Ne kadar tanırsınız ağlama hissini? Ne bilirsiniz ne zaman neye ağlandığını? Kabul, bilen bilir sevdiği kim ne vakit neye nasıl ağlayacak, deprem gibi hisseder, benim bahsetmek istediğim başka bir husus var. İlla hüzün gerektirmez ağlamak, hüzünlü olmayan her gözyaşı da mutluluk kaynaklı değildir ancak. Biz mesela, gün olur geçmiş için ağlarız, gün olur insan için geçmişteki, gün olur o insanın iyiliği için, gün olur iyi ki var diye o insan, iyi ki sevdik diye vesaire diye. Böyle gün gün sayıp duruyorum ama sizin işinizi kolaylaştırmak adına, yoksa tüm bunları tek bir ana sığdırmak da elbet mümkün. Şükür ki ağlayabiliyoruz, düşünebiliyoruz, yanabilecek bir canımız, yüreğimiz var, bir şeyleri ciddiye alıp büyük yaşıyoruz çok şükür. Kimler kimler görüyorum nerelerde, hayat eğlenmekmiş coşmakmış caka satarlar, en ufak bir şeyde de yanına yaklaşılmaz. Hepsinin dönüp geleceği yer yine biziz ben buna yanıyorum, biz o kadar yorgunuz, bizi o kadar yordular ki ancak yine biz dinleriz onları... Siyah beyaz, yara bereyiz evet, albenimiz yok, birini mutlu etmeyi bırak kendimize sahip çıkabiliyormuş gibi bir halimiz bile yok; nitekim her şeyin bir "ama"sı var, ama yapıyoruz, ama oluyor, ama öyle... Karanlık karanlığı gündüzünden tanır, biz de öyle aşinayız birbirimize; öyle ki kiminin yargıladığı, hatta çoğunun yargıladığı bazı aslında eften püften şeyleri biz azat ederiz, insanlar insanları durmadan yargılar belki ama biz biliriz onun öyle biri olmasının, öyle şeyler yapmasının ince bir sebebi vardır. O ince sebebi bilir, peşinden gideriz, bazen bakarsın telafisiz bir yanlış bile, sebebinden ötürü gül olmuş gözünde, o hesap işte... "Beni herkes sevdaya asi sanır, oysa aşk beni nerede görse tanır; hasret tanır, zulüm tanır, ölüm tanır, yüzüm yüzümden utanır." dediği gibi üstadın. Ben de tanırım geçmişimi, masumumu, masum günlerimi; bilirim, hala özlediğim aynıdır, özlemek bundandır işte, sevmek bundan... Hani "Gözünden belli olur." derler ya, işte biz gözlerin de ne güzel susabildiğini öğrendiğimizden beri kendimizden, biraz daha derine bakakaldık diyelim.
Ben denk gelmedim öyle bir insana, dipteki yarayı tanıyan, yara'dan birine; en çok da gelmediğim için öyle biri olmaya çalıştım, en çok da bana "Kimse kişinin kendisinden daha çok üzülemez onun için" diye direttikleri için ruhumu tabiri caizse pastırma gibi inceltmeye, kendinden çok düşünmeye çabaladım insanları; yine yoluma çıktılar "Her insan iyi değildir, incinirsin." diye, ben zaten kaç defa tanışmıştım incinmekle, duymazdan geldim. İnat değil mi kardeşim, alın bu da benim inadım oldu mu? Matematiğinize fazla geldiğinin farkındayım, inanın sade sevseniz kafi oysa... Nasıl bir hatta birkaç acının kötü etkilediği, çok kötü etkilediği, yanlış seçimler yaptırdığı bir insana tepeden tırnağa inanabiliyorum biliyor musunuz? Evet onu sevmiştim, seviyorum ama inanın bu yüzden değil; bir insana şans verilince ne olduğunu da, verilmeyince ne olduğunu da hem gördüm hem yaşadım ben, hep dedim ki şöyle olsa başka türlü olurdu her şey, şimdiyse ben "öyle" olmak istiyorum işte, hiç olmazsa biri için, onun için "öyle" biri olmak benim hem borcum geçmişe, hem de az sayıda gururumdan biri belki. Çok realist insanlarla takılıyorum belki de, her biri geçmişten vuruyor şöyle olsaydı şöyle yapardı, şöyle olsaydı şöyle de olurdu falan filan bir sürü gevezelik; insanların bir mevzunun içini bilmemeleri ve bundan onlara söz edememek, buna rağmen yine de bir şeyler duymaya ya da söylemeye ihtiyaç duymak büyük çaresizlik olsa gerek, tıpkı sizin şuan bunu yazarken