Bir şey bilirsin bazen, bilmen gerekip gerekmediği çok fark etmez belki ama söylemen gerekip gerekmediği arasında belki binlerce ecel teri kendiliğinden ve özgür iradesiyle sıralanır; bu bilgi pek de hayırlı bir şey değilse üstelik, demesen bunu bir dost olarak bilmem ne olarak saklamış olmanın ağır ve suçluluk dolu mesuliyeti, desen yol açacağı yıkımda kendi payını bulamamaya çalışma çaresizliği, vicdan uğruna... Demek ki bozmak demek anı ve yaşanılanı, lakin susmaksa zaten her an sallantıda bir yuvanın yıkılışına en yakın gözlerle seyirci kalmak ve de kılının kıpırdamaması, değil uzaktan, tam içeriden bakınca dahi vicdansızlık bazen, için için ölmüşlük. İki birbiriyle çelişen ve kendiyle de tutarlı olması beklenemeyecek ağır muhabbetten daima birine gebedir hayat, çünkü eylemsizlik susmaya, herhangi bir şeye kalkışma fikri de birtakım oluşlara sebebiyettir... Neden bu hep bize kalıyor, iyilik için söylemek ya da saklamak gibi her biri birbirinin etikliğini baltalayan etkenden geriye kalan yalnızlık ve mahçubiyet; senle alakalı değilken bile, kimse sana kızmasa da, hatta hangisini seçersen seç seni sorgusuz destekleyecek olduklarının bilincindeyken dahi... Bu kadar kalmadım arada, hatta arda kalan olmadım belki de; sadece bu da değil, benle kalmaksızın çoğu insanın sıradan bir tedbir olarak göreceği yaptırımlara gittim; hoş kendi için tedbir almaz zati insan ama tedbirimin olumsuz zerre etkisi olmasa dahi mevcudiyeti özellikle de tedbir alınan kişice bilinince ki az evvel söyledim, bir tedirginlik yaratabilir ve bu durum tedbirin varoluş sebebine tümüyle aykırıdır. Bu çelişki böyle olan her durumda mevcut değildir ve belki de sırf bu bile kaderin benimle cebelleştiğine değin ispattır muhtemelen... Yanlış mı? Sanmam, belki biraz kusurlu, her şeyin olduğu kadar en fazla; her bir tasarrufumun doğru veya yanlışlığına karar verme hususunda böylesine pimpirikli davranmamın sebebi evvel de değindiğim, ufak bir hatada, davranışı doğuran masum ve iyi niyetli dürtüye bakılmaksızın gaddar gaddar, başımdan aşağıya kızgın yağ boşaltılırcasına muamele gösterenlerin çoğunlukta oluşudur, diğerlerinden Allah razı olsun... Akla kara arasına kendim gelmedim ben, Ben benim lakin, buradan da çıkar giderim, Yanisi Allah utandırmasın...
