Şimdilerde de şey hasıl oldu bende, insanların gitmesini beklemek, beklemek derken her insana gidecek gözüyle bakmak tabii; ah işte bir de yanıltsalar diyorum ama yook! İlla Alptuğ böyle boktan mevzularda haklılığını koruyacak. Sen de gideceksin diyemediklerim var bir de en fenasından, hissediyorum, his ne ulan biliyorum er geç; bir kere giden bir daha gider, hiç gitmeyen ilk kez gider, gitmek mevzubahis olduğunda bahane hep kenarda mevcuttur, acil durum anında kalbi kırıp giderler. Bu yaptığım doğru mu değil mi bilmiyorum, etik değildir ama epik olduğu kesin. Ama o da gidecek, iki gün, üç gün, on gün, altı hafta... Bir daha gidecek, bu sefer bahane daha yumuşak olacak ama bahanenin sert ya da yumuşak oluşu beni ırgalamayacak, yine üzüleceğim biliyorum; hem de daha önceden gitmiş biri için, hem de tekrar gideceğini önceden bile bile... Bile bile hata mı yapılır? Bu hata değil aslında ama hata da öyle güzel yapılıyor ki bu mevsim...
Dün yattığımda kötü enerjimi almaya tenezzül etmemiş olan çimler söyledi bunu bana, sarı yaprakların yerdeki hışırtısı da buna yakın bir şeyler söyledi ama onu pek anlamadım açıkçası, başımı diktiğim gök yüzü sanki "Maviysem sana ne hıyar!" der gibi baktı, e o da haklı. Evvelden de dedim ya, bu hikayede ben hariç herkes haklı, ben haklı olduğum vakitse haklılığın gururdan çok hüznü kalıyor işte... Çok yakın olan çok uzak olacak, daha önce de oldu, hep; sinematik bir şekilde hata bende değil onlarda olacak, öyle söyleyecekler yani, bak diyecekler aslında seninle alakası yok, bilmiyorum diyecekler başlarını kaşıyacaklar mahçup, öyle işte diyecekler ve sonunda arkalarına bakmadan gidecekler, bu defa bakmayacakları için değil de bakamayacakları için... Er geç gidecekler diye gidenler, başka gidenler arttıkça aklımda gitme ihtimali olanlar aklıma gelecek, gitmek kere gitmek; bir süre yalvarıyorsun ben de gitsem buralardan, sanki gittiğin yerlerde senden gitmeyeceklermiş gibi ve o an kendini atalarına benzetiyorsun: Göç ederlerken onlardan kaçanların kavimler göçünü başlatmasına sebep olan atalarına.
Bu kadar gitmeyi kim yarattı, ben Allah'ın yarattığını düşünmüyorum ölüm hariç, bunlar suni gitmeler, zamansız gitmeler, güya bizim iyiliğimiz için olan ama asla iyilikle nihayetlenmemiş olan gitmeler, bıçak saplar, düşman öldürür gibi gitmeler, evet kesinlikle düşman. Galiba bizden çok güzel düşman oldu, ya da Necati Şaşmaz'ın deyimiyle "Sanırım bize nazar değdi." Hatta değmek falan değil, nazar bize çevre yolunca 230'la çakıp kaçtı adeta. Aman kalmayın aman, ben de gidiyorum zaten, bitti. Bitti. Bitmemiştir belki, belki gitmez ha, bu defa yanılabiliriz belki, insanoğluyuz. Ne güzel gündür be o, ölünür o günde, bir temiz ölünür, uykuda ölünür. Peki ya gitmeyeceğinden emin olduğum gün? Eskisi gibi yani, kimsenin bizden daha hiç gitmediği o eski günlerdeki gibi inancım tam olduğu gün; mutlu olurum o gün, balon alırım belki kırmızı, ben pek balon isteyen bir tip olmadım, uçar giderlerdi diye mi bilmiyorum ama almadım... Düşünsenize, bir balonla sokaklarda dolaşıyorum sakallı koca adam, ne komik olurdu; bu defa gülerdi beni gören çocuklar ağlamayıp, acımazdı kimse çünkü acı olmazdı. Baktığında imkansız değil aslında, gitmese kafi, gitme demekse eskisinden de zor ama buraya yazılabilir: Gitme!☺ İnşallah gitmez sayın seyirciler, amin deyiniz ve güler yüzle okumayı bırakıp yanınızda kalanlara sarılınız anlamsız, güleceklerdir... Bu şarkı ekstra anlamlı bu yazı için, bilen bilir:
