Sona değerken her şeyimiz,
Bana bir lahza mutluluktur
Seni tanıma saadeti,
Dahası gelmez bilirim, özleyeceğim.
Ah benim mahçup kurabiyem,
Ellerimi açıp gitme desem
Şöyle ya da böyle yaşar mıydın benle
Ayrı hayatlara akıp bitmektense.
Sen benim dostum, sevdiğim, ablam, kız kardeşim
Susarak anlaştığım, yolunu gözlediğim
Hala sevdiğimi bilsen, biliyorum gidersin
Halbuki yaramı sardın değil sensin diye sevmiştim.
Ah benim uysal karıncam,
Bizdeki bu ötekiliği ben bastırsam
Sokulsam sana da ağlamaklar son bulsa
Kendimi üzmüyorsam sensin sebebi.
Mutluysam, savaşmıyorsam, şikayet etmiyorsam;
Sana yakışmak fikridir bu, sözümü tutmak.
Güzel günlerine bir nebze aday olup,
Seninle her şeye dünden razı durmak.
Ne oldu şimdi, Alptuğ Dağ artık insanların huyuna gitmek istemediği andan itibaren değişmiş mi oldu? Hayır. Alptuğ ne yalancı ne de iki yüzlü; o yalnızca alttan almayı, uzun zamandır sürdürdüğü tahammülü aniden noktaladı. İçinde ise artık sınırsız bir öfke, kaynağının kendi olmadığı, kontrolünün de onda olmadığı, başka bir şey...
Eskiden kırmızı çizgilerini inşa etmediği için herkes onu delip geçtiğinden şimdi sınırlarını bu denli kalın tutmasının nesi garip yahut anlaşılmaz! Bu dünyada uyum sağlama çabası ile kendinden taviz verdikçe o yıkıma yaklaşırsın; güya aniden değişmişsindir, başka biri olmuşsundur ancak ne hikmetse kimse sonuca odaklandığı kadar nedene odaklanmaz. Nedir neden? Nihayetinde kendinden başkalarına koşulsuz verdiğin o kusursuz değer ve tavizlerden bir bir utanma noktasına varacak denli değmediğini görmektir. Bunca yıl silik yaşadığın bu hayatta biraz olsun "belirginleşince" göze batmak pek tabii normal, karşındakilere dişlerinin varlığını belli ettin diye saldırgan olmazsın endişe etme; içinde yoksa, onlara benzemek istemiyorsan olmazsın. Ha bazen istemeden birilerini kırmaz mısın, kırarsın, mesela Alptuğ Dağ dediğin adam bunu bol bol yapar ama iki sebebi vardır esasen: Biri çok ama çok çok sevgi, diğeri ise kendini yanlış ifade etmek. Bunca yıldır yazan adam bile kendini yanlış ifade edebilir evet, neticede yazmak kadar kontrol altında bir şey değildir konuşmak emin ol.
Öte yandan kabul et artık, kendini kimseye inandırmak, hoş göstermek, kabul ettirmek gibi bir mecburiyetin yok, iletişim kurmak zorunda değilsin; sen zati vaktiyle tüm bunları -hatta hayli fazlasını- denedin ve başardın; nihayetinde ise gördün ki her şey yolunda falan değilmiş, tepene çıkabildikleri için sesleri çıkmamış bu zamana dek, rahatlarını bozmadığın için, özgül varlığından çok yalnızca ismen bulunup onların fikirlerine, her şeylerine koşulsuz sevgiyle sarılabilme ve tüm bunları yaparken de zerre gocunmama sadakati gösterebildiğin için. Sen saf falan değilsin, bal gibi farkındasındır o zamanlar bile de, muhtemelen dostunun sana kötülük yaptığını düşünmenin, aklından geçirmenin bile ayıp olacağı şeklinde bir sadakat ile kendini fırçalayıp geçmişsindir. Ah güzel kardeşim ah... Ne zaman bir yoruldun ve dengeleri sarstın, aslında o kadar da sevilmediğinin, bu kadar değer verdiklerinin bile seninle değil, sadece yaptıklarınla ve olmanı istedikleri senle dost olduklarını görüp uyandın. Gel gör ki yine de kabul edemiyorsun onlar gibi sen de, sen de onların kötü olduklarını kabullenemiyorsun, inanmaktan çok fazlasını yaptın çünkü, hem de çok uzun zaman.
