Gözbebeklerim büyüyor mağrur karanlıkta
Adam oluyor da biraz kapanmayı öğreniyor
Göğsümdeki fil dişleri hep bir ağızdan bağırıyor "Al kırdın kırdın!"
Kalın bir çiviyi tükürür gibi kalbim "Bir daha söyle"
Tavana yapışmış sakızın gözyaşı kafama dökülürken
Kıvırcıklaşan sakallarımla, artık benim olmalıyım, benim.
Islak gözlüklerle nereye kadar görmek oysa ki
Göbeğimde kaybettiğim geçmiş kaşınıyor,
Terli terli sayfa çevirmiyorum zaten artık
Baksana ayak parmaklarım intihar ediyor
Deri ofis kanepesi dudaklarım gıcırdıyor
"Yetsin artık" derken yalın surat
Leğen kafalı varoluştan dökülen
Nice asır yangını ardından sıyrılan
Musluk tamircisinin kuyruk sokumundan hallice
İşte öyle bir conflict with people
Lets continue in english
This is my sorrowful end's fucking poem
Bak bir merdiven son nefesini veriyor
Yani diyorum ki can u still loving me Ankara
Ben iyice serdim dağıttım, velhasıl you can't touch this
Beni siz delirttiniz -anan hariç-
Alın look at this, Alptuğ şimdi ha ha ha!
Dost sadece bir kitapçı adıdır biline,
S**tirsin everyone, sen de bok iç Miray.
Ben en başından beri sinirli değilmişim ki, hiç sinirlenmemişim ki; yalnızca üzgünmüşüm meğersem, yalnız ve üzgün, tek kelimeyle "sorrowful", kaldı ki bunu dahi yeni öğrendim. Ne ahmak başarı benimkisi, nasıl da nakavt ettim öyle kendimi, tek bir olayın anında doğurduğu, onlarca yanlışlığı ıspatlayamayacak düşünceyle dahi olsa...
İçimdeki sesin söylediği tam olarak şuydu:
"Mükemmel dil öğrensen, üniversiteyi kazansan, dilediğin ekipmanları toplasan, en iyi filmleri çeksen, yurt dışına gitsen ne değişecek? Varsayalım bir ay kimse haber alamasa senden, ailen dışında kim seni kendiliğinden hatırlayıp ciddi bir meraka girişecek? Yerli-yabancı onlarca tanıdığın, arkadaşın var belki ama en gözdelerinden kimi selam dahi vermez, kiminin "yanına" oturursun ve YARIM SAAT SONRA senin orada olduğunu fark eder; gitmişsin gitmemişsin ne fark eder? Yılmaz Odabaşı'nın dediği gibi: "Şimdi biz ölsek, en fazla kahvede çaylar soğur." Sahiden kalabildi mi mutlu olacağına inancın bay hayalet? Zira başkası için ne ifade edersen et yine de sevdiklerinin seni hissettiği kadarsın, ki bu da bir nevi hiçe tekabül ediyor sayın Niçe...
Hadi durma ingilizceyi sular seller gibi bil, dünyanın en iyi yönetmeni ol, milyonlarca hayranın gözünün içine baksın... Sen yine de dostlukzede, belki hayvan gibi kültür sahibi fakat yalnız bir adam olacaksın; bunu seni -bir bakıma beni- yaralamak için söylemiyorum ha, öyleyiz, öyle gelmiş öyle gidiyor, on sekiz sene içerisinde kaç defa gerçek bir değer hissettik dersin? Neyse...
Kafayı yedin farkındayım, sürekli yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorsun, mütemadiysen ders çalışıyorsun, pek çok şeye kendini adayıp çoğunda da başarılı oluyorsun; tüm bunlara rağmen üzgünüm ama canım kendim... Sen de biliyorsun, bunlar sendeki bu eksikliği (-adı her ne zıkkım olması gerekiyorsa şayet- bastırmaya asla yetmeyecek.