aklımda olan o merkez durumu bilmeyeceğiniz gibi. Ben sadece bana biraz inanılsın istiyorum ya, görüyorum işte ultrason gibi, sesten görüyorum, yazıdan görüyorum; hani o ağlamanın ilk başında damak içe kaçar ses tizleşir ya, gün oluyor ben onu bile bir mesajda sezebiliyorum; anladığıma zerre şüphem yok, masum bir insan ne kadar değişirse değişsin dışarıdan, hem bu değişim onun eseri olmadığından ama en çok da aslında kendi de bunun farkında olduğundan bilin ki aynıdır aslında, daha kırgın, üzgün ya da kızgın olması onun içeriden bir yerden bam telinize dokunmasına mani olmaz, siz yargılarınızı kuşanmadıysanız şayet. Ben böyle tanırım bir insanı, değişmiş mi değişmemiş mi anlarım, hata da yaparım o ayrı, hatam da genellikle değiştiğini bilip, değişimi yakıştıramamaktan olsa gerek bilmezden gelmem olur. Artık o da yok, kendimden, ondan ve her şeyden eminim ilk defa. Bir insanı bilmek için gerekmez fıstık ezmesi ve çilek sevdiğini, insan bir defa içinden bilir, aha onun da ötesi yok. Ey Buse, ey Ceren; ismin söylenmedi burada uzunca zamandır, korkma bilmez kimse kimsin nesin, gör bak çoğu tenezzül bile etmez burayı okumaya. Neyse, bil ki sen de değişmedin ben de, hala tanıdığım en iyi, en güzel kadınsın, olup bitenlerin canı cehenneme... Senle yeniden tanışmak, Hakkında herkesin bilebilecekleri hariç her şeyi bilmek, Bu da benim avuntum olsun, Memnun oldum, hep de memnundum.
İçim çok tuhaf Cuma'yı Cumartesi ile bir eden bu gece, mutluluğu bilmem ama huzur dolu olduğum kesin uzun zaman sonra, kendimden ve başkalarından sonuna kadar emin olup gurur ve güven duyduğum da öyle. En başta sevdiği birinin sesini duymak iyi geliyor tabii insana, bunun tarifi yok ama dahası da var. Çok kişi seviyor onu, sevsin de zaten, sevilmeyecek kadar en son insan bile değil, listenin sonunda ben varım. Yine de, onun bana söylediği üzere sizinle tatlı bir hisle paylaşıyorum ki, onca kişinin arasından, en sevdiği olmasa da en mutlu edebilecek kişi benim onu. Bir "biz" çıkar mı bilmiyorum ortaya, çıkabilse ne ala ama hakikaten bunu mesele etmiyorum artık. Öyle pek kimseyi mutlu etme vasfına sahip olmayan ben için ne garip durumdur, en sevdiğinin mutluluğu edebileceğini bilmek bir şekilde. Kabul, bu zamana kadar seven olmadı beni ama bugün yanımda olmayan birkaç değmez istisna hariç kime sordumsa benden iyi dost olduğuna kanaat getirdi. Ben de dost olacağım bundan sonra, en iyi dost, hatta ondan bile ötesi... Zaten aşktan daha öteyiz çoktan, bilmem tabi o tam ne hisseder ama bence öyleyiz. Kalıplara sığmayan böylesine durumlar o kadar değerli ve ben onu o kadar çok seviyorum ki. O mutlu olsun gerisi hiç, varsın aşk da bu yazılarca sınırlı olsun; Neşet baba gibi olmak istiyorum ben, adanmak ve bırakacağım o eser niteliği taşımayacak her bir şeyle sevgi ile hatırlanmak. Yok bundan sonra başka kimseyi sevmek evet, ama onunla olmayacağı için karamsarlığa düşmek de yok; karşılıklı görevimiz iyi olmak, tek istediğim onun iyi hissetmesi, bununsa bir koşulu benim iyi hissetmem. Hissederim öyleyse, yaparım, gözümü kırpmadan. Şereftir, alın yazısıdır, çok iyi hissediyorum kendimi ona dair bir şeyde; acıtmıyor mu ama bazı gerçekler, elbette. sonuna kadar, acıtmazsa ayıp ama sevgim üstün geliyor, zaten ben görüntümün aksine hiçbir zaman beceremedim bencil olmayı, iyi ki de beceremedim. Bundan kelli bildiğim keskin bıçak gibi her bir bilgi yük olmayacak bana, olsun diyeceğim, çünkü onun varlığı yetiyor. Koptuk koparıldık biz, o suçlu ben suçlu bunun hiçbir önemi yok; yeniden birleştik, öyle ya da böyle, ne şekilde