Gelse
Çok mu biri gelse, gelse dayansa kapıma, ayaklarında bir çift pembe terlik, saçları dağınık-düzensiz, yanaklarının makyajsız, utangaç pembeliği ve belki de gamzelerinin güzelliğiyle, gözlerinde sevgi ile. Hayır der miyim o aşka, susar kalırım yanında. Anca çay demler şiir yazarım; ömründe çay içmemiş ben, onun sevgisiyle bir yudum alırım...
Gelse yanıma aniden, yabancısı olduğum karşılıklı aşkta bir kadını tanırım...
Otursak koltuğa, ne varmış televizyonda; sonra bir üşüme gelse sokulsak birbirimize, örtünsek ince bir battaniye. Dayansa omzuma başını, saç tellerinin yumuşak kıvrımlarında kaybederken kendimi, bir yeni aşk filmi daha çoktan başlamış olsa...
Sonra gece çökse, o zifiri karanlıkta aşkın ışığı yüreğimizde, gözlerimiz baş başa ve ay gibi parıltıyla...
Sussak kalsak, öylece bakışsak; hem ne gerek var sanki konuşmaya, yüreğimiz aşkı taşıyabildikten sonra. Aniden sarılsak delice, yeni kavuşmuş nehirler gibi coşkuyla denize; mutluluğun adı olmasa be, adını koyamasak bu sevda çiçeğinin...
Ten tene temas ettiğinde, ondan ibaretmişim gibi unutabilmek kendimi; onsuzluğun olmayışını yaşayıp kutlamak için her bir saniye, içerimdeki aşkın taşan yanlarını dudaklarımdan döke saça çıkarırcasına, öylesine duygu, öylesine aşk dolu bir''Seni seviyorum!''İle her gecenin sabahında, her anında...
O ki hiç hastalanmasa bile, hastalandığında ise çorba yapıp içirsem kendi ellerimle... Burnunun ucu kızarsa mesela usulca, üşenmesem yaksam şömineyi, sobayı, bilmem neyi; içimde sönmek bilmeyen o aşkın alevi gibi sıcacık ve samimi...
Bir cumartesi sabahı olsa bu günkü gibi, yağmur damlaları uğrasa pencere camına; otursak izlesek dışarıyı, pencere camının buğusunda narin ince parmaklarıyla cama çizdiği o koca kalbin arasından mesela... Çocukça davransak mesela, şakalaşsak, şarkılar söylesek birbirimize narince... Utanma arlanma yok mu deseler bazen bize, aşk bu kadar anlamlı, bu kadar ulu orta yaşanır mı diye; tebessüm etsek usulca ve sevinsek içten içe, aşkımızın varlığına ve sonsuzluğuna...
Sevişsek şiirlerle dizelerle, şarkılarla türkülerle; daha tutkulu öpüşme görülmese biz göz göze gelince... Çıksak balkona gece gece, Ankara'nın ayazında cennet bir manzara karşısına, elimde şiir kitabı, sokulsam yamacına usulca; şalından pay alsam sırtıma, soğuğu bahane edip iyicene sarılsam... Sonra çokça üşümüş girsek içeri, salep yapsam ona, sunsam aşk kırmızısı, adı işlemeli bir kupayla... Birden bir duygusallaşsak, kaybetsek kendimizi; gözlerimiz kızarana kadar film izlesek ağlaşarak, sonra da sızıp kalsak başım kucağında ve ellerim kavuşturmuş ellerine...
Bir an evvel gelse o kişi, bir de hiç gitmese, gitmek istemese. Otursa kalsa bari bir köşede en azından, gözüme görünüp de gönlümü sevindirse; öyle bir gelse ki, sanki hep varmış gibi, gitmekten eser kalmasa dünyada... Ancak bu kadar kısa anlatabilirdim sanırım, yaşamak ama en çok da yaşatmak istediklerimi; daha aklıma gelmeyen, dilimden dökülemeyen oncası yüreğimde hala saklı dururken; aşk cesur olup gelse, ben zaten hayır diyemem hiçbir gönüle...
Gelse yanıma aniden, yabancısı olduğum karşılıklı aşkta bir kadını tanırım...
Otursak koltuğa, ne varmış televizyonda; sonra bir üşüme gelse sokulsak birbirimize, örtünsek ince bir battaniye. Dayansa omzuma başını, saç tellerinin yumuşak kıvrımlarında kaybederken kendimi, bir yeni aşk filmi daha çoktan başlamış olsa...
Sonra gece çökse, o zifiri karanlıkta aşkın ışığı yüreğimizde, gözlerimiz baş başa ve ay gibi parıltıyla...
Sussak kalsak, öylece bakışsak; hem ne gerek var sanki konuşmaya, yüreğimiz aşkı taşıyabildikten sonra. Aniden sarılsak delice, yeni kavuşmuş nehirler gibi coşkuyla denize; mutluluğun adı olmasa be, adını koyamasak bu sevda çiçeğinin...
Ten tene temas ettiğinde, ondan ibaretmişim gibi unutabilmek kendimi; onsuzluğun olmayışını yaşayıp kutlamak için her bir saniye, içerimdeki aşkın taşan yanlarını dudaklarımdan döke saça çıkarırcasına, öylesine duygu, öylesine aşk dolu bir''Seni seviyorum!''İle her gecenin sabahında, her anında...
O ki hiç hastalanmasa bile, hastalandığında ise çorba yapıp içirsem kendi ellerimle... Burnunun ucu kızarsa mesela usulca, üşenmesem yaksam şömineyi, sobayı, bilmem neyi; içimde sönmek bilmeyen o aşkın alevi gibi sıcacık ve samimi...
Bir cumartesi sabahı olsa bu günkü gibi, yağmur damlaları uğrasa pencere camına; otursak izlesek dışarıyı, pencere camının buğusunda narin ince parmaklarıyla cama çizdiği o koca kalbin arasından mesela... Çocukça davransak mesela, şakalaşsak, şarkılar söylesek birbirimize narince... Utanma arlanma yok mu deseler bazen bize, aşk bu kadar anlamlı, bu kadar ulu orta yaşanır mı diye; tebessüm etsek usulca ve sevinsek içten içe, aşkımızın varlığına ve sonsuzluğuna...
Sevişsek şiirlerle dizelerle, şarkılarla türkülerle; daha tutkulu öpüşme görülmese biz göz göze gelince... Çıksak balkona gece gece, Ankara'nın ayazında cennet bir manzara karşısına, elimde şiir kitabı, sokulsam yamacına usulca; şalından pay alsam sırtıma, soğuğu bahane edip iyicene sarılsam... Sonra çokça üşümüş girsek içeri, salep yapsam ona, sunsam aşk kırmızısı, adı işlemeli bir kupayla... Birden bir duygusallaşsak, kaybetsek kendimizi; gözlerimiz kızarana kadar film izlesek ağlaşarak, sonra da sızıp kalsak başım kucağında ve ellerim kavuşturmuş ellerine...
Bir an evvel gelse o kişi, bir de hiç gitmese, gitmek istemese. Otursa kalsa bari bir köşede en azından, gözüme görünüp de gönlümü sevindirse; öyle bir gelse ki, sanki hep varmış gibi, gitmekten eser kalmasa dünyada... Ancak bu kadar kısa anlatabilirdim sanırım, yaşamak ama en çok da yaşatmak istediklerimi; daha aklıma gelmeyen, dilimden dökülemeyen oncası yüreğimde hala saklı dururken; aşk cesur olup gelse, ben zaten hayır diyemem hiçbir gönüle...