Ne kadar garip değil mi? Her şey yolunda, yerli yerinde ama ne zaman konu dost ya da sevgiye geleyazsın rafta kalan esas adamsın; bütün çabaları, insanlığı, başarıyı, her şeyi gölgede bırakacak denli.
Bunları söyleyince aklına Meltem geliyor değil mi? Aslında bunları yazmak istemiyorsun ama içindeki bu sesi de dindiremiyorsun, garip olan bir diğer şey de sen -yani ben- bu yazıyı yazarken merak edip başımıza toplanan birilerinin, başka hiçbir zaman bizi anlama hevesine sahip olmamışlığı ve olmayacaklığı. Okumasınlar öyleyse, yazılmadan önce sorup dinlemek gibi bir isteği olmayanlar, tüm bunlar yazılınca da bir zahmet okumasınlar; gerçi eminim iki üç cümle okuyup yüreğe dokunan ilk yerde bırakacaklardı, yürekli şeyler çoğu insana iyi gelmiyor derler, demezlerse de ben derim, dedim..."
Ortada herhangi bir tarafın sorun olarak nitelendirdiği bir şey varsa yüzde doksan sorun vardır, ki yüzde on da bize uğramaz zaten; sorun varsa da yine yüzde doksan taraflardan biri iyi diğeri kötü, yüzde on ihtimalle ise iki taraf da iyi ama işler karışıktır; kaldı ki tekrardan yüzde on bize uğramayacağından ya biz kötüyüz ya onlar iyi -hayır yanlış falan yazmadım- çünkü -huyumuz kurusun ki- biz birine kötü diyemeyiz, karşımızdakine kötü diyebildiğimiz vakit kendimizi kara hissederiz; gerçi biz hep temiz kalmışız ağlama detoksuyla. İnsan kırılıp içinde ne var diye bakılmazdı oysa anlamak adına, yanlış anlamıştılar, anlatamamıştık, derken biz anlamıştık: Konuştukça duyulmazmış insan, sustukça da yaşamaz.
Edebi bir hüküm arz etmeksizin kaleme almaya tutuşuyorsam bu iç sıkıntısını, sebebi en dert aşinasının dahi kuvvetle muhtemel bıkacağı bu uzun hikayeyi -neden bu blog bu kadar az okunuyor sanıyorsunuz- uzağın da uzağı ve soğukcana bir yerlerde, kimseciklere olumsuz tesir etme ihtimali kalmayacak bir biçimde yalnız ve şiddetle ıslah edip taçlandırma çabamdan. Eşek hoşaftan ne anlar, bu çabanın altında başka bir maksat arayanlara da acı bir biçimde itiraf edilmek üzere bilinmelidir ki ben bu uğraşa dahi değöeyecek denli kolay lokma yalnızlığın pençesinden kurtulmak adına Ukrayna'ya gideceğim; değil Ankara, Türkiye dardır anlaşılmayışıma, bana, benim gibi birine bile bunları yazdıran toplum, bu olguyla baş edemeyen sosyolog, psikolog utansın. Metin üstündağ'ın dediği kadar var, "Yalnızlık psikolojiktir, öpünce geçer."se de pek kimse yeltenmez kimseyi sevmeye, lafa gelince yok sevgi yok saygı martaval okumaya pek alışıktır güya Türk "delikanlı" ve "hanfendi"leri (!) hep bir ağızdan. Meltem mi? Onun içinse Ali Lidar'dan bazı satırlar anlatacak derdimi en iyi: "Sen kırıldığın yerden bir kapı araladın bana; bir kapı, ittirsem ardına dek açılacak lakin kapılar bedene, ruh aldanmışlığa açık; ikisini birden sığdıramam odama, bana zor sana yazık."