olduğu, ne isimde olduğu zerre umurumda değil bir araya geldik, biz olduk, yeniden. Sanırım şimdi biraz daha arttı işte bahar mevsimine inancım, ne de olsa mevsim bahar olunca, aşk gönüle doyunca, sevenler kavuşmasa bile bir yerlerde mutluysa ve bunun kaynağı diğeriyse, yaşamak ne güzel. Belki o da olur, inşallah olsun, n'olur olsun; bir araya gelelim, seneler sonra bile olsa, kör topal bile, yara bere içinde bile olsa. Gelelim ki ben geçen gün derste "Mutlu aşk olur mu?" dendiği vakit susup kalmıştım, adam gibi kanıt sunamamıştım, içimde kalmasın. Alın diyeceğim tüm dünyaya ya, alın bakın, inceleyin, oluyormuş, her şeye ama her şeye rağmen mutlu aşk oluyormuş... Ha birleşemedik mi? Hayat işte, onun canı sağolsun, Allah ikimizden de razı olsun, başka da dileğim yok. Saat tam on ikiyi vurmuşken ben ağırdan kaçayım insanlık, herkes kendine, birbirine çok iyi baksın. Sizi seviyorum. Yeni bir biz olmanın tadı ile...
Çok sevdiğim bir film vardır Güneşin Oğlu diye, bilen bilir onun bi'de son sahnesi vardır; işte o son sahnedeki yalanı duymak çok acayip, hani var ya seni seviyorum falan. Bu hissi de tattım ya Oscar'a doğru yol alıyorum belli ki. Birisinden son bir istek olarak, yalandan bir seni seviyorum duymak istemek ve onun bunu söylemesi... Merak ediyorsunuz di'mi? Alptuğ'un Mekanı müdavimleri için bu yazımızda bunu inceliyoruz.
1-Bir insan bunu neden yapar? Şahsen ben en çok filme özendiğim için, biraz da bunu aynı kişiden son defa duymanın bi'özelliği olacağını düşündüğüm için yaptım. 2-Bir insan bunu duyunca ne yapar? Bu sorunun cevabı ise elbette ki koca bir hiç, hem bunun bir yalan olduğu bilincinde olduğundan asla sevinemezsin hem de onun senin için son bir şey yapmasının güzelliğini az da olsa hissedersin. Bir de bunun sonrasında "Yalan söylüyorsun!" diye çıkışmak var, şükür ki biz o kadar yeşilçamcı tipler değiliz. Yine de her şeyiyle bir klişe olmasına karşın bence gayet değerli bir durum. Bunun sembolize ettiği şeylerden en büyüğü insanın doğasında yer alan tamamlanma güdüsü olsa gerek, eksiğini söylüyorsun, eksiğinin tekrarı (yani dönüt) tıpkı bir yapboz parçası gibi yerine oturuyor. Kendi kendini tamamlıyorsun bir anlamda, hoş bu kalıcı bir tamamlanma değil, hatta tamamlanma bile değil; ya bu tam olarak nedir biliyor musunuz, hani o neredeyse bir iki kişinin izlediği uyduruk kanallardaki bitmek bilmeyen tele alışveriş kuşaklarında satılan kaporta çiziği gideren değişik kalem gibi, yok ediyor gibi gözüküyor ama dokunduğun vakit çizik hala derin. Göstermelik bir çaba yanisi bu da, eşe dosta işler yolunda görünmelik bir bakıma, en çok da kendine; bakınız iyi miyiz, gayet iyiyiz, e devam öyleyse... Biz gelelim işin en can alıcı kısmınaaa... Yalan nedir? Aslı olmayan iddia, yoksa Burcu muydu? Yalanın insana haz vermesi durumu var bir de, yanisi akroloji; şaka şaka salladım, böyle bilimsel bir ıvır zıvır yok, varsa da adı kesinlikle bu değildir. Aslında bunun haz ile caz ile bir alakası yok, daha ziyade bazı yalanlar doğrudan "olması gerekeni" işaret eder ve insanlar kendilerini olması gerektiğini hissettikleri şeye ne kadar yakın bulurlarsa o kadar huzur bulurlar. Huzur da güzel kelime bak, söz konusu durumumuzda ise huzurun şöyle bir yanı var; huzur mutlak olmak zorunda değil, huzur biter, çünkü çok huzur da hiç huzursuzluk da iyi değildir, sonuç olarak "anı yaşamak" klişesine adım atarız. Ki an da yaşanmış oluyor işte bak, yalan istiyorsun, yalan duyuyorsun, avunuyorsun, mutlu oluyorsun, derken ömür bitiyor... Elinde güzel bir yalan, güzellikten bi'haber olan ne ister başka?