Ben niye ota boka, ama genelde boka sinirlenen biri oldum çıktım; haksız yere değil, daima haklı bir yanım ve pek çok nedenim oldu. İyi niyetle, hatta çoğu zaman mahrum olduğum bir masumiyetle; asla kendim için de değil, hatta daima kendime karşı, kendi hatalarımdan asıl ve eli kolu bağlı olmamdan, kendi umurumda olmayışımın sirayet ettiği başkalarını umursayışımın kendini aşması fakat halen masumiyetini yitirmeden... Ve kim olsa bana hak verir de istisnasız; kötü huyumun biri, endişem ve hüznümden doğan bu ani parlamalarla yüklü ufak öfkelerin çoğu zaman başka işlere ve kişilere sirayet etmesi, diğeri de acı çekerken, hüzünlüyken falan, bir kuvvet kendimi öyle olmadığına inandırmak istermişcesine deli deli işler etmek, umursamaz davranmak, gülmek etmek ve iç bir dalın kuruması... Benle alakalı olsa bin müsibet, tamam derim bakılır hal çaresi, yaparız ederiz olur olmaz derken geçip gider; ama meselenin odağında bir başkası olduğu vakit düşünceli olmakla kaderci olmak birbirini eritiyor, sadece birbirini olsa yine iyi ama en çok seni... Sinirimin yerine tek alternatif kuru kuru yazmak işte, tıpkı bu yazıyı kim okursa okusun bir şey etmeyecek oluşu gibi. Yüreğimin uğultusu işte bildin mi, herkes kadar, ona buna sıçramalarım, ani gitgellerim bilmem nelerim; bir dizide bir laf ediyor adam "İnsanlar beni görmedikleri için benim de onları görmediğimi sanıyorlar ama ben görüyorum işte." Ben insanları görüyorum, çok şeyi görüyorum, her boku her haltı her yerde görüp bir bir utanıyorum ve korkuyorum da örneklerinden, fazla çekiniyorum, çok titriyorum insanların üstüne ve bu da onları rahatsız ediyor. Kimse bunun bu yüzden olduğunu bilecek yaşta değil belli ki e ben de sebat ediyorum n'apalım, herkes sonucun peşinde, "Bir insan acıdan delirdiğinde diğerleri onun acısını değil deliliğini görürler" dediği üzere Murat Menteş'in, yoksa yahu vallahi de değilim ben agresif, gam tasa da değilim lakin can da bir uzuv ve yanıyor mübarek; ve ilki insanlar yaklaşmayı bilmiyor yanana, ikincisi insanlar bilmiyor üstüne varmamayı, üçüncüsü insanlar bilmiyor acıyor olduğunu. Bunda benim de payım yok değil, her zamanki halimden ayrı tutmuyorum acıyı; ya ne yapsaydım zaten, ilgi isteyen şerefsizler gibi (ilgi istedikleri için şerefsiz değiller) dilenir dilenir kendimi hissettirmeye mi çabalasaydım insanlık çukuruna, tıpkı küçük güzel çocuklar gibi... Ah sinirim, ah o içimdeki küfretmekten bazen kendimi alamadığım ben; ortaya çıkmasını en istediğim zamanda da görünmez, onun işi anca beni gaddarın biri resmetmek, insanların öyle umursamaya değer tipler olmayışı da onun ekmeğine yağ işte... Neyse dağıldı konu; farkındayım olan bitenin, saman aleviyle aldığım kararların da kuyu kuyu biriktiğinin etrafımda tam düşmelik ve bu kuyuların her birinin dibinin, yani tam da bulunduğum bu yerin hüzün, merhamet ve sevgiden ibaret olduğunu karanlığıma, yani eğer buna mürekkep denirse bu siyah mürekkeple yazdığım bu ve benzeri yazılarımın karanlığına dokunup da muamele edilmemesi, bunun için uğraşmak? Boşversenize, onlar mı? Yine de ben artık, istediği kadar geçerli sebebim olsun, öfkem tıpkı bugün içimde olduğu gibi dağları devirecekken bir yerde durduracağım; tek başıma olacak iş değil bu, hele ki haklıysam, laf bu yazıda bile aynı yere varacak belki ama, bir aşk eskisi gibi zapdetse beni, ben zaten istesem de yoldan çıkamam ama en azından bu dünyaya ait kalırım biraz daha...
