira, başka yolum yok işte...
Anlamam ne hikmetse hiç, betim ihtiyacı doğuracak denli kaba taslak bir beyana muhtaç kılınmış olsa dahi mevzubahis olan sevmek, öyle ya da böyle bir açıklama yapmayı nasıl hak etmez? Hak ya da haklıdan ne denli söz edilebilir yahut bilmem ki. Zaten kırk yılın bir efsun gibi sakındığın çözümlemesi de doğrudur yazık ki; bazen birileri anlat der, anlatsan gideceklerini bilirsin ve anlatmazsın, onlarsa anlatmayışına darılır; sonra bu dargınlığa acırsın, için acır ve anlatmaya yeltenirsin, ancak bu daha sadece kafanda bir fikirken bile, bir bakarsın çoktan gitmişlerdir. Ama onları sen götürmedin, olan buydu ne yani? sen böyle iki büklüm bunu sakladıkça saha mı rahat olacaklardı sanki? hiç. Ben hariç insanlar sevilmekten hiç haz etmiyor evlat, Alptuğ bunu bilir bunu söyler. Ha ben mi? Haz ettiğimi kanıtlayamıyorum, çünkü sadece kafada bir fikir olarak dahi sevilmedim o anlamda. Yani şimdi sen de bir yandan haklımsı bir şekilde diyorsun ki "Zaten adam gibi dostum yoktu, belki çok iyi bir tane olurdu ama onu da sevmek nanesine kaybettim!", kim bilir bakarsın bu cümleyi Akın Eldes solosu dinleyerek kurmuşsundur. Kalbi betona da hapsetsen o atacak, sevecek, onun işi bu; hem bu kömür karası kafaların ve kaplerin arasında bir beyaz, ya da en azından kendin kadar açık gri birini bulup da sevmediysen o zaman yanlıştır. Sevgi illa aşk şeklinde mi olur diyeceksin şimdi, yanlış anlama ben Edebiyat hocam gibi düşünmüyorum, bir kadın ve bir erkek dost da olabilir; muhtemelen bu kalbin zayıflığından, hem de senin içeriden ne yaparsan yap değiştiremeyeceğin tarzda dışa bağımlı zayıflığından, belki sevgi açlığı denebilir buna ve bu bile diğerlerinin suçu.
Kendinde aramasan mı artık kabahati be oğlum, hem zaten yine dönüp de en başa döndük yani, daha geriye değil; zaten yalnızdık, zaten kafamız pek kimseyle uymuyordu -uyanla da olurdu, ama olmadı işte ne yapalım- ve ne dost ne de başka bir ad verilebilecek insan mevcuttu. Hiç yalnız olmamış el bebek gül bebek tiplerden olsak anlarım bu boşluğa düşmüş tavırlarını falan ama değiliz be. Boşver aga, bak bizimbu dahil yazılarımız var, şiirlerimiz var, okulda amatör de olsa radyo programına gireceğiz, daha ne projelerimiz ne hayallerimiz var, müzik hayatımız var falan... Bunlarla da idare edilir be, biliyorum sevda nanesi bundan iki yüz altmış sekiz yazı sonra bile çekici gelecek ve bu naneye dair kötü hatıralara mutlaka birkaç yenisi daha eklenecek; lakin o gün de gelecek be abi, o beklediğin ve seni beklediğini bildiğin hatun tanesi -bu kelimeyi kaba bulsam da kullanmak istedim bu defa- dün, bugün hatta yarın uzak bile olsa, bir gün yollar kesişecek inşallah. Kesişmedi mi? Zaten bunu söylemek için de ölmek lazım gelecek, ölünce yari kim arasın tabi; orası öyle ama, dünya gözüyle de sevmeyi sevilmeyi, yuva kurmayı, kendi çocuğunu görmek de gerek yahu, eksik kalır başka türlü... Bizim devrimiz de gelecek tıpkı pop dünyasındaki in-out mevzusu gibi, lakin biz in olduğumuz takdirde, gerçekten bizden iyisi gelemedikçe out olmayacağız ve şayet gelirse bu gelen de o kadar iyi olacak ki biz bile sevineceğiz; çünkü bugün sanata bile siyaset karıştırıp böyle ilerlemek ya da bu yüzden önünün kesilmesi mümkündür belki ama, mevzubahis kader olduğunda er geç güçlüler değil, sahiciler kazanır. O vakit bir nane şekeri de çıkar gelir, bu yazıya isim bulamadığı için her yere "nane" sıkıştıran şu özünde iyi fakat özü umur edilmemiş, solgunn duran ama vakti gelirse içi dışı ayrı dünya oğlancağızı anlamaya, sevmeye yeltenir; zerre pişman olmaz, dosta düşmana bildirir memnuniyetini ve senelerin topluma ve hayata olan öcü en güzel şekilde, sevip sevilerek alınmış olur. Çık gel nane şekeri de, zırt bırt direncim kırılıp bir şeyler yazma mecburiyetinde kalmaktansa toplum içinde; seni betimleme, sana aşkımı izah etme gibi, dert görünümlü sefaların peşine düşeyim nihayetinde, sadece hatırlayıp şükretmek için bile. En önemlisi de, seni gelecek diye meczup kıvamına bürünüp herkese söz edişlerimden, yarım. Belki bir hatta iki saat sabit bir noktaya bakışlarımdan, kendi kendime ani gülüşlerimden; anlayacağı dilde bir mantık çıkar toplumun, meğer ben deli değilmişim de, halden hale bürünmeyi seven, kafası karışık, biraz insan ama daha çok beklenti olan bir mahlukmuşum gibisinden...