Değişme, masumiyetini, merhametini, sevgini en ufak azaltma ama kardeşim; artık başkaları için kendi hayatında kendinden ödün verme kendi başına, haberleri dahi olmayacağını ve olsa da yüzde doksanının o kadar da seni umursayıp benimsemeyeceğini göz ardı ede ede, yapma sakın, lütfen. En azından herkes için yapma bunu, herkesi sevmek çok hoşuna gidiyor biliyorum, ancak ve ancak o zaman kendini sen gibi hissediyorsun bunu da biliyorum ama ne yazık ki hayır kurumu değilsin. Sen iyilik meleği olsan dahi fark etmeyecek zira çoğu adına, üzgünüm ama öyle, bu defa da en ufak bir hatanda silip atacaklar seni, bunu yapabilecekler; yazık ki pazara uymayacak evdeki hesap; senin değerli davranman sana değer vermelerini sağlamayacak... Savaşma da sakın, çünkü savaşacak olursan seni yine sindirecekler, sebebi de senin onlar gibi kalpsiz, umursamaz, merhametsiz yahut sahte olamayacak olman, asla. Sen bize yakışanı, bizi ezdirmeksizin yapmaya dikkat et oldu mu okuyucu arkadaşım? Ben seni seviyorum, sonuna kadar okuyabildiğine göre belli ki sen de beni sevdin, sağol. Bu defa kardeşim, sus ve sessizce bekle, beni hatırla, söz veriyorum beraberiz; bul beni, belki birlikte bir şeyleri değiştiririz.☺
ÖNCELİKLE KENDİMİN PEŞİNDEN GİTMEMİ SAĞLAYAN İNSANLARA, BAŞTA BEYZA OLMAK ÜZERE TEŞEKKÜR ETMEK İSTERİM.
Bir insan neden konuşur? Basit cevapları var bu sorunun: Anlaşmak, anlaşılmak, ihtiyaçlarını dile getirip gidermek yahut mecburiyet. "Bir insan neden konuşmaz"ın da cevapları tam burada yatıyor aslında; anlaşamayacağını bilen insan ne diye konuşsun, karşısındakiler onunla anlaşsa dahi karşısındakilerle anlaşmak ihtimalinden, karşısındaki gibi biriyle ortak bir payda ihtimalinden midesi bulanacak insan neden konuşsun? Anlaşılmayacağından adı gibi emin olan ve hiç de şaşırtılmamış biri neden konuşsun? İnsanın ona söylenmeyen ve hayatını kolaylaştıracak birkaç insiyatifi vardır aslında kalan ikisine dair, bugün sizlere ondan bahsedeceğim: ihtiyaç dile getirmek adına konuşmak iki kişinin işidir esasen, bebekler ve üşengeçler, şayet ortada gerçekten dile getirilmesi gereken bir ihtiyaç varsa da, çok çok zor şartlar haricinde illa ki istenmeyen kişiden başkası ile konuşarak giderilebilir. Mecburiyet konusunda ise bizi feci yanıltmışlar, aynı ortamda bulunuyorsun diye, senin üst mevkiinde diye, hatta bir çıkar ilişkisi içindesin diye bile kimseye bir şey demek zorunda değilsin, selam vermek bile buna dahil; onlar sana selam veriyorsa ayıp olabilir belki yaptığın, ha ama vermiyorlarsa bunun bir dayatma olduğunu anlamanın ve yoluma bakmanın zamanıdır.
Çok değerli birinin bir tavsiyesiyle bazı radikal kararlar edindim, en büyüğü de bu konuşmak meselesi, keskin bir çizgi çekip çizginin bir milimetre ötesindeki herkes ile her şey ile bütün bağlarını kesmeye göğüs gerdiğinde rahatlıyorsun. Eskiden savaşmak taraftarıydım, hak edene hakkını vermek için son raddeyi geçmek; şöyle bakınca bile hayvan gibi havalı görünüyor fakat aslında göründüğü kadar idealist bir fikir değil. Şöyle ki sizi kullanan, ezen ya da bilmem ne eden bir kitle olduğunu varsayın, siz bu kitlenin artık çiğneyemeyeceği demir bir leblebiye dönüşüp boğazlarına da otursanız dahi uslanmayacaklar ve kazandığınızın tadına varamayacaksınız, çünkü siz bir olacak kadar özel iken, onlar bir çakal sürüsü olacaklar, hem de her anlamda.