Hayatın en acı yanını ben kısadan söyleyeyim: Büyük bir yalanın, o hayatın olmasını istediğiniz bölümüne denk gelmesi. Kıssadan hisse babında lafa gireyim... Ağrılı sancılı, göz yaşı dolu aylar sonra, hiç beklemediğim, gayet de güzel bir günde, bütün bu ağrıların başlangıcında mevcut birinden gelen iki kelimelik bir soru mesajı: "Uyudun mu?" Bu mesaja gayet haklı, gayet de hüzünlü bir sinir ve şaşkınlıkla verilen uzun uzuna bir cevap... Ardından gelişen olayların neticesi nedir derseniz eğer; bir gün bir bakıyorsunuz, sizi umurunda olmadığınız gerekçesiyle afedersiniz y***ak gibi ortada bırakan o kişi var ya, ona bunları yaptıran sizin eski "can dostunuz" çıkıyor, üstelik de sizin "iyiliğiniz için." Şimdi diyebilirsiniz ki belki o yalan söylüyor, olabilirdi, hatta böyle olmasını ben de çok isterdim ancak konuştuklarına bizzat şahidim. Kime kızacağım ben, vücudumda yaralar biriken, istisnasız her günü göz yaşım eksik olmamış o 4-5 ayda en ufak arayıp sormamış şimdiyse bir uyudun mu mesajı atmış o kıza mı kızmalıyım, yoksa o kız aslında gerçekten masum mu, yoksa cidden her şeyin başı, benim o süre içersinde bile aptal aptal kendimi suçlu hissedip -hem de gitmesini onun söylediği giden kızı ona tercih ettiğim için- milyar kez özür dilediğim ve hiçbir şeyden habersiz bir de doğum gününü kutladığım o eski "can dostuma" mı? Normalde inanmamam gerekir, öyle bir şey yapmaz demem gerekir, takdir edersiniz ki onca şeyden sonra bu düşünceye prim veremiyorum, bunun doğru olması için canımı verebilecek olsam bile... Kimi affedeceğim, kimi suçlayacağım, ne yapmam neyi değiştirecek, herhangi bir şey öğrendiklerim karşısında uğradığım bu durumun vahimliğini gölgeleyebilecek mi?
Yalan olsa diye öleceğim gerçeklerle, yalan olan ama gerçek olmasını istediğim doğrular sarmalı birbirine o kadar sıkı bağlı ki, ben cambazın düşüp deli olduğu o ipin aslında bu sarmal olduğunu bugün anladım. Bir kere şaşıramıyorum artık, gocunmuyorum, bu da mı gol be demiyorum; defanstan başka çaresi olmayan her zaman yeniktir, bunu en iyi ben biliyorum, bildiğim için saldırmaya, hırçınlaşmaya çalışıyorum fakat sanki yine gıcık bir kader tarafından dize getiriliyorum. Tek soru: Şart mıydı? Şart mıydı kuyumun bu kadar kazılması? o kadar da zararsız değildim diye düşünüyorum çünkü. Şart mıydı onun da ona ihtimam etmesi, gerçi en yakın arkadaşım diye ben tanıtmıştım onu ona, hay tanıtmaz olaydım. Şart mıydı aylarca bunun açığa çıkmaması... Şimdi herhangi bir şeye inanmak o denli güç ki dostlar, kimin beni düşündüğüne, kimin düşünmediğine, kısacası insanların samimiyetine; en fenası, ister inan ister inanma durumu, inan ya da inanma değişmiyor, bu acının içindensin. Ulan komik aslında var ya, belki de Allah beni klişe gündüz kuşağı dizileriyle dalga geçtiğim için bu hale getirdi, o kadar entrika hikayesine kıçımla gülerdim ve hayat da bana hamlesini kıçıyla yaptı işte. Alın size kitap okumanın faydaları, çoğu kişinin neyi neden yaptığını anlayabiliyorsunuz, hak verip vermemek anlamında değil ama neye dayandırdığını direkt kavrıyorsunuz; işte ben de kavradığım için, onların bu dayanaklarının kendilerince haklılık payını da en derinden hissettiğim için daha da elem oluyor her şey, öyle ki laf bile sadece uzuyor ve bu yazıyı nasıl bitirmem gerektiğini bile bilmiyorum. Bu kadarını beklemiyordum, her anlamda PES! Eski dosttan düşman olmaz diyenler bir kelle öne çıksın, çıksın ve n'olur o kelleler bir bir uçsun.