Ölü bir vali gibi ben. Bazen dönüp etrafına bakarsın abi, herkes vardır ama göründüğü gibi değildir, hakikaten değillerdir; gerçekten sana karşı iyi hisler besleyen, ya da bir his besleyen belki bir kişi anca; eminsindir hiçbirinin hayatının gerçek bir parçası olmadığına, lakin söz gelimi sürdürürsün bir şeyleri zor yahut kolay. Derken düşünürsün -bunuysa tam bir zamanlar dost dediğin bilmem ne dediğin Allah'ın belası, sahte, ikiyüzlü ve vesaire tipler etrafında cirit atarken yaparsın- yalnızsındır, öyle "Yea ben yalnızlığı seviyorum" diye dolaşan gevşeklerin anladığı türden değil, ham ve sek yalnızlık. Biraz daha düşünürsün, şanslıysan aklına biri gelir (şans konusunda o kadar acele etme yine de) ve dersin sanırım böyle bir çevrede böyle biri gelmez. Bunu hem uyuşmak, hem birbirini anlamak hem de tamamlamak babında söylersin ancak hatanın büyüğü tam da burada başlar; zamanla bunlar birer birer sevgileşir ve sen de bir ona bir etrafa bakıp daha iyisini bulamayacağın, belki de aradığın kişiyi bulduğun fikrine kapılıp (belki de haklı olarak) buna imkan tanırsın. Sahte bulutların arasında edindiğin sahi bir yağmur damlası olur o çoğu zaman, ne hikmet ki buharlaşmak için vardır en çok... Ona böyle yekten anlatamazsın, "Beni hayatının neresine koyuyorsun? Seni bilmem ama ben ciddi ve fevkalade yalnızım her anlamda, özellikle de bu ortamda beni anlayabileceğini düşündüğüm tek kişi sensin ki zaten bundan ötürü belki de duymaman gereken tüm bu şeyleri sana anlatacağım şimdi; seni anladığımı düşünüyor musun bilmem ama öyle olması beni bazılarının iddia ettiklerinin aksine hoş bir beyefendi kılabilirdi diye düşünüyorum. Zor iş bu dünyada anlayanı, seveni, hissedeni falan bulmak, muhtemelen sen benden de iyi biliyorsun. Hal böyleyken, ben de böyle birini aradım ve seni buldum, benim anlaştığım, sevdiğim sevildiğim insan olmak ister misin bir ömür?" diye uzun bir konuşma yapamazsın mesela. Tam yapacak olursun, hadi bunun daha geniş bir zamanda daha düşünülerek yazılmışı kadar olmasa da buna benzer iki büklüm laf öbekleri hepten kurulusur zati kafanda, dilden dökmeye yelteneceğin vakit beklersin gelmez, belki de gelmiş seni bulamamıştır, belki de bu kadar vahim bir mevzu olduğunu düşünemeyeceğinden unutmuştur vesaire vesaire. Hayat işte dostum... Ve (her ne kadar cümlenin bağlaçla başlamayacağını bilsem dahi) zincirin kopma noktası nedir bilir misin? Tüm bu ihtimal sillesini göz önünde bulundurarak üstelik, yarın, sonraki ve bir sonraki gün aynı delikanlı cesareti gösterebilecek misin umutsuzluğa kapılmaksızın? Hal-i pür mealin içler acısı da olsa dost, böyle yahu; kimseyi tanıyamaz olduğun, kimseye güvenmediğin, kendi kabuğundan da öteye çekildiğin vakit herkesin bir şeyler öğrenmesi gerçeğine atıfta bulunarak adeta, belki de ilk defa kendini yahut kalbini değiştirmen gerekmediğine hatta bizzat senin doğru olduğuna sen gibi bir inatçıyı bile inandıracak ölçüde gerçek bir gölgenin çıkması karşına -belki de sen onun gölgesisin kim bilir- Belki de o senin, tıpkı buz dağının altı ve ayın karanlık yüzünde olduğu gibi, büyük gerçeklerini bilseydi; o zaman hak verirdi, benzediğini itiraf eder hatta aynı hisleri o sana beslerdi. Lakin sen de haklısın ne diyebilirim, insanlara inancın o kadar sarsılmış ki tıpkı omzuna düşen kar tanesi gibi ansızın gelen bir insana böyle güzel böyle saf yanlarını açmak her zamankinden zor; öyle olmadığını bilmene rağmen, sırf yaranı heba eder diye boşa fakat haklı bir temkin; bugün bir acı çektiysen eğer, o da sadece bu temkinin, bir de onun senin vakıf olmadığın ve belki de olamayacağın temkinlerinin acısı olsa gerek... Sen yine de pay bırak yarına.