Renkli biriymiş hoşlandığı çocuk, müzik grubu varmış, basket oynarmış... Ben? Benim tek becerim onu sevmiş ve seviyor olmak, dahası yok, renkli değilim karanlığım -aklıma bu sahne geliyor- sadece... Benden de ancak İsmail abi olurdu, ekranda herkesin sevip gerçek olduğu vakit kimsenin aldırış etmeyeceği. Mesafeler falan bahane, o bahane, bu bahane; yoksa suçum İstanbul'da olmamak olamaz benim di'mi, ya da geçmişten olmak? Olamaz di'mi? N'olur bir şey diyin susup durmayın... Hiç sevmemiş ki beni, benim o her konusu geçtiğinde "Beni seven tek kişiydi." diye kendime acıyarak ama tatlı da bir gururla bahsettiğim, ilk ve tek aramamda heyecandan sesi titremiş, kolu falan incindiğinde hangi kolu olduğunu o söylemeden bileceğim kadar aramızda bağ gelişmiş, birbirimize tatlı küçük bebek fotoğrafları gönderdiğimiz o kadın; meğer beni hiç sevmemiş, hiç, en ufak bile değil bak hiç! Değer de vermiş sadece, değer önemli tabi, değer çok işe yarıyor.(!) Kızmıyorum ya, benim derdim kendimle; ben değer verilecek de bir adam değilim be, iyi bir adam değilim, aptal bir karanlıktan ötesi olmadım asla ve insanları da peşimden sürüklüyorum. Renkli olmam ona bağlı, hatta renklerim ondan ibaretken o onu o kadar da umursamayıp sadece güldüren bir tipsiz için ölüyor. Tanımadığım birine hakaret ettim çünkü çok yanıyor canım, ham bir acıdayım ve bunun haddi hesabı, anlayanı yok; öyle ki onca insan beni güldürmeye çalışırken ben koca bir yıkım halinde dolaşıyorum bütün gün, ne kendi gülebilen, ne de onu güldürebilen, hayra işi olmayan bir kitleyim, kanser gibi. Ne kadar çok insan o kadar çok baş ağrısı, nihayetinde böyle tecrübe ettim bunu. Ha pardon nedenini söylemedim, şeyden: insanların bilmeyip anlamadıkları şeyleri aşağılamasından, Romeo'nun dediği gibi yarayla alay edişinden yaralanmamış olanın, değer vermeyi bilmeyenin boşa değer verdiğimi iddiasından. Hepsini geçtim, en çok da karşımdakine dair doğru yanlış pek çok çıkarımda bulunmalarından; normalde bu fazla sorun değil, lakin kafam karışık çok. Herkesten gitmek istiyorum, zaten çoğunun da işine yaramadığım aşikar, en iyi dostlarımı bile üzüyorum beceremediğim "iyi durumdayım" numarasındaki beceriksizlikle, inanmış gibi yapsalar daha acı ama neyse ki inatçılar. Koyu karanlığım ben. Kaybolasım var, kimsenin hiçbir şeyi olmayışım, tek mümkünüm bu benim. Hani bir şair diyor ya "İntihar haramdı biz de yüzümüzü astık.", bizdeyse daha farklıydı; hem yüz astık, hem göz kararttık, bize de yazıklar olsun ne diyeyim, kimseye kızamıyorum ve geriye bir tek kendim kaldım. Bunları hak edip etmediğim şuraya dursun, cidden zerre sorgulamıyorum bunu, demeyi içimden geçirsem de asla demiyorum neden ben diye. Üzülüyorum işte, bu... Bunu ağlayın artık, bununla yaşayım bir zahmet. Sormayın işte yahu, alakalı değil sizle, gelmez elinizden zerre bir şey, tıpkı onun içinden gelmeyeceği gibi. Diretmeyin, böyle çok iyiyim ben inanın; iyi durumda olmayı mutlu