Ne aradığımı dahi bilemeyecek denli genel bir açlığa büründüm ve bu bilgisizlikte dahi haklı olmayı -ne yazık ki- baba mesleği misali becerebilecek bir yaştayım sanırsın oradan bakınca; yanılmamışsındır ama burasıysa sanki karanlık gibi, bir şey görünmüyor, iç sesim "Çünkü bir şey yok!" diye laf sokmayı ihmal etmiyor, neyse ki ders zili onun acımasız gerçekliğini yok edemese dahi sağaltıyor; tıpkı güzel fakat anlaşılan artık ben dışında kimse için pek ehemmiyeti kalmamış -bende de yara halini almış- o hatıraların kalbime bastırdığı gibi günden güne... Hatta şu anda kalemi bastırdığım gibi, kağıda mı böğrüme mi tartışma konusu.
Biliyorum kimsenin okumyacağı ölçüde uzadı, bitirmem ve gitmem gerek ama duramıyorum, yapacak başka bir şeyim olmadığını çok içten kabul etmiş misali: Sait Faik'in dediği gibi ben de ağlayacaktım yazmasaydım, yazınca ağlamadım mı derseniz şayet bak onu Platon bile merak ediyordu... Kanımca hayallerimden kendimi aforoz edebilsem -zannımca da öyle oldu- yine onlar kalırdı, çünkü şu halimle sıfır ile kurduğum empati su götürmüyor, bense çölde çiçek misali.
Ben, ailem, sinemam ve de bu zamana kadarki bütün ikili ilişkilerimden çıkardığım pay ile beklentisiz ve sınırsız bir sevgi ve güven duyduğum, hep de duyacağım can dostum Beyza Eryıldırım ve çıkacağım yollarım; geride başka bir şey yok, korkarım onların da benden fazlası yoktur. Kendime acıyacak olup onları düşünür az daha susarım, son çare bunun gibi uzun ve kırık bir bok yazarım; herkes gibi bu hep böyle "gider".
Beni yıllarca yazar olmak için yazıyor sandılar, yalandı; bir dönem gerçekten istedim, sonra toplumun kırık bir kalbi dinlemeye hevesli olmayacağını idrak edip razı geldim ve vazgeçtim, sinema dedim. Sinema dedim çünkü filmlerimde yeterince iz bırakan bahisler edebilirsem ilişkilerden, anlayışa özenip kalp kırmaktan kaçınacak bir toplum oluşturabilirdim, bilinçaltlarından başlayıp kalıtsallaşabilecek düzeye gelen; istedim ki yaşamadan hissedip farketsin insanlar, geç olmadan geç olmuş gibi yaşasınlar ve o karanlık salonlardan daha iyi bireyler olarak çıksınlar.
Şöyle bir dönüp baktım, daha doğrusu Ceren hocanın bir sözü beni kendime getirdi -yıkıp geçmiş de olabilir- bilmiyorum; düşününce aslında hiçbir zaman en ufak sahip olmadığım bir şeyler varmış, böyle olup olmadığını anlamak için evrensel geçerlilikte dört adet soru hazırladım, bunlardan en az üçüne verebilecek bir cevabınız varsa iyi durumdasınız demektir, şayet üçüne yahut dördüne de cevap verebilip aynı cevabı veriyorsanız da mükemmelsinizdir, lakin ben yalnızca tek bir soruya sadece iki cevap verebildim, ki onlar da açıkçası şüpheli cevaplar olduğundan, ailem ve hayallerim dışında net bir şekilde yalnız olduğuma kanaat getirdim. Sorular şunlar:
1-) Kimin en iyi arkadaşıyım?
2-) Kimin en iyi arkadaşlarında ilk üçe girerim?
3-) Kimin ilk arayacağı veya derdini anlatacağı kişi benim?
4-) Kim herhangi bir şeyi en çok benimle birlikte yapmayı sever/ister?