Garibime gidiyor ister istemez, aslında yok ya, hiç de gitmiyor. Böyle çünkü, insanoğlunun doğasında falan yok saçmalamayın, sadece artık oluş böyle. Nefret ediyorum açık ve net, nasılsa kimden nefret ettiğimi nasıl keskin bir şekilde belirtebilirim ki size? (yahut kimden etmediğimi) Israrla içine girdiğim durumlara örnek olarak, herhangi bir tartışmada, ister haklı ister haksız olayım hiç fark etmez; karşı tarafın birden fazla kişi olması, birinde bir açık bulduğumda diğerinin bana öyle ya da böyle saldırarak bunu kamufle edebilmesi, benimse o an ne arkamda ne yanımda kimsenin bulunmayışı; hadi haksızken tamam da, haklıyken bu çok dokunuyor. Demek istiyorsun "Ey eşref-i geri zekalı, nedir bu hadsizliğin, hadi den nedir bilmezsin lakin gururdan da caydın?!" Onlar kirli ideolojileriyle, onlar paslı kafalarıyla, onlar cılkı çıkmış yürekleriyle, onlar öfkeleriyle ve merhametsizlikleriyle öylece durabilirken, birbirleriyle şıracı-bozacı ilişkisini aratmayan yine kendileri kadar lanet bir bağdayken; bu çıtanın kırıldığı yerde, tek başına, doğru yolun hatrına hınçla dikili durmak... Çok zaman dedim kendime ulan kesin hata bendedir, kesin kesin bendedir diye; ama yok, Allah'ın işine bak ki başından beri de haksız çıkmışım, herkes dalkavuklarıyla, yancılarıyla bilmem neleriyle saf tutmuş, lakin ben geri durmuşum... İnsan bunu deli bir duvara döndüğünde idrak ediyor, ki bu bile ne mutlu; haftanın beş günü her gün bir ile iki arası mutlaka bir koridordaki önceden belirli boş sandalyeye oturup yangın hortumu kutusunun kapağına gözünü daldırıp onca insanın merdivenden bir aşağı bir yukarı kifayetsiz ilerleyişlerini seyrederken; hiçbirinin derdi yok, hiçbirinin kaygısı yok sanki ama konu bu da değil, sanki sen orada yoksun. Sen bir duvar yerindesin, geçip gitmekteler, tanıdıkların bile sen olduğunu sonradan fark etmekte, bir de artık tanıyamadıkların var ki anmaya değmez. Bir süre sonra insanlara sesleniyorsun önce biraz gecikiyorlar, bir sonraki seslenişinde duymuyorlar, bir sonrakinde zerre de meşguliyetleri olmamasına karşın yanıbaşlarında omuzlarını dürtükleyerek seslensen dahi belki on dakika alıyor muamele görmen... Asil bir hayalet olmak kısacası, konuşmak isteyenin derdini anlatmak ya da her ne hakla ve akılla bunu umuyor bilmem ama onu mutlu etmen amaçlı sana uğradığı. Tamam kabul sen de uğramışsındır yalnızca derdini anlatmak için, olmuştur belki hal hatırsız mevzuya girmelerin; ama hiç olmazsa kişinin sende bir ehemmiyeti varmıştır, ne bileyim sormuşsundur hal hatrını, yapıp etmişsindir isteğini yahut ihtiyacını. Ya onlar? her kimseler artık, bir kere neden diye sormuşlar mı? Sırf bunu sormadıklarını yüzlerine vurup onları rencide etmemek için, bu kızgınlıkla bile susarsın; susmak onların evreninde, evrensel dilde kaybedeni temsil eder ve bunu bile bile susmaya devam edersin. Çünkü Murat Menteş'in dediği üzere "Bir insan acıdan delirdiğinde, diğerleri onun acısını değil deliliğini görürler". Aynen de öyle, ne yazık ki; bugün sen kızgın bir fil olmuşsun, yarın asi bir kurt ama onlar zaten fark etmeyecektir ki. Ama tasalanma, bir bok etmez onların anlayıp etmesi, onaylaması, cartı curtu... Yazın bunu kenara bak, öyle her iki laf ettiğine arkadaş, akraba bilmem ne denmez, dost hiç denmez; Aşık Veysel takılıyoruz bundan mütevelli; "İnan sana değil kastım, cahille muhabbeti kestim."