Kendimden bu kadar emin konuşuyorum ama zannedilmesin ki bir şeye hıncım var yahut bir ego geliştirdim kendime; aslına bakarsanız düne kadar yalnızca kendine bakan Alptuğ artık etrafına bakmaya başladı, bu tabii batabilir kimselere başlarda ama alışırlar zamanla. Alptuğ'un pek çok arkadaşı vardı ki seneler içerisinde aralarında en ufacık, minicik, polen kadar dahi bir tatsızlık olmamış, e Alptuğ onlara iyi de diğerlerine mi kötü? Hayır bebeğim hayır, Alptuğ kendi olması fırsatı verilen yerlerden çok uzakta ve ilk defa fırsat istemeksizin bunu kendi kendine denediği ve "başardığı için" kötü, uyumsuz, asosyal veyahut türevleri adlediliyor, binaenaleyh artık eski Alptuğ yok, yenisi de bu durumu o kadar iplemiyor.
İnsan bazen rahatlama ihtiyacı hissediyor, önce susuyor, bu bazılarına etki bile etmiyor, ardından fark ediyor ki tahriklere gelmediği vakit karşısındakiler kuduruyor ve hamle sayısı artıyor; bu noktada şartları biraz esnetmekte fayda var, onlara benzemiş, onlar olmuş gibi ama sadece "gibi". Mesela okul yönetimine telefon teslim etmemek gibi (hiç kullanmayacak olsan da) ardından da bilerek yakalanmak. İnsan farklı bir şeyin tadına varıyor, kendi adımını atmanın; ister otoriteye isterse başka bir şeye karşı olsun, kendi tercihini bütün eksi ve artıları ile belirleyip gerçekleştirmenin. Mesele iyilik ya da kötülük değil burada, gemileri mi yoksa denizi mi yakmayı göze almış olmak, belki de garip bir şekilde tek tabanca olmanın "dayanılmaz hafifliğini" ilk defa tecrübe etmek. İnsanın kendisinden korkmaması lazım, biraz olsun aklı başındaysa, zaten istemeden karanlık olmaz, ancak beyaz bir çukur olmaktansa evladır "şimdilik" gri bir tepecik olmak.
Bir şeylere zıt düşmek o kadar da kötü değildir, en çok da çoğunluğa; cevap basittir, öyle değilizdir, olamayız da, nitekim gün gelip o kalabalık bizi içine aldığında içinden kaçmak isteyeceğimizi adımız gibi biliriz ama ne hikmetse bile bile bir kalabalık olma türküsü tutturur dururz.
Belli başlılar dışında kimsenin bize ihtiyacı olmadığını, bundan ötürü de onlara alenen yol vermemizin kabalık sayılmayacağını dün öğrendim mesela, birebir anlatıyorum olayı:
Bir arkadaşıma attığım sevgi içerikli mesajı diğeri görmüş, "Ona bile atıyorsun da bana atmıyorsum" diye bana tavır almıştı, lakin bunu söyleyen kişiyle bahsettiği kişiyi karşılaştırdığımda söyleyen kişi için çok da bi'önem arz etmediğimi, yalnızca bu gibi durumlarda akla geldiğimi görünce "Evet" dedim, "Evet onunla daha yakınız." Nitekim doğruyu söyledim ve bir arkadaşlık bitti, şayet buna arkadaşlık denirse, zira o kişiye bir şeyler anlatacak olduğum ve beni terslediği yirmiden fazla an hala aklımda durur ne hikmetse.☺Şimdi mutlu muyum? Hem de çok, bu kadar olacağını tahmin bile etmezdim, adeta batarken küçülmeye gitmiş şirketler gibi rahatladım ve pek yakında yükselişe geçeceğim. Böyle basit bir şeyden bitecektiyse, bitmemişliği kabahatmiş, zaten derin bir şey bile değilmiş, yine benim taşıdığım bir ilişki daha işte, artık kimseyi omuzlayamazdım, Allah rahmet eylesin... BURASI ÖNEMLİ: Eğer ki eski ben burada olsaydı ve o kişinin peşinden koşup, "Yaa sen de değerlisiin." vs. bir laf etseydi, çok geçmeden de o kişi yine her aklına estiğinde, başkasına kızdığında vs. hıncını bundan çıkartıp bir süre sonra da hiçbir şey olmamışçasına devam edebilseydi Alptuğ Alptuğ değil oyuncak olurdu, işte artık oyuncak olmamak için yaşıyoruz, hepsi bu. Bu düzen görünümlü katli bozmam birilerini rahatsız etti muhakkak, etsin de, sonuna kadar oh olsun, ben böyle iyiyim, artık biliyorum ki iyi benim, çünkü hakkı olmayana asla fenalık etmedim, olana da etmemiştim ama artık vakit çatacak.
