Yeraltı Film Değerlendirmesi

Bu film başka, evet bu film bambaşka; Demirkubuz işi olduğu için değil, Ankara'da geçtiği için de değil, dünyadaki herkesin kendinden bir parça bulabileceği kesin olan bir film olduğu için, şayet kendini kandıranları saymazsak.
Demirkubuz yine aykırı, filmin adı kadar da yeraltı üslubuyla sesleniyor bize, bu defa Muharrem'i alet ediyor kendine, evet Muharrrem'le adeta bir oyuncak gibi oynuyor... Demirkubuz'un patatesi yahut olmazsa olmazmışcasına adlettiği -ki bu tartışmaya açıktır- nü sahneleri bu filmde de varlığını koruyor, Yeraltı da esasen kardeşleriyle aynı doğrultuda ilerliyor; zannediyorum Nuri Bilge kırılması olarak adlandırdığım Kış Uykusu'ndan beridir Türk sinemasının oturmamış kibirli rolleri Demirkubuz'un tekeline girmiş durumda, Bulantı'yı izleyenler ne dediğimi daha net anlayacaktır.
Burada durum Bulantı'dan biraz farklı; Bulantı'da salt bir ego kendini gösterirken Yeraltı biraz daha aşağılık kompleksinden türüyor.
Muharrem sıradan bir adam, Muharrem o kadar sıradan ki... Ben sıkıcıyım ve sıkılıyorum diye bağırıyor adeta Muharrem, uzun ve sessiz sahnelerde bunun ayırdına varmak daha da mümkün. Muharrem'e en yakın olan karakterimiz Türkan; Muharrem, Türkan'ın anlatılarından yola çıkarak Cevdet karakteri ile hırçın bir empati kuruyor, ona bunu yaptıran yegâne şey ise otorite. Kimsenin üzerinde bir otoritesi olmadığını "bilen" bir Muharrem için kötü yönlü de olsa bir otorite gerçekleştirme fikri filmin daha ilk sahnelerinde filizleniyor. Demirkubuz burada bir es veriyor.
Muharrem'in bağırmaları, çağırmaları, ulumaları... Yalnızca ve yalnızca Türkan kaynaklı gelişen bu olaylar aslında bizi bir başka olayın doğrudan göbeğine atıyor: Cevat ve Ankara Sıkıntısı.
Ankara Sıkıntısı ismi Nuri Bilge'nin Mayıs Sıkıntısı'na bir selam çakmak mıdır bilemem ama Muharren artık iyice ileri gidiyor; soysal özgürlüğü olsa da sosyal becerisi olmayan ve bunu bir yandan kabul edip bir yandan da sanki evrim teorisine atıfta bulunurcasına güçlü olma, savaşma dürtüsü gösteriyor, bunuysa bizzat kendi, "Her şey ile aramda gizli bir kavga başladı..." diyerek vurguluyor. Kendini hem üstün hem ikinci sınıf gören Muharrem'imiz, Cevat'ın başarısından alamadığı hırsını karanlık bir hayatla almaya kararlı, öncelikle cinsel yönden olmak üzere hırçınlaşıyor, rahatlamak uğruna başıbozuk olmayı tercih eder hale geliyor ve sonunda bir yıkı... Hayır yıkım değil.
Her şeye rağmen Muharrem'in içinde bir şey var, tüm bunlar olurken bir yandan ufak ufak "Ben böyle biri değilim"in firelerini vermeye başlıyor, esasen etrafa duyduğu aşırı da sebepsiz olmayan bu kin ve öfkenin dibinde varoluş ve takdir mücadelesinin yattığını müjdelemek isterken sanki bütün iletişim hatları kilitliymiş gibi sadece gözlemde kalıyor, Türkan ile Cevdet'i gözlemliyor, belgeselleri gözlemliyor ve birden bire hayvan kesiliyor, ar damarı çatlamış ve epey uzaklaşmış hırçın bir hayvan.
Muharrem'in kıllık diyebileceğimiz durumlarının önceden normal olduğu ancak sanki insanların sürekli onun bu tarafına atıfta bulunarak onu daha da büyültürken Muharrem'i küçülttüklerini ve Muharrem'in varlık savaşını ilk defa arkadaşlık etabında kaybettiğini izlenim olarak görebiliriz. Bu sayede yanlış anlaşılmalar ve vesaireler de Muharremin en kalın duvarlarını örüyor. Yemekte Dostoyevski'den yaptığı alıntı ile bile tek başınalığından utanırken onu her şeyin üzerine koyabilmek, kendini buna inandırabilmek için de elinden geleni yapıyıor, zira doğru olanın bu olduğunu o da biliyor.