(ya da sana kastım, n'apacan?) Birine sitemim falan yok yanlış anlaşılmasın, ama ikidir de denk gelince yaşamış olduğum bir şeye üçüncü şahıs olarak, bunu yazmak icap etti. Sesini çıkarmıyor diye adam akıllı herifi bir olup bastırma çabasına giren hiçin hiçi kimselere tanık oldukça midem kalkıyor, ben de buraya kusuyorum işte... Allah var bir iki kişi dışında kimseyi tanıyamıyorsun, bakın vaktiyle bana sordular dostlarımdan bahsedince; bazılarına dedim ki sen de onlardan birisin, bazılarına da yekten söyledim biliyorum diye "Sen de satacaksın". Tabi o ara şaka gibi geldi gülüştük bilmem ne, sonuç olarak ben haklı çıktım istisnasız; bir gün sonra, bir yıl sonra ama mutlaka. Bazen bu konuda da yanıldığım oldu tabi, o bir iki kişiden bellediğimin de sattığı oldu; iyi ki de yapmış, çünkü insanlar inanır inanmaz ama yürek de ağırlık yapabiliyor... Ulan diyorum kim lazım gerçekten, dediğim gibi bir iki kişi var, gerisine ör tuğlayı gitsin; sonra diyorum tuğla da zaten örülü, bırak yaslan arkana paşam, sabrın selametine ereceğin güzel günlere doğru bak. İşte öyle öyle bakarken gözüm dalıyor tam olarak. Bazen de ne yalan söyleyeyim Ali Lidar şiirleri ediyor biraz içime, onlar gazlıyor beni böyle; adam demiş ki "Hepiniz iyisiniz, bir ben olamadım işte", "En çok sakin ol diyenlere uyuz oluyorum bu ara, kim anlar olmayışları, gözlerime baksana bir. Ne vardı lan bir kere bile dinlemeyecek?" falan, hepten epistemolojik cinnetlere gebe bırakıyor benliğimi, üstelik neredeyse kusursuzca... Hayır arkadaş sonra biri denk geliyor biraz anlamaya müsait, ona da anlatamıyorsun; çünkü anlatırken yine böyle hiddetle kusacaksın ve o da haliyle kaçacak farkındasın; bu defa susuyorsun, o da sen sustun diye belki gelmiyor bir daha doğal olarak; e buyur bir de bunu yak bakalım, merak etme daha var. Bazen düşünüyorum (yalan, bunu ilk defa bugün düşündüm) ki acaba ben de bir ihmal miyim? Türkiye'de yaşıyoruz, bu mümkün; yani belki bizimkilerin (ebeveyn) bir ihmali olmasam da, çatlak düzenin bir ihmali olmam mümkün mü? Otu boku eleştiriyorum evet, ama sanatsal yapımları eleştirmek benim şaka yollu bir zevkim, içkim kumarım yok bir bu var işte; kalan şeyleri de iyi ki eleştiriyorum, hepsinin altından bir çapanoğlu çıktığını gördük çok şükür. İhmal dedim çünkü işin şöyle bir yanı da var, her ne kadar bu gayrıresmi ve hatta kanıtlanamaz kişilik mücadelelerini başarıyla sürdürebiliyor olsam dahi, bir süre sonra belki yılmak değil fakat "Lan bu mudur?" diyorsun yani, kafa kafaya verebileceğin bir kafa olsa (içinde beyin olmak şartıyla tabi(kalp de olur)), zaten değilsin ama hafiften senin de yalnız, başıboş olmadığını o soğuk savaş gibi usulüne uygun görünse bile çirkin müzakerelerde karşıya hissettirebilecek biri olsa arkanda, yanında falan, o zaman direkt dize getireceksin; çünkü o kadar çözümlemişsin ki bütün reaksiyonlarına hakimsin, sadece panzehiri uygulayacak bir şırıngan yok gibi düşün. Bu yazının adını da koymayalım be aman!☺