Anlamak için gereken şey haddinden küçük olabiliyormuş iyi mi? Bilen bilir benim dostluk hakkında fikrimi ama ben ısrarla söyleyeyim tekrardan: Ben birine dost dediğim vakit, bilin ki onun uğruna ölme fikrini düşünüp bundan haz almışımdır; ondan bunu değil, buna yakın bile değil ama bunu en azından andıracak şeyler beklerim doğrusu. Ben hep herkese tam güvendim, şüphenin ya da davranış sorgulamanın zerresini yapmadım; garip gelirdi, şaka görünürdü televizyonda falan görünce arkadaşlıklarını bitirenleri, bitirmezler gibi geliyordu, imkansız geliyordu ama gün de gelip çattı işte, ben yine de tam güvenmeye devam edeceğim... Dostlarımın başına kötü bir durum gelecekse aman ha, bana gelsin, eğer bir gün böyle bir şey olacaksa sormaya bile gerek duymadan benim başıma getirin mümkünse... Kötü bir şeyi başkalarında da görmek elbette ki kötünün kötüsüdür ama mutluluk demeyeyim de, garip bir umut taşıdığı aşikardır; yalnız olmadığımız fikri gibi, ya da bu şeylerin başa gelebildiğini ve normal olduğunu kabullenmek doğrultusunda atılmış sakin bir adım misali.
Dostun bir diğer vazifesi ise düşündürmekmiş sanırım. Çok ciddi düşündüm ve ne yazık ki su götürmeyecek gerçekler baş ucumda çoktan filizlenmiş, anladım. Örneğin çok basit bir düşünce biçimini cevaplayarak afalladım: Eğer senin gerçekten yanında olmuş olsalardı, onların sana ettiği cümleleri hatırlardın... Hatırladım tabii, hatırladım ama boşver gibi, üzülme gibi, ben yanındayım gibi -ki sonradan gittiklerini hesaba katınca bu cümle... Neyse.- ama daha ötesi değil, dişe dokunur bir şey değil... Sonra başka ekstra düşünceler de müdahil oldu tabi bu yaşanmışlık muharebesine: Nasılsın dediğimde anlatmamış, gün gelip beni sadece kendimi düşünmekle suçlamış onca insan, üstelik de ben yalnızca kendi karanlığımda onları boğmamak adına iplemez görünürken, milyar derdimden birini fazlaca açtım diye... Daha önce de sonra da oldu çünkü bu, eğer böyle yapmasaydım sonuç belli: Her konuşma bir teselli havasında geçecekti, onların da içi kararacaktı, bir gün akıllarına bana dair gelebilecek tek şey acı olacaktı... Garip ama onlar için hala öyle, bu neyin acısıysa artık. Neyse, Alptuğ zaten bir sevgili etmezdi, yeni tanışılan biri, yoldan geçen biri etmezdi biliyoruz.