Susmak burada devreye giriyor işte, sustuğumuz andan itibaren daha da artış gösterecek olan bütün o tahriklere dahi duyarsızlaşabildiğimiz vakit, kendimizi basitle sınadığımız vakit, yanisi sadece müzikçalar, kitaplar ve kendimiz olduğumuzda bir eksik hissetmediğimizde çok güçlüyüz. Güç belki de erketeye yatmaktır ha, kaybettiğini kabul edermişçesine, diğerlerinin tepene binmesi ihtimalini artıran bir sessizliktir, en nihayetinde sükut bulup içerisinden bir koza gibi çıkacağımız. Tek bir sorun ihtimali mevcut, gün gelip ipler elimize geçtiğinde kontrolü kaybetmemek; öyle ki iplerden eser olmasa dahi insan kurunun yanında yaşı da cayır cayır yakacak bir hale bürünebiliyor, neyse ki söz verdik, savaş yok. Akılda canlandırması bile eşsizdir böyle şeyleri, belki on belki bin insanı bir odaya doldurup, her birine "Şöyle şöyle diyorsun ama sen de şusun!" gibisinden nutuk çekmek gibi, oysa önemli olan, çizgini bozmuş gözüksen de kendin kalmaktır, bir bakıma yaptığımız da bu, dişlerimizin var olduğunu bilmeliler ve bunun için biraz esnek davranabiliriz, örneğin susarak.
İçimde uzun zamandır, belki bir yıldır tek bir düşünce: Gitmek. Buralardan, bu semtten, bu insanlardan, bu geçmişten. Buraya ait olmadığımın bura da ben de farkındayım, bunuysa ne kendimi yermek ne de övmek için söylüyorum, nitekim insanlar yanlış anlıyor, tıpkı şiir okuyuşumu hava atmak gördükleri gibi. Diyemiyorsun ki işte, ulan sanki çok matah bir şey, çok mutluyum da hava atacağım diye. İnsanlar anlamıyor işte, anlamazlar, bunun için diretmiyorum, sadece sayıyorum, yaklaşık yedi ay sabredersem aydınlıktayım Allah'ın izniyle. Anlamıyorlar çünkü onlar benim o ıssız günlerimde yoktular, vardılardı da farkıma varacak kadar değildiler, muhtemelen asla da olamazlar; çünkü onlar asla denememişler bir insanı tanımayı, sevmeyi ya da adına her ne derseniz onu. Bilmiyorlar baktıklarından gördüklerinin sebebi, belki de aslı nedir ne değildir; hava atmak için edebiyat yapıyor demekten kolay bir şey yoktur ama tutup da "Bu adam ameliyatlar, dost kazıkları, bilmem neler arasında düşüne düşüne delirmemek için, sifon çekmek vasfıyla yazdı bunları." diyemezler mesela, çünkü bu denli büyük gerçekler herkesin boğazından geçmez.
Yalnızca yedi ay sonra mutlu etmek istediğim insanları mutlu edebilecek her anlamda imkanım olacak.