N'aber gül tanem, biliyorum diyorsun ki bir şair "N'aber"den daha başka bir şekilde girebilirdi cümleye diyorsun ve farkındayım bu defa sana yazmayalı geçen zamanı (şayet ki buna zaman denirse) hayli uzun tuttum... Çok özledim seni, olur mu deme oluyor; sanki bilmez misin sen de bu adam aşmış özlemenin gereksinimlerini çoktan, tanımadan, bilmeden, varlığından yahut geleceğinden emin olmadan özler olmuş. Bazen düşünüyorum hani, herkes kendini kandırıyor, herkes deliriyor, herkes bazen olmayan şeyler görebiliyor; ben mesela, şimdi çok uğraşsam, düşüne düşüne omzuma adeta bir elin değdiğini hissettirebilirim bile kendime. Şartlar böyleyken sen diye birinin varlığı konusu da sadece benim akıl sınırlarımın içine hapsolmuş dört harfli "umut" kelimesinden öteye gidememiş... Belki olmayacaksın hiç, yanisi tüm bu yazıların ve dahasının yazılacağı biri olmayacak, "Kızım" yahut "Oğlum" adlı yazılarımı üzerine alınacak bir çocuğum olmayacak. Bu ihtimal beni boğuyor, yani evet sanat toplum için kafasındayım ben de ama harbiden kim ne yapsın benim edebiyatımı senden başka; düşün varsayalım benim onca kusursuz laflarım olmuş, eğer sen diye biri yoksa bu kimseye bir şey ifade edemeyecek bile. Kaldı ki benim olayım yazmak değil sevmek çoğunca, bu da demek oluyor ki yazıyı çiziyi yak at; ait hissettiğim, tereddütsüz, evhamsız, huzurlu ve keyifli bulunduğum varlığından dahi sen, senle ve sana dair kurduğum bazısı derinlemesine planlı hayaller olmayacaksa ben n'olacağım? Neyse gül tanem sıkmayayım bunlarla seni, ben hala biliyorum ki bir gün çıkıp geleceksin ve ben adına çiziktirdiğim tüm satırları destur edip önüne sereceğim al bak bunlar sanaydı diye, şuan dahi böyle bir davranışa karşı verebileceğin irili ufaklı tüm tepkileri analiz etmekten geri kalmayan beynim ise o an yalnız senin kendini ne denli değer hissedişinle meşgul olacak ve gerisi malum... Gül tanem diye ilk seslenişim sana ve seninse kim bilir kaçıncı bilmeyişin, sayamadım artık. Hoşuna gider mi bilmiyorum, nelerden hoşlanırsın bilmiyorum, saç renginden, göz renginden, ten renginden, rengarenk ruh hallerinden falanından filanından bir şey koparıp kendimce sana bir ad betimleyebilmem için yeterince yanımda değilsin ve ben bunu özlüyorum ki özlemek dediğin evvelden bir arada olduğunla ayrı düştüğünde vuku bulan his tanımıyla içimdekiyle çelişiyor bile. Hiç bir şey bilmiyorum, hakkımda ne düşünürsün, eğer sensen tanışıp karşılaştığımızda vesaire illa ki iyi geçiniriz ama arada birazı da babamdan kalmış olabilecek ve sirayet edecek huysuzluklarım, inadım vesairem seni ne denli etkileyecek, daha da önemlisi, bir gün senin sen olduğunu anladığımda tıpkı bunun gibi daha ne sen benden ne ben senden başka bir şeyden haberdar değilken yazdıklarımı sana senindir diye göstersem düşünür müsün deli olduğumu, zira mümkün bu... Bundan bahsetmedim pek gül tanem bak, hazır şimdi değineyim azcık; bizim apartmanda bir amca vardır, safça bir amca, bayağı saf, amca gibi bile değil, onu da deli sananlara şahit olmuştum bazen, o neden öyle diye sormak da aklıma gelmemişti ama bir gün her kimden hatırlamıyorum ama işitmiştim. Birini sevmiş işte vakti zamanında, vermemişler, şimdi hafif çocuk, hafif deli, hafif ruh gibi bir abi... Elinde gülle dolaşandan bahsetmiştim zaten evvelden... Yani demem o ki örneği var ve bu mümkün, lakin ne hikmettir ki benim gibi olmayan birilerine yazan