Anladığım şey işte şu: Şöyle bir bakınca aslında, hayatımdan gitme kararı almış çoğu insanla biz dost değilmişiz, sadece çok fazla konuşmuşuz, ama anlatmamışlar, o kadar da anlamaya çalışmamışlar meğer; sadece biz aramızdaki bu şeye dostluk kalıbını layık gördüğümüz için kendi sevgimizden ötürü, olup biteni film kopana dek yadırgamamışız... Ulan baya baya tutarsızlık havada uçuşuyormuş, baya baya samimiyetsizlik... Şimdi desem ki benim onlara mesaj attığım kadar onların kaçı bana mesaj attı, tek bir kişi dahi gıkını çıkarma lüksüne sahip değil, kaldı ki bu aklıma gelen ilk örnek sadece... Yaa işte o Alptuğ Dağ Alptuğ Dağ diye göğsümüzü gerdiğimiz adam, yalnızca en seven, en hevesli, en düşkün tarafmış; öyle ki bir gün her biri farklı konuda da olsa hep bir ağızdan onu suçladıkları vakit, bir bildikleri vardır diyerek kendini suçlamış, yine her zaman olduğu gibi, hepsinden çok.
Eda kuzum her şey için tekrar tekrar teşekkür ederim, sen olmasan bu kadar düşünemezdim -şimdi diyecekler ki aklını çeldi gaza getirdi falan, ama bilmiyorlar ki biz onlardan olmadık, olmadığımız için bu haldeyiz, seve seve- itiraf etmem gerek, ayrıca onlarca kişi bana hak vermiş olsa da sanırım sen hak verince, belki de beni anladığını gerçekten bilip hissettiğim içindir emin değilim ama huzurlu hissettim bu konuda... Dediğin gibi, insanlar değişiyor, ha bana kalsa hala ihtimal vermeyeceğim ama işte, kalmıyor, bırakmıyorlar biliyorsun. Öteki mevzuya gelince, ben az buçuk anlıyorum iki tarafı da ve hem böyle olup hem de elimden bir şey gelmemesi aşikar ve üzücü ama umarım bir şekilde olması gereken olur ve umarım olması gereken ikinizin de mutluluğuyla sonuçlanır... İyi ki sen yanımdasın, bunu bilmek gerçek anlamda güzel.Fazla uzadı bu yazı, Alptuğ Kaçar.☺
Arkasını dönüp yürümeye başladı, kol saatine baktığı falan yoktu ama iki kırk altıyı gösterdiğini bilmemesi gerekmezdi diye düşündü. General Tevfik Sağlam caddesinden aşağı hızlı adımlarla vurdururken paltosunun uçuşması ona ilk defa kendini Superman gibi hissettirmişti, sanki herkes hayatında birkaç defa kendini Superman hissediyormuş gibi düşünüp yüzü asık devam etti, caminin önünden inerken arkasındaki kadının telefon konuşması kulağını tırmalıyoru. Kadın durmadan "Güzel bir şeyler yapalım istiyorum, erken kalksın biraz..." diyordu, belli ki birinin doğumgünü falandı diye düşündü bizimki; kadın sürdürdü, "Annesinin yokluğunu hissetmesin diye şey yaptım ama yine de siz bilirsiniz." İçi titredi bizimkinin, buraları biliyordu ve dönüp kadına yardım etmeyi tüm kalbiyle isterken bunu yapamıyordu çünkü insanları dinlemek hoş bir şey değildi. "Hayat benim önüme hep böyle engeller koyuyor."diye düşündü, gözünden yaş mı aktı yoksa suratına aptal bir güvercin mi işedi kendi de anlamamıştı... Kadın telefonun ucundaki eşi olduğu tahmin edilecek kişiye hamam ve havuz fiyalarını söyleyip, ikide bir "Siz nasıl isterseniz o olsun ben uyarım." gibi şeyler söyleyip ardından, saklayamadığı bir kalp kırıklığı içinde "Özel bir gün olsun istemiştim sadece." gibi cümleler kurmayı sürdürüyordu... Bizimki bunun bir an gerçek olmadığını, Alptuğ Dağ diye birinin alışveriş merkezinin servisinde arka koltuğunda oturan kadının konuşmaları olduğunu düşündü ve güldü, Alptuğ Dağ diye adam mı olurdu. Göbekten yavrukurt sokağa döndü, iki kafe vardı, nargile