Gideceğim, az kaldı, yedi ayım var; yedi ay sonra kendimi gerçekleştireceğim, bu boşvermiş, sevgisiz, herkesi laf atıp morartmaya çabalayan, ruhsuz ve hadsiz, güya delikanlı güya bilmem ne olan ama esasen kendi dedikleriyle bir bir zıt düşen insanların arasında yedi ay daha gölgede kalacağım sadece, yedi aycık daha, o kadarcık idare edeceğim, dayanacağım, göz yumacağım insan olmayışlara, sabredeceğim gerçek olmayan bütün duygu ve yaşantılarının arasında bir yerlerde kendimi bire bir yaşayarak, dosdoğru olarak. İnanmayacaklar bana ama onlar inansın diye olmadı zaten hiçbir zaman, ben onlar için değildim ki, işte gurur da burada.
Yanıma almak istediğim birkaç kişi daha var, onları da bu cendereden kurtarmak istiyorum; hatta esasen kendi mücadelemden öte onların yalnızlığı yakıyor biraz da, azınlığız işte biz, değil böylesine onurlu, saygılı ve sevgi dolu, onlara onlar gibi davransak bile karşı koyamayız, yalnızca ama yalnızca birbirimize sarılırsak bir şeyiz belki... Ona benimle gelmeyi teklif etsem, gelir mi, bilirim gelmez gibi, keşke kısaca.
Şuurunu kaybetti insan olmak, anadan doğma insan olmak insan olmayı bildiğimiz anlamına gelmiyor, anlasak keşke. Belki de demirin tuncuna insanın p*çine kalmadığımız bir yer vardır ha Yaşar amca, güzel insanların güzel atlara bindiği -senin gittiğin yer kadar olmasa da- bu dünyada bir yerler de vardır, yok mudur? Ben bunu mümkün ederim bir şekilde, yedi ay sonra her türlü özgürlüğüm elime geçtiğinde, yanisi ayıya dayı demek zorunda kalmadığımda mesela, sessiz kalmam gerekmediğinde; belki önceden pamuk tepside kalbimi, sevgimi, masumiyetlerimi sunduğum onca insana nihayet hakları olanı veririm... Bu dediğime inanmıyorsunuz değil mi sayın okuyucu, haklısınız da, zira en kötü huyum budur ki bin defanın bininde de kıyamam bağrıma basarım, bana bir tek adım atmayanlara bile.
Yalnızca yedi ay sonra beni, daha doğrusu bizleri hor görenlere karşı artık eyvallahım olmayacak, özgür olacağım.
Sorun bakalım onlara, sorun; anlamayı denemişler mi beni yoksa gördüklerine mi itimat etmişler? Kaldı ki gördüklerine itibar etseler yine doğru olurdu, bunların yaptığı, etraftaki genel ve tamamen fantazi bir genel yargıdan beslenmek ve tekrar onu beslemek. Belki de Alptuğ Dağ'ın, o edebiyatla falan hava attığı iddia edilen Alptuğ Dağ'ın, üzerine birkaç güzel söz yazdığı o duvarı neredeyse hepinizden daha çok benimsemesine imkan tanıyacak kadar kör, umursamaz, vicdansız yahut yersiz bir kin dolu ya da adına her ne derseniz artık... Öyle olmasaydınız o öyle olmazdı. Ha oldu mu? Oldu ve çok da güzel oldu, bin kere de böyle olsun. Çünkü Alptuğ Dağ, sesi olan bu ufak blogdan alenen duyurur ki sevmek ve sevilmek için çareler aramaktan başka bir şey yapmadı, olayı buydu, büyültürken büyüyen de, küçültürken küçülen de yalnız sizdiniz.