fakat sonradan o birilerinin hayatına girdiği kimselere rastlamadım... Merak da ediyorum seni, yanıktır gibi geliyor çünkü canın, bir yalanla oyalanmışsındır, oynayan taşa basmışsındır olur çünkü böyle, aldanmışsındır kanmışsındır olur, hatta tam şimdi öylesindir, belki değmeyecek biriyle el ele kol kola musmutlusundur, benim ihtimalimi aklına bile getirmeksizin umduğun güzel günlerinizi düşlemektesindir. Hatta belki şuan tanışsak benden tiksinirsin, dışarıdan bakarsın olabildiğince, deli midir nedir dersin bu çocuk gül tanem, aklına bile gelmez yazdıklarımı okumak, hatta bu yazının başlarını okur da sıkılır, buraya gelmeden kapatırsın ve bunun da adı kader olur; ya da ben ne diyorum, bu bile olmaz işte, beni de sadece "edebiyat yapmış olmak için" yazan basit ve popüler veletlerle aynı kefeye koyarsın ve gözünden iyice düşer giderim... Sana kızmam, kızmam kızmam da son otuz yılımı hunharca üzülürüm bir andan bir ömre yayılacak şekilde yalan yok, sen demişsin sonuçta bunu gül yüzlüm; bunun senin kim olduğunla, güzelliğinle bilmem neyinle zerre ilgisi yok, sen olduğun için işte, sen... Hislerime göre eğer bir gün birbirimizden haberdar vesaire olursak bu yazının bu üç noktasına geldiğin anda benim sana duyduklarımın karşılığını bana verememekten çekinmek benzeri hislere gireceksin, etme, etme gül tanem... Sana gel diyemem, çünkü elinde değil, çünkü çünkü çünkü... Allah'ım varsa öyle bir yar, n'olursun çıkar karşıma, yoksa da del eyle razıyım, ama varsa tez zamanda; vakit de sendendir tamam, lakin şu kulunu yaratışın, şu dillerim, şu ellerim, benden razı olduğun bir şeyim hürmetine, n'olur, gül tanemi bana bağışla...
Kafam karışık a dostlar, hem de sessiz harflerden daha sessiz karışık. Dün benim tabirimle dost meclisinde, bir dostun açar bulunduğu eski bir mesele ve benim bir şeylere meyletmem suretiyle... Neyse yahu söyleyeyim yekten n'olacak sanki... Bir an sarhoş gibiydim, dostumun doğum günü olmasından mütevellit olsa gerek; bir gaza gelmişim kendiliğinden, dedim o kadına mesaj atayım. Kıskansın diye, içi içini yesin diye, bunca zaman sonra aklında yer edineyim diye, bok püsür pek çok sebep (kusuruma aldanmayın efendim). Yaptım mı? Elbette ki hayır, Alptuğ Dağ'lar böyle şeyler yapmaz, her zaman dengeyi muhafaza etmekten ileri gelirler. Aklımdan ne diye geçti, neden o vakit umrum bile değil biliyor musunuz? Zira başka bir konu mevcut... Dedim ya dostun açar bulunduğu eski bir mesele, hah işte ona geldik; hani onun da pek tatlı bir mesele olduğu söylenemez ama gamlı da bir girişim değil. Birine dair diyelim, birinin varlığına, o gün orada olmayışına, orada olmasını istemiş bulunuşuma ve daha da önemlisi bunun nedenine. Gelecekti, gelemedi, arkadaşım da bana dönüp "Gelseydi?" dedi, işte o soru işaretinin kafamda doğurduğu meçhul çaba ve yürek kıpırtım bu yazının asıl konusu... Bir dönem hoşlanıyordum ondan, Alptuğ Dağ hoşlanması ama; hani aşk demeye dilim değmez utanırım kızarır da yüzüm, hoşlanmak denilen de pek az kalır ne ona ne bana değmez hesabı... O iyi kız, hani bu devirde sağda solda arayarak bile rastlayamayacağın denli; zarif, naif falan bildiğiniz bütün sıfatları bir araya getirin (kaldı ki bunlara sıfat dendiğini dahi düşünecek haddim yok henüz) işte o zaman o çıkıyor. İşin garibi ondan sonra da birini sevmedim zaten, severim sandım ama yok, sevmedim... Neden sevmedim işte, çok kaderci