Sahte güzelliktense gerçek bir yeraltı onunkisi, tek derdinin anlaşılmak, sorulmak olduğunun kendi de bilincinde fakat bunu asla dışarı vuracak biri de değil, çünkü onur... Onur ama Muharrem çok da tezat bir adam ki onuru için onurunu ayaklar altına alabiliyor ve bu durum onu daha fazla etkileyemiyor, yeterince öteki çünkü, kendine bunu hatırlatmaktan artık mazoşist bir zevk alıyor fakat hala kurtulmak için bağırıyor ve film boyu bu bağırtı kesilmiyor; bunu en güzel, duvara karşı Ormancı'yı söyleyerek, kimse yokmuş gibi dans ederek kanıtlıyor ve savaşım bitmedi diyor, iyice kaybetsem de bu benim savaşım olmalı; ancak ne var ki o bunu yaparken boşverilmesi, en temel isteğini sonuçsuz çıkarıyor: Kavgasının bilinmesi, zira başkalarında bilinmeyen bir şey onun için de var olamaz.
Derken final: Muharremin o "Ben onu istemeyeyim kimseden ama olsun." dediği şey, yani bir tutam anlayış, onun tüm ördüğü duvarlara ve savunma mekanizmalarına karşı hiç beklenmedik bir karakterden, fahişeden geliyor. Muharrem o an çözülüyor, bir diğer deyişle uluyor. Muharrem'in ilk gözyaşlarına tanık olduğumuzda biz de seyirci olarak yatışıyoruz; işte o koskoca adamın derdi, birinin onun ördüğü duvarlara direnip içeri girmesi ve çekip çıkarması.

Demirkubuz yine zor yoldan anlatmış yani, sosyal baskı, ait olma güdüsü, belki nispeten Freud'çu bir cinsellik anlayışı, hepsinin neticesinde ise bir varoluş sıkıntısı. Hepimiz bir noktada Muharrem'dik çünkü bazı şeyler anlatılmadan anlanmalıydı, hepimiz bir noktada Muharrem'dik çünkü anlatırsak sıkıntıdan kurtulacağımız şeyler çoğu zaman en derinimizdi, peki kaçımız bunu yaptı, kaçımız Muharrem gibi hırçınlaşma yoluna gitti. Muharrem kendi cevabını kendi vermişti zaten, Cevdet'in Türkan'a aşık olduğunu söylerken kendi yaptıklarına bir kılıf bulmuştu: Sevenin sevdiğine kötü davranması. Muharrem bence herkesi seviyordu, sadece onun bu manik depresif ve kibir görünümlü salt bakış açısının onda gerçekleştirdiği dikenlerin arasına bir başkasının sessizliğinin girmesi bile yeterliydi.
Ben bu filme baktığımda durmayı anlıyorum, uzunca durmayı, Cevdet'in kendi kendine uzunca durmasını, kızın elinin Muharrem'in saçlarında uzunca durmasını, Muharremin ağlayarak durmasını, Türkan'ın bıkmasına rağmen Cevdet'le durmasını ve de en önemlisi Muharrem'in kavganın en şiddetli anında durup anlamasını, kavgasının kendisiyle olduğunu. Şu cümlesi filme noktayı koyuyor esasen, değerlendirme de onunla bitsin: "İyi olmak istiyorum... Ama bırakmıyorlar. İyi olamıyorum."

0 Yorum:

Yorum Gönder