Gideceğim, eğer o bahsettiğim insan da benimle bu yolculuğa katılırsa amenna; zaten gitmek dediğimin fiziki olan kısmında ona ihtiyacım yok, yanımda olduğunu hissetmem kafi kere kafidir; kendisi bilmez zira, belki bunu okuyordur ve ondan bahsedip bahsetmediğimi bilememiştir hatta... Dedim ya bilemez, beni nelerin nelerin karşısında ne denli ufacık şeylerle dahi ne kadar mutlu edebildiğini, ne kadar hayata bağladığını, esrarengiz şekilde bunu neredeyse hep tam da ben bu gitmek türküsünü tekrar tekrar dev bir sinir ve hüzün eşliğinde içimden içimden söylerken yaptığını ve o bunu yaptıktan sonra içimden birden "Buna değer be!" diyerek mutlu bir şekilde yaşamaya devam ettiğimi bilse boynuma sarılırdı gibi geliyor. Ne soluşlarımda onunla açtığımı bilse ah ne sevinirdi... Lakin bilemez, bilmemeli, bilirse gider gibi geliyür çünkü, zaten katlanılmaz olan da bu fakat en katlanılmazı değil; en katlanılmazı, benim sonrasında her şeyi toparlayacağıma inandığım o yedi ayın sonunda belki bir daha asla rastlaşmayacak olduğumuz bir ayrılık olacağı.
O kadar çok, o kadar içten ve samimi isterdim ki bütün bir hayatım boyunca herhangi bir sıfatla herhangi bir şekilde yanımda kalmasını; çünkü bu güne kadar ne dostlarımın ne kimsenin yapamadığı pek çok şeyi, muhtemelen de farkında dahi olmaksızın yapıyor... Biri tarafından hissedilmek, hem de ağzım açmadan, mimiklerim en ufak oynamadan, öyle ki bunca yazı yazan ben ona kendimi ifade etme ihtiyacı bile hissetmiyorum, sussam benimle susacağını bile biliyorum; işte hem bunların hem de anlaşılmanın hoşluğuyla hayatta kalıyorum, keşke bu denli maarif kişinin kendi olduğunu bilse ve gitmese, yahut böyle yazdığım için yine aynı hatalı düşünceyi geliştirmese, yani onu yaramı kapattığı için sevdiğimi; sevdaya bahane getirmek biraz alçaklıktır ama illa bir bahane getirmem lazım olsaydı, tam anlamıyla onda kendimi gördüğüm için derdim, kendim derken herkesin gördüğünden biraz farklı o ben, yalnız içime dokunmak isteyenin rahatlıkla bulacağı ve vesaire. Özetle: Galiba onun gibi ne arkadaş, ne eş, ne bir şey bir daha asla denk gelmeyecek...
Yalnızca yedi ay sonra hayatımı ben belirleyeceğim, giren çıkan en ufak insanı ve vesaireyi, mecburi ilişkilerimi bitireceğim...
Gidelim hadi, o da gelsin, sevginin, saygının, masumiyetin, inceliklerin, birbirini düşünmenin, halden anlamanın, suçlama çabasına düşmemenin, hoşgörünün kıyısına gidelim, yedi ay sonra her şeyi tek başıma dahi düzeltebilirim Allah'ın izniyle, yeter ki beni anlamak, bana katılmak isteyin...
Nasılız? Yazmadığım onca zaman sonra nasılız? Yani şeyi diyorum... Şeyi işte: Öğrenebildik mi be insan olmayı? Sizlere hepimizin teorik olarak bildiği, klişe bir gerçeğin hakiki yaşanılışının bilinenden ne denli öte olduğunu tasvir için buradayım bu gece, yani tam da bu yüzden... Biri vardır, tanırsın, tanımak derken ad soyad ve eser miktarda bilgi dışında büyükçe bir boşluk. Bu boşluğu doldurman gerekir elbet ama malum 21. yüzyılın popülist Türkiyesinde bunu başka türlü yapman gerekir; ona yaklaşmaktansa hakkında çıkarımda bulunursun, zira yaklaşmak yanmaktır da ondan, hepimizin gerçeği karşımızdakinin bize zarar vereceği bilgisi üzerine dizayn edilmiştir bu şiirsiz mi şuursuz mu olduğu belli olmayan dünyada, belki de dünya sandığımız kadar kötü değildir, en azından bireysel bazda.