kokuları, şıklık yarışları, lüks arabalar, aslında bir yandan da sadece bu lüksün içinde kaybolmak için orada bulunuyomuş gibi duran ve bunun sahteliğini de bal gibi bilip, içten içe nedensiz bir acı çekerek devamlı kendine Çayyolu'nu öven ve orada bir yaşam hayali kuran onlarca Etlik insanı... Hepsi kendini bir topluluğa ait hissetmeye şartlanmış, yalnız olmadığını düşünüp bundan mutluluk duymak amaçlı "sosyalleşen" her yaştan insan. Kafelerden birine oturdu, adeti değildi ama bir an yaptı, düşünmeden ve aniden yapılan zararsız hamlelerin hayatına katabileceği rengi düşünüp bir daha güldü, insanlarsa her zamanki gibi onun kendi kendine gülüşünden bir pay çıkarır gibi ona bakıyorlardı, her an bir yerden "Bana mı gülüyorsun bilader?!" türünden bir arıza çıkabilecekmiş gibi; bu ihtimali o da düşündü, böyle bir şey olsa nasıl izah ederim kendimi diye de düşündü ve bir daha güldü; aslında bu bir yandan koruyordu da onu, insanlar neye güldüğünü bilmedikleri bu adamdan -belki de en çok kendileri sefil hayatta gülecek bir nokta sahiplenemediği için bu denli- ürküyordu. Yine yalnızdı yani ve etraftan devinim fışkırıyordu, yan masada birbirine gülen kızlara baktı, bir an için göbeğiyle birlikte güzel kızların dünyasına adım atabilmesini garsonu çağırarak kutladı, aralarında daima naylondan, kalın bir duvarın bulunacağını göz ardı ederek... Dalmıştı, yavşak garson tepesine dikilmişti, yavşak diyordu çünkü o tip bir mekanda her daim olabileceği üzere kadınlara ekstradan yalakalık yapıyor ve boş kalmaya gördüğünde onları süzüyordu, "Valelerinin de garsonlarının da ***" diye mırıldandı ve samimiyetsiz bir şekilde "Efendim!" diyen garsona inleyerek "Balet!" diye bağırdı, "Baletler çok yalnız." Gerilmişti, saçları iki yandan örgülü sarışın kadını tercih ederdi spariş vermek için, bunun alakası olduğu tek tutku kadının yatalak annesine ve iki kardeşine bakıyormuş gibi bir havası olmasıydı, yoksa bile bizimki öyle görmek istemişti. Yavşağı işkillendirmemek adına çay söyledi, çay yetmezdi tabii, yavşak hala orada dikiliyordu; şık bir mekandı burası canım, o kadar şık ve o kadar nezih bir cehennemdi ki. (!) Yavşak, kapitalizmin ona öğrettiği güya "hayat dersi"nin buyurduğunu yaptı ve alttan alta ima etti dilenir gibi: "Yanına bir şey istemediğinize emin misiniz?" Baktı ki bu cevval (!) delikanlının tatmin olmaya ihtiyacı vardı, o halde ona istediğini versindi: "Bir dost alayım!" dedi, çocuksa kendini oraya gelen gösteriş budalası kro müşterilerden biri gibi onu ezikleyen bir tavırla "Kaşarlı var, karışık var..." saymaya başladı. Bizimki işleri kızıştırmaya niyetliydi, başını kaldırdı, garsona yaklaştı, eğilmesini işaret edip muzipçe gülümsedi: "TOST DEMEDİM GERİZEKALI!" Yavşak afallamış ve sinirlenmişti ama ensesi kalın patronunun kapıdaki gölgesi ying-yang gibi dengeliyordu puştluğunu. Bizimki sakin bir tonda, garsona bakmayıp dışarıyı seyrederek sürdürdü... "Dost, dost bak çok önemli bir şeydir, benim dostum yok, ben dostum olmadığı için sizin bu aptal mekanınıza geldim; ne yaptığımı düşünmeden, sadece insanlarla bir mekanda bulunmak adına, karşı kaldırımdan geçecek komşumuzun beni görüp sosyalleştiğime ve normal biri olduğuma kanaat getirip bunu anneme yetiştirmesi ve onunsa biraz olsun rahatlaması umuduyla... Dostsuz çay eksik kalsın, belki eksikliklerinizi