olmakla bağdaştırmayın siz de eski ben gibi ,n'olursunuz itimat gösterin! Şuraya dursun dedim ama hak etmişimdir kesin, mutlaka etmişimdir bir yerden, etmediysem de sağolsun canı kimse sorumlu; herkese hakkım helal, hatta eminim ki kimsede hakkım yok. Siz de denemeyin konu değiştirmeleri, yanımda olduğunuzu çalışmayın hissettirmeye; acıysa acı, geçer belki, geçmezse de biz gideriz. Ne zamandır içim çığırır şu gitmek türküsünü, çoğu klişe filmdeki o babacan balıkçının balık tutmak dışındaki tüm vasıflarına eriştim, gitsem şehir dışına, çıksam insan, insanlık dışına ve zararsız ziyansız unutmak ya da ölmek fark etmeksizin bir şeyleri beklesem. Yine de gariptir, şimdiye kadar gerçekten bu kadar üzgün hissetmememe karşın hala daha aklımdan geçen yegane fikir herkesin kaderini bir bir kendim sırtlanmak, bana zor gelen de kendi kaderim işte, onlarınkini ben alsam benimkini Allah affetse ve kimseye hüzün tanesi düşmese... On kişi bir ağızdan bağırsa şimdi bana "Seviyorum seni!" diye, en fazla üzülürdüm; benim yaralarımın onların beni sevişine denk geldiğine üzülürdüm, hem de ihtiyacım olduğunda var olmadıkları için hayıflanmaksızın. Gerçi böyle bir tasarı şuan sadece laf kalabalığı, o bile "hiç" sevmemişken beni... Hatta sırf o yüzden bir gün onunla bir gün bununla olup, sürekli birilerini aldatıp, hayatı eğlence sanan bir avuç ciddiyetsizin gözyaşlarıma espri kılıfıyla ettiği laflara tek cevap veremedim beni bu yıkıyor. Gerçi pardon, bugün derste bağırarak küfrettim, iyi ki de ettim; taş çatlatacak susuşumdan sonra, bu da olmasa ayıp olurdu insanlığıma. Hoca da prosedür gereği dersten attı ama olsun, o da biliyordu çünkü, o da müdür yardımcısı da gayet farkındaydı, benim öyle bir ortamda o şekilde küfretmemi gerektiren bir sebep vardı mutlaka ve ağzıma sağlıktı. Aramızda kalsın müdür yardımcısı yemek bile ısmarlamayı teklif etti, nitekim sınıfa döndüğümde bunlardan habersiz "o-çocuk" başıma bir şey getirdiğini sanarak sevinip beni tahrik etmeye çalışıyordu; fakat öyle alıştım ki haklı ve yalnız olmaya, sustum, çok mu çok yorgundum, hala da öyleyim... Anamın ak sütü kadar helal gözyaşlarımı manasız bulan topluluklarda bi'zahmet yalnız olayım be! Gerçi anne sütü de almamışım ben hiç, öyle ki buna bile yorabilecek çaresizlikteyim tüm olup biteni. Her şeye yorabilirim bunları, ama kadere değil; birincisi böyle kader olmaz, ikincisi de kader dediğin bir başkasının elinde olmaz, işte tam da bu yüzden diliyorum mümkünatınca yalnız olmayı, çelişerek bütün hayallerimle bir bir; çünkü benim de bir iç dünyam var ve o daima daha renkliydi benden her nasılsa, tıpkı onun istediği gibi. Böyle diyorum ama siz bana bakmayın, benim renk dediğim çoğunuzun grisini geçmez yazık ki. Mutluluğa ihtiyaç olmadığını söylemiştim ya, aslında bu bile benim en az kendim kadar kara cahilliğimden ötürü; mutluluk nedir bilmediğimden olsa gerek, sanki güçlü biriymişcesine normal belliyorum