Dört basit soruya verecek adam gibi cevabımın olmamasının mahçubiyetiyle, yazmaktan başka çarem olmadığından devam ediyorum; meğer geçtiğimiz günlerde öküz gibi mutlu oluşumun sebebi de bir şeyleri bilinçaltına itmemmiş, bu gece o şeylere dair kabuslar birbirini kovaladığında, sabah yine gerçek dünyayla yıkadım yüzümü. Buralar beni ne kadar acıtmış ki gideceğim diye diye yerinden kalkmaya üşenen ben, ciddi anlamda gezginliğe merak salmışım...
Bu sorular çoğaltılabilir, örneğin "Kimin en çok derdini dinleyeceği kişi benim?" sorusu da olabilirdi ama o nesnel olmazdı, çünkü insan yaşlandıkça anlıyor ki dert dinleyen değil dert anlatan dostmuş, ona kalsa sıradan bir insan bile size acıyıp derdinizi dinleyebilirmiş vs. Başka sorular da olur; "Kim ben mesaj atmadan bana mesaj atar" ya da "Kim kendiliğinden beni düşünür?"... Dedim ya sorular çoğaltılabilir, yine de ne kadar çoğaltırsanız çoğaltın baştaki bu dört soruya verecek bir cevabınız yoksa yalnızsınızdır; üstelik ben sadece yalnız olduğumu fark etmedim, eskiden de, en başından beri hiç yakın bir dostum olmadığını gördüm; kaldı ki ben bugün bu sorulara cevap olarak veremediğime üzüldüğüm çoğu kişinin bu sorulara vereceği cevabıydım, onları çok seviyordum, hala seviyorum ama... Aması artık inanamıyorum, elimde değil n'apayım? Hayallerime dahi inanmakta güçlük çekiyorum, elimde kelimenin tek anlamıyla onlar kaldı, kendimi canlılar dışında verebileceğim kitap ve kameralar var, beni asla incitmeyecek, her an yanımda olabilecek, hadi bunların hepsini bir kenara bırak en önemlisi de güvenimi boşa çıkartıp beni şaşırtmayacak iki malzeme; kameralar en fazla bozulur ama kitaplar kafi, koca okulun tamamına tercih edebileceğim 8gb'lık müzik çalarım da buna dahil tabii.
Kimseyle o kadar yakın değilmişiz, ben kalbimi verme mesafesindeyken onlar uzakmış, ister on adım ister on asır olsun uzakta, ulaşamadıktan sonra santim olsun, yalnızlık yine yalnızlıkmış işte. Sonra kötü adam oluyorum ama bu vücuttakinin bir öfke olduğunu anlayanlar, neden öfkenin içinde ne olduğunu da anlamıyorlar? Anlasa boynuma sarılır herkes belki, gelip geçiyor her şey ve...
Merhabalar değerli ve daha değerli dostlar, bugün yeni hayatımın ilk günü ve size yeni hayatımı şöyle özetlemek istiyorum.
Sordum kendime, Alptuğ senin bir hayalin var mı diye ve vardı da, İletişim fakültesi, birkaç ekipman, ileride çekeceğim empati, sevgi ve anlayış aşılayan, arada kalıp kaybolmuş hayat hikayeleriyle dolu filmler, beni seven insanla gezi, Şiir adında bir kız çocuğu... Hayal kısmı tamam, eksik olan neydi peki? Derslerim iyiye gidiyor, enerjim var, fikirlerim var, para da hallolur, sağlığım da idare eder... Sorun sadece suyun bulanık olması di'mi, çok ama çok fazla sevilip değer verilen insanlardan yenilen onca darbe mi? Umudu ve güveni yitirdim diye hayallerimi de mi yitirmeliyim? Üstelik onlara bu kadar yaklaşmışken ve neredeyse her şey tamamken birkaç değer görmemişlik ve haksızlık her şeyi en baştan imkansız mı etmeli?