tamamlarsınız; oradan bakınca en eksik benim, haksız sayılmazsın, buradaki en yalnız benim... (Fısıltıyla) Yoksa yalnız olduğunu belli etmekten çekinmeyen mi demeliyim?" Masadan kalkıp avucunun içiyle masaya bir 10 kuruş bıraktı ve gülümsedi garsona, çıkarken ise tek düşündüğü şey o sarışının burayı, daha doğrusu buranın o sarışını hak etmediğiydi, ha bir de mekanın kenarda, en arkadaki, garsonların bile görmediği masasına oturmuş Alper Canıgüz okuyan kızı. Toplum bizi kendine muhtaç bırakıp kendinden soyutlayarak neyin cezasını veriyor diye düşünürken o mekandan çoktan çıkmıştı, Etlik sınav lisesinin önünden geçip karşıdaki yokuştan sağa döndü ve diğer yokuşu tırmandı, biraz tırmandıktan sonra durup GATA'nın duvarına yaslandı ve "Alptuğ Dağ diye biri olsaydı..." dedi, o da buraya oturur muydu bir pazar günü, yokuştan geçen bir amca ona "Yorgun musun evlat?" der miydi yoksa kimse yine takmaz mıydı derken uyuyakaldı... Rüyasında toplandıklarını hayal ediyordu kendi gibi birileriyle, örneğin o Canıgüz okuyan kızla, bir yandan da biliyordu ki öyle bir kız hiç olmamıştı, bunun rüya olduğunu da biliyordu ve dedi ki "Peki öyle olsun."
*Aşağıdaki şarkı eşliğinde okumanızı istirham ederim. Didem Madak'ın dediği gibi ben de "Tehlikeli sayılmam artık. Kalbimi kalın bir kitabın arasında kuruttum." Aklıma eskilerden bir şey çalındı, hangi sınıftayken gördüğümü, hangi hocanın girdiğini bilmediğim bir matematik dersinde aklımdan geçen o düşünceyi anımsadım: Örten fonksiyon denince aklımda beliren tek şey şefkat oluyordu, sevinmek demeyeyim de, içim sanki dışarıdan gelip uzun zaman sonra kalorifere dokunmuş gibi bir şey oluyordu; aslında belki bu fikri geçmişte aklımdan geçirmemiştim ama bu gün sanki önceden yaşamış gibi hatırlıyordum: Jamais vu. Öyleyse bile ne önemi vardı ki, öyle hissediyordum işte, matematik bana bunu kattıktan sonra gerisini reddetsem de etmesem de ne değişirdi ve ben böyle bir adam oldum, belki bu katkıyı bir başkası görebilseydi daha mı farklı olurdu diye düşünerek bir arkadaşıma mesaj attım bu gün, sanırım öncekilerden daha uzakta ama daha gerçek bir arkadaşıma. "Bana güzel bir şeylerden bahseder misin?" dedim, "Güzelliğini unutmuş olabileceğimi düşündüğün şeylerden.", bir sanat filminin kırılma noktası tabir edilebilecek bir sahnesini yaşar gibi ama herkesin aksini düşüneceği bir biçimde, öyle düşünmeksizin. Cevap veremedi, ya da vermedi, beklemiyordum da aslında; işte o an, yani tam da bu "aslında" kelimesini yazarken kendimden utandım, insanların verdiği boş umutlar, boşverler, lazım da olsa onca telkin ve teskinden sıkılmış olsam gerek ki onları kederimin cevap veremeyeceği bir noktaya ulaştırmaktan ve bu noktanın varlığını hissetmekten nefret ile bir haz alıyordum sanki de ondan. "Hiç bir şey değişmeyecek." gibi ya da daha kısası ve iç çekilebiliri olan "Nafile" gibi sözcükler yapmak istediğim şey için oluşturulmuş ve yüzeyde kalan şeylerdi... Belki benimkiler yüzeyde kalmıyordu ama daha fenaydı sanki, açık net insanların içini karartıyordum, buysa yalnızca direnmemeleri içindi... Hayatım buydu işte, ben kabullenmiştim bir kere; bu insanlarınsa beni umutlandırmak adına mıdır nedir bilinmez çırpınışları, hatta kendi inanışları, hele bazılarındaki o büyük samimiyet... Çok duygulandırıyordu işte beni, kendimi tutmak şey geliyordu...