mutsuzluğumu, eksikliğimi... Yalan söylüyorum arkadaşlar, benim mutluluğa çok ihtiyacım var; ama çok mutluluğa değil, azı da kâfi yaşamam için. İçimi döküp durmama rağmen bu yara bandı vazifesi dahi görmekten aciz her bir satır bana hakkını helal etse de mümkün olsa bir daha yazıp etmemek; çok yoruldum, her açıdan yoruldum, bıktım, yıldım, pes! Önce bir defter olmalıyım, sonra da hiç açılmamak üzere kapanmalıyım; çünkü daha dün öğrendim sevilemiyormuş geçmişe dair insanlar, bense tamamen öyleyim, ne bir çilek kadar olabildim, ne de fıstık ezmesi. Benim bu bitişim yeni bir başlangıcı müjdelemez ama bu defa, her yeni başlangıç eskiden kaynaklı olduğu için olsa gerek geçmişi de çağırır muhakkak. Her yeni başlangıç geçmişi değil, yalnız ve yalnız beni sıfırlar (kırıklıklarım ve yaralarım dahil değil) ve günün sonunda senin her şeyim dediğin, "Geçmişten birini (SENİ LAN SENİ! der gibi) istemiyorum!" dediği vakit senin başlangıcın da sonun da babanın şarap çanağı da sen de suyun altına gömülürsünüz; yalnız senin göz yaşlarında oluşan ve asla bitmeyecek olan o büyük, mahçup su birikintisinin en altına, belki de bir daha asla yüzeye çıkmamak üzere. Çok sevdim, seviy... Ne fayda... Sonradan ekleme: En fenası da çırpınmak dostlar, neden diye diye, örnek vere vere, belkilere sıkışa sıkışa, dene diye diye... Balıktan farkımız yok, bizim balık suda ters döndü, acaba neden. "Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin..."
Çaba bizim sanayinin köpeğidir, bir de kaportacı Zafer'inki var o da Nihayet. Çaba'nın gözleri kördür ama adı bundan Çaba değil, Nihayet'ten kalma bir Çaba o. Çabalıyor çünkü, çabalardı yani, vurulmadan önce Zafer'ce... Çaba, Nihayet'inde Zafer kazanmadı, Çaba zafer kazandı. Ne hareket eden ne havlayan Çaba'mızın tek tasması sevdaydı, Nihayet'ine, sadece Zafer'inkine değil her şeyin nihayetine olan bir sevda. Bizim Çaba'mız kör kütük, yönsüz mesafesiz bir Çaba'ydı ama beklemesini iyi bilirdi, hep uzaklara bakar gibiydi. Nihayet yaklaşırdı ona, nihayet kavuşurdu Nihayet'le kirin pasın ortasında da olsa; o teselli ikramiyesi bırakırdı bulduğu kemiği, kör Çaba sevinirdi. Sen şimdi diyeceksin ki kokusunu alıyordur falan, de bakiyim bana kemiğin kokusu oluyor mu? Gerçi seni de haklı çıkartabilecek bir özellik var, o da kemiğin her seferinde göğüs kafesi kemiği olması; atmayı bitirmiş o kalp, her attığında temas edip kemiğe, bırakıyor mudur dersin kokusunu? Çaba işte, anladın mı? Çaba Nihayet'inde kalbe aşıktı, asla kalp yemezdi, dokunmazdı bile ama kalbe değen kemiğe doymazdı. Zafer sinirlenip vurduğunda ben orada yoktum Çaba'yı, kimse de oralı olmamış, Çaba tam da Nihayet'inde can vermiş sessiz usul, hala çenesi sımsıkı kapalı, arada bir adet kemik, hala aynı. Çok ders var Çaba'dan çıkaracağımız, ilk olarak bir kalbe erişmek için onu incitmek gerekmediği belki, belki bazı çabaların da nihayetsiz kalabileceği ve daha neler neler ama en önemlisi şu: "Çabayı vurmasınlar!"