Hayır Alptuğ dedim, bana bak dedim hala nefes alabiliyorsan, hala bir şekilde birileri varsa ve en önemlisi hala hayallerin orada duruyorsa demek ki bu kadar çabuk bitiremezsin. Tokadı yedin ve canın hala acıyor belki, hiçbir şey yapamıyorsun belki ama yapma Alptuğ, çabaladığın yeter, dur artık! Yoruldun kardeşim, sen de yoruldun, sen de bittin, senin de dinlenmeye ihtiyacın var; o yüzden çırpınma, berbat bir durum da olsa köşene çekil artık, senin de kendine ait bir hayatın var, sen de en az herkes kadar insansın, senin de duyguların var ve incinebilirsin, senin de herkesin sana kızdığı gibi onlara kızmaya ve biraz olsun bağırmaya hakkın var çünkü sen bir vazo değil insansın ve senin zamanın belki de onlarınkinden kısa, bunu artık senden başkalarının da deneyimleyip öğrenmesine imkan tanı, seninki de kalp, bu defa onlar sana göre davransın, sen ol giden, yüzüstü bırakmış olmazsın elinden geleni yaptın zaten sen. Tamam hayvan gibi üzülebilirsin, tamam en ihtiyacın olduğunda yoktular, tamam anlaşılmıyorsun, tamam yalnızsın; sevmiyorlarmış abi işte, ya hiç sevmemişler ya sonradan gayet kolay bir kararmış gibi sevmemeyi seçmişler ama sonuçta bir sevmemişler işte ve sen onlara hala çok üstün bir değer veriyorsun elinde olmadan çünkü çok fazla sevdin... Bunların hepsi kabul ama uzak ya da yakın, orada birileri var işte, başka bir şeyler var, ihtiyaç duyduğun o derin bağların bir kısmı etrafında, hala ısrarla nazını çeken o dostlarına da bir dön bak, çok daha fazlası önünde ve karşılaşmayı bekliyor seninle fakat böyle devam edersen bu zor. Eğer gerçekten yanında olanlara minnettarsan, bir defa da sen onlara karşılık vermek istiyor ve bunun için yanıp tutuşuyorsan, derhal git mutlu ol ve yıllar sonra bir ödül töreninde onların adını an, onları asla bırakmayacağın zaten belli. Seni bırakanlar mı? Pişman olmalarını dahi isteme, sen sadece sana ihtiyacı olanları bulmaya ve umut olmaya özen göster.
Canım kendim,
Sana gösteremesem de seni çok seviyorum. Alptuğ Dağ kim kendine bir sor: O sen misin? O nasıl biri? Sen osun ama bu sen değilsin, çünkü olması gereken Alptuğ mutlu ve mutluluk verici, okulda her darlandığında eline bir kağıt parçası alıp geleceğini hayal eden ve üşenmeden minicik satırlarca bunu yazan biri, Anadolu'daki her ilde bir çocuğu sevindirip gülerken fotoğrafını çekip bu fotoğraflardan bir sergi açmak ve gelirini Lösev'e bağışlamak gibi idealleri olan, iyilik yüklü, genç bir delikanlı, olması gereken Alptuğ kırgınlık ve öfke değil yalnızca umut kere umut dolu ve şu anda bu yazıyı yazıyor.😊
Çocuğum ben daha, ölene dek de öyle kalacağa benziyorum buradan bakınca; hayatımdaki belki en büyük -ayrıca en de çabuk- kabullendiğim şey bu, kirli sakallı ve at hırsızı kılıklı koca bi'çocuk olmak. Öğrenemedim daha hiçbir şeyi n'apayım; insanların değişebileceğini de onlar gibi değişmeyi de, insanları ardımda bırakmayı da, biraz daha az güvenip değer vermeyi de... Karacahilin önde gideni olmama tek engel sevilmenin değilse de sevmenin, dostluktansa dost olmanın ne olduğunu bilmem galiba. Çocuk dediğin şirin olur, tatlıdır, bak işte ben de tam bu tatlılık payından kaybettim, acı değilsem bile ekşiydim; belki sorun bende değil, beni tatmaktan ürkmüş fakat bir defa tatsa sevecek olan ve suni her türlü tadı bana tercih eden damaklarda; yine de bu yazı kabahati başkasında aramanın değil çocukluğumun yazısı.