Farkında değil miyim sanıyorsunuz duygulandığımda kızar hale geldiğimin, elbet farkındayım; sakız çiğnenmesine ya da şapırdatarak, katırdatarak yenen bir şeye kızdığım kadar değil tabii. Duvara vurasım geliyor o zaman ya o insanların kafasını ya kendiminkini, bir yerleri yıkasım geliyor, kendimi kesesim geliyor, tutuyorum... Ya kızacağım ya ağlayacağım, belki gülsem de bazen, o bazen dahil kalan her an da bu gülüşün geçeceğine dair kafamdaki bir iddia ile yarışıyor olacağım, yine fark etmeyeceksiniz, tutacağım; sonra haklı çıktığımda, çok basit bir şeyi kaybetmiş gibi güleceğim ve tahmin edebileceğiniz gibi, tutamayacağım. Bugün alışveriş merkezinin servisine bindiğimde mesela, etrafımdaki onca insanın devinimlerine bakıp, aklımda bunları birer roman gibi süzüp güldüm, gülüşüm aslında gülmemeydi zaten, ben daha gülmeden gülmemin sonrasının ortamı bende hazır dururdu, belki bütün yazarlarda hazır duran bazı satırlar gibi. Şeye güldüm, insanların kendilerine güldüğümü sanıp bana kızabileceklerine ya da kendilerinden utanacak olmalarına, daha çok da aslında yalnızca bir şeylerin olup bitişine güldüğüme, bunu onlara asla izah edemeyeceğime, bunun fevkalade bir durum komedisi olabileceğine ve hayatım boyunca çıkamayacağım bu çaresizliğe. Arkadaşlık diye bir şey benim için hiç olmadı, en azından insanların arkadaştan kastettiği o şey diyeyim; arada bir konuştuğun o kişi, o kişiye ben arkadaş demez tanıdık derim, arkadaşım yoktur benim, insanların arkadaş diye kastettiği şey yeterince değil hep ortadır ve ben buna haliyle alışamamışımdır, olsa olsa dostum vardır; dostum vardır gamı benimdir, dostum vardır efkardan kaçmaz, dibine düşmek için elimi tutar, dostum vardır yeri gelir tak diye keser, yeri gelir bana uyar sızlaya sızlaya inler ama ordadır... Dostum vardır, olsa olsa -olmazsa?- olsun, var mıdır, yoktur, yokmuş. Nafile dost, ben bunu anlatmışım anlatmamışım, bugünü, dünü ya da takvim yaprağından -şayet kaldıysa öyle takvim) düşecek herhangi yapraktaki tarihten iki gün altı ay sonrasını yaşamadan şimdiye devam etmiş olsam dahi nafile. Sen bunu okuduğun vakit, her kimsen beni hissedip sevemeyeceksen, nafile işte. Her şeyin yıkılmamışslığında bir derin nefes alıp, son nefesler halinde verebilmek bile bir lütuf geliyor anlar mısın?