bir yaklaşım bile olsa belki onu sevmem gerektiği için mi; ya da daha önemlisi o gün olmadı ama belki bir gün olur diye, bir şekilde, bir baştan bir başa, sona uğramaksızın... Eve geldiğimde kendime sorduğum sorulardan biri olan "Ona karşı hala bir şey hissediyor muyum?"un cevabını vermeye kalkışsam dahi anlamsız bir kekelemenin ötesine gidemeyişim, kafa olarak bile. Tuhaf... Bir yanımda geçmiş, diğerinde biraz önce, geleceğim desen dibimdeki duvar ve duvarla aramdaki her ne kadarsa hava boşluğu, o boşlukta devam eden meçhul bir istikrara gebe hayatım. Neydik, niyeyiz, nasıllaşacağız bilmem... Ah dost, kompleks soru ve imaların ne etti bil.☺
Bu da oluyormuş sayın seyirciler... Harbiden silinip atılabiliyormuş kimi şeyler ve de insanlar senelere ve geri kalan her şeye rağmen bile tereddütsüz ve tek kalemde. Bu "ve"lerin bir sonu yok evet, ve dostluk ve insanlık ve bilmem ne, bitmiş... Allah'tan yazmak var, okunsun yahut okunmasın silinmemesi var, bir insanın kalıcılaştığı bu mertebe; bir de geri kalan dostlar, gerçek olanlar, yani asla bir şey yaparken, anlatırken falan "gün olur da bu da gider mi?" diye aklından dahi geçirmediğin ve seni yanıltmayan güzel insanlar... Bu seferki onlardan değilmiş, zaten aklımdan geçirmiştim bu düşünceyi, iyi ki; çok düşmüş bir adamın her şeye hazırlıklı olması gerekir malum, sarsılmamak adına... Hayret kere hayret insanoğlu, bir o kadar rahat, fazlasıyla saçma salak... Aslında ters bir durum değil, alışık olmadığım bir şey de değil ama oluşunu düşünüyorum. Bütün yaşanmışlıklar, hatta o bilmeden senin onu düşündüğün ve onun için yaptığın ya da yapmadığın şeyler, yapmayı geç ama onun iyiliğini falan filan gözetmek; her kimse o inandığın, gün gelip bunları hiç edebilen biri, artık bir "hiçkimse"; silik, belirsiz ve önemsiz ufacık bir detay... Bu kelimenin yazılışının doğruluğu şuraya dursun da cehennemin dibi valla, herkesin cehennemin dibine değin yolu mevcut; dediğim gibi beni dehşete düşüren insanlardaki bunu yapabilme kabiliyeti, artık buna ne denildiğini siz belirleyin. Hak edene de etmeyene de değer veririm ben bunda sorun yok, kuyusu benim zaten değerin, bitmez içimdeki, sana bana ve geri kalana yeter, arda kalan hariç... Vay be, vay anasını be... Ama bana da helal olsun, vallahi olsun; resmen şuan oturdum ve bir Zeki Demirkubuz filmi gibi izliyorum hayatın bu yönünü, bir senarist olmak istediğim düşünülürse olay örgüsü ve karakter tahlillerinin birden birbiriyle ve kendileriyle aynı anda bu denli muntazam çelişmesi belki bu bir film değil de hayat olduğu için kötü ama sinematik olduğu için muazzam... Ne günlere kaldık derseniz aha da bu günlere kaldık, oldu mu? yeterince güzel mi? Ay bi'gülme geldi pardon, çok pardon. Gelmese miydi? tamam gitsin, peki git, gidin, gitsinler, gitmek ve probis (canım çekmiştir biraz biraz) ve kadınlar. Hayrınızı mı gördük ahali! yerim sizi. Ben de gideceğim inanır mısınız bir gün, inanabiliyor musunuz? şimdi edebiyat olsun maksatlı "Kendimden gideceğim" derdim ama anlaşılan ben kendimden geçmişim, hatta ardıma bakmamışım; ocağı açık bırakmışımdır, yemeğim vardır diye bile düşünmeden. Yansın zira yanan, yanmaması gereken, ısınsa alevleneceğim kim varsa göğüs kafesimin içinde güvende, daima da benimle... Ne derler bilirsiniz; hambalaley hambaleyo oooo reyyya... Nice güzel kafam, ben daha güzelim, Veysel daha aşık, türküsü daha yanık...