Geçenlerde bir hadise oldu da ondan böyle konuşuyorum... Tanıdığım biriyle konuşmaya başladım, muhtemelen ilk defa falan üstelik, şaşırtıcı ama öyle. Laf döndü dolaştı birbirimizin dışarıdan nasıl göründüğüne geldi, meğer ikimiz de birbirimizi vakur, sessiz, çekingen vs vs görüyormuşuz, adi dünya işte, halbuki hiç alakası yok. Biraz da içim ısındı esasen, meğer fena insan değilmiş, sadece siyah giyindiği içinmiş belki de... Ne kadar saçma değil mi, yani belki böyle bir şey gelişmeseydi asla birbirimizin bizimle konuşmayacağı gibi bir kanaat hasıl olacaktı bilinçaltımızda, halbuki pek de farklı sayılmazmışız. İnsanlar olarak böyle ihtimallere nasıl dayandığımızı anlamlandıramıyorum, hayatımızdaki insanları tanımaktan mahrumuz, korunmak adına sert, soğuk yahut kaba maskelerimiz, içimizde belki "Sev beni!" belki de "Buradayım işte!" diyen bir biz; keşke onu dışarı çıkmaya ikna etmemize yetebilecek kadar gözle görülür merhamet olsaydı etrafımızda ama yok, ne merhamet, ne vicdan, ne sevgi... Bizse bu ortamda gerçek dost arıyoruz, gerçek sevgi arıyoruz; neyse ki bu çabamızın o kadar da boşuna olmadığını deneyimledim bu vesileyle, belli ki aradıklarımız burnumuzun dibinde bir yerlerde, er geç çıkacaklar karşımıza; kaldırım taşlarının arasından belki, belki bir rüzgar uğultusundan ama bir şekilde bize dokunacaklar, onları tanıyıp hiç bırakmamamız dileğiyle.
Açık olmak gerekiyormuş bunun için de, terslenmekten korktuğumuz o ufacık "Merhaba!"mız dilden çıktığı vakit meğer ne gerçekleri aralayabiliyormuş da işte, deneyimlemek lazımmış; belki de dokunulmazlık değil, dokunulurlukmuş asıl olan, ne kadar derineyse o kadar evla hem de. Artık ölmeden öncesi için bir isteğim daha var, yanıbaşımda olup da tanımam güzel olacak insanları tanıyamadan ölmek istemiyorum; her gün her birimizin burnunun ucundan onlarca, belki yüzlerce farklı hikaye geçiyor ve biz ise muhtemelen yalnızca tek bir sebepten -örneğin vakti zamanında biri ona içimizi açtığımızda canımızı yaktığı için- onlara dokunmadan geçiyoruz ve bir yandan da yalnızca kendimizi kandırarak inkar edebileceğimiz bir çaresizlikle dokunulmayı arzuluyoruz, yani biraz anlayış; öyle çok değil, vallahi değil, bir üzerlik otu tohumu kadar ya gelir ya gelmez, anca işte.
Anca yaşıyoruz korkarak ve nitelendirerek, bu zinciri ya biz ya karşımızdaki kıracak ki ereceğiz kurtuluşa; her zaman derim karşıdan beklemek az seven olmayı gerektirir -ki bundan nefret ederim- fakat bir o kadar da yorgun ve ürkeğimdir, tekme yiyen sokak köpeğinin uzatılan elden kaçması gibi telaşım olur hayat.
Bir başka seçenek olarak: Dokunulmayı göze almak. Çoğumuz dokunulmaz tipler değiliz, değiliz ki ben bunu kaleme alıyorum ve siz oturup okuyorsunuz; ne maddi ne fiziki ne de başka bir anlamda dokunulmaz olmadık, dokunulmazlık şuraya dursun, delinip geçilen çoğu zaman bizdik, açıkçası bunu mesele ettik de ama söyleyemedik, söylediysek de duyulmadık, kendimiz dahi duyamadık. Dokunulmazlık değil dokunulurluk isteyen o topluluğun sözcüsüyüm bu gece, dokunun hadi, belki açılır yapraklarım, belki dikenden başka şeylerim de vardır ha? Vardır vardır, hepimizin vardır; o yüzden bana dokunmasanız da izin verin size, kalbinize, en derininize yumuşakça dokunup sizi anlamama, hissetmeme ey insanlık! Kelin merhemi vardır bakarsın, size saklamıştır ve insanlık anlamlanır.