Bir çocuğunki kadar derin ve bol duygularım, ufacık şeylerden kendine pay çıkarabilen onca hüznüm, sevincim ve heyecanım; kendimi geliştirmiş olsam dahi asla ne büyüyebildim ne sahip çıkabildim, güya bir de kız babası olacağım ileride. Gerçi "Alptuğ baba!" diyenlerim oldu bir ara ama sahiden bir gün kızım olursa beni tam anlamıyla "çocukla çocuk olmaktan" kim kurtarabilir, üzerine titreyerek onu boğmaktan yahut sırf onun iyiliği için bile olsa doğru-yanlış veya etik fark etmeksizin bir şeyler yapmaktan kim kurtarabilir beni ve eğer bunu yapabilecek biri varmıştıysa biraz daha vakitli gelemez miydi, ben fazlaca ve çocuksu fakat masum sevgimle dost kaybetmeden mesela.
Hayallerim bile doğruluyor beni baksana, beklediğim ve mektuplar yazıp durduğum bir ruh eşim ve kızım var, daha ne olsun; en bütük olmasa da en esaslı hayallerim şefkate dayalı: birinin beni sarıp sarmalaması, sevgi sözcükleri, bu ve bunlar gibi pek çok şeyin kat ve katını ona sunmak... Bunların çoğu daha çift haneli yaşlara basmamış çocukların annelerinden istedikleriyle eşdeğer; hadi tüm bunları bir kenara bırak, en bütük hedefim de sinema, öykü yani, kurgu, bildiğin çocuk oyununun profesyonel hali, şimdi sorarım bana çocuk dememek mümkün mü?
Korkarım ki bu koca çocuk kendi kendini acılarla dahi büyütemeyecek derecede masal ruhlu, hüzünler onu yalnızca simsiyah bir pamukşeker kılacaktır ki bu da tercübe değil sadece acı ve mide bulantısıdır; çok üzüldüğümde çoğu zaman ağlayamam ama midem bulanır benim.
Sayın okuyucu, çocuk avuturcasına "Ben inanıyorum, sen ileride çok mutlu olacaksın!" demeden evvel başımı okşamayı denesen ne kaybedebilirsin misal? Şu hantal, yarı erişkin ve yeterince çirkin bedenim ve makus talihime inat biraz, hatta bolca hassasiyetle yüreğini hiç tanımadığın ihtiyar bir çocuğa kundak etsen? Şimdi anlıyor musun beni? Normal şartların içinde bu şapkanın içinden çıksa çıksa tavşan çıkar zaten; çok kırılganım, çok duygusalım belki, yer yer dokunmaması gereken şeyler bile dokunur oluyor belki; belki bazı şeylerin bendeki etkileri benden öfke halinde başkalarına sirayet ediyor, belki başka bir şey oluyor... Çünkü çocuğum ben, çünkü henüz olması gerekenin bu olduğundan emin olup kalbimi kurutabilecek kadar büyümedim, zira hiç de istemedim; böylece kabullenemediğim bütün nefret ve öfkeyi de, içeride yalnız sevgi ve şefkatinden ve de bunların elinde patlayışının acısından çırpınıp duran çocuk bir ruhun dışındaki vücuda hapsettim. Ben ne tutarsızım ne bir şey, üstümdeki tamamen bir çocuk hassasiyeti, çocuk kırgınlığı o kadar.
Gerçi adam yerine kim koymuş, bir çocuğu sevmekten kim anlar,
Kabahat bende, hatta kabahat ben, tanıştığımıza memnun oldum;
Senin de çoğu insan gibi bir daha uğramayacağın benden,
Sana çocukça bir "Hoşçakal!" sayın okuyucu, hoşçakal...