Gülümse Çekiyorum

Bir şeylerin değişmesini ummadığım günlerden biriydi yine, baba mirası -tabii biraz da zorla- on iki küsür yıldır sürdürdüğüm istikrarla kaldırdım kepenkleri tekrardan bir öncekine misillemeymiş gibi bir feryatla inleyen Ankara sabahında, Altıngöz Foto'ya bir kısmımız hoş geldiniz. Bir kısmımız diyorum çünkü çoğunuzun hoş geldiğini söylemek gülünç kaçardı; bu çoğunluğun vergi memurlarından, alacaklılardan, elektrik idaresi yetkililerinden, sümüklü sünnet çocuklarından veyahut kendini Mehmet Turgut'un yanında sanan çakma sanatçılardan, daha da kötüsü sizden Serhan Serter fotoğrafları bekleyen evlilik hazırlığı yapan mükemmeliyetçi çiftlerden ve dahasından oluştuğunu düşünürsek üstelik.

Nitekim gün başladığı gibi bitmeyecekmiş bu defa, on iki yılın ardından öyle bir gol yiyecekmişim ki dükkana mühür vurmalık...

Flaşları kurup günlük lens temizliğimi yapmaya girişmiştim ki vitrin önünde bir karartı... Hafiften doğruldum iskemleden, baktım esmerden, genç, irice bir oğlan çocuğu kaldırıma tünemiş. Bu normal bir durum tabi ne var bunda diyeceksiniz biliyorum, mamafih işkillendim, tinercidir bilmem nedir bin türlü hikaye duyuyoruz şunun şurasında... El etsem sırtı dönük, çıktım iki dokundum omzuna ses yok, kalkıp gitti sonra; dönecekken içim mi cızladı nedir, ayıp ettik gibi geldi, sessiz sedasız oğlanı ne diye kışkışladıysam...
Gel dedim delikanlı buyur, o da altı adım ilerimden dönüp durdu... On iki on üç ya var ya yok, hayret ettim, dudakları kurumuş, anlamsız bakıyor bana doğru; ayıktım ki korktu benden, indirdim ne ara kalktığına akıl erdiremediğim kaşlarımı ve el ettim, galiba gülmeyi de unutuyordum ufaktan... Çocuk geldi, İbrahim'miş adı, gazoz ikram ettim, aslında bizim oranın çocuğuymuş da pek çıkmıyordu anladığım kadarıyla sokağa; başından beri sormam gereken şeyin cevabını az çok tahmin ettiğimden sormadım, içeri aldım, geç bakalım deyip oturttum, sol arka çaprazındaki flaşı ayarladım, öylece duruyordu oysa, neden onu çektiğimi sormayı bırak içinde tanımadığı bir adama karşı bulunması icap eden o tereddütün zerresi vücut bulmuyordu... Önüne geçtim, poz verdirtmek istemedim ve ilk kareyi çektim: ŞKAT!

Baktım, ışık şahane, renk şahane, keskinlik öyle... Babam benimle gurur duyardı dedim içimden, der demez de tuhaf bir eksikliğin farkına vardım, İbo gülmemişti, suratında zerre ifade yokken renklerin fotoğraftan taşması olsa olsa bir küfür anlamı taşırdı, zaten film de burada koptu.

"Biraz güler misin?" dediğimde, uzay kadar olmasa da en az ölü kalper kadar boş bakışlarla "Af buyur abi?" dedi, af buyur...
Dediğimi anlamadığını düşünerek tekrarlasam da sorun başka bir yöne kaymıştı: İbrahim gülmenin ne olduğunu hakikaten bilmiyordu... Olabilir diye düşündüm, kara da bir çocuk olduğu için belki doğduğu yerde ona başka bir şey deniyordur diye geçirip aklımdan, yüzümde bir gülücük oluşurdum ama nafile... Kızmıştım, hiç mi mutlu olmadın çocuk dedim alttan alta lakin duyduğunu zannetmiyorum. Birden dönüp "Neden yanağını sıktın?" dedi bana, ben de kendisini yadırgamaması için "Bizim memlekette hoş bir hadise olunca bu yapılır, buna gülmek denir." dedim ve tek laf tuş oldum elbette: "Hoş bir şey olmadı ki."

Haklıydı, hiç hoş bir şey olmuyordu, her gün birbirinin aynıydı ve bu böyleyken oturup insanlara gülmelerini söyleyip onları böyle resmetmek iki yönlü fotoğrafçılık oluyordu; hem boydan boya sahte bir şeyi pazarlamak adiliği, hem de belki bir daha zorla dahi gerçekleşmeyecek basit bir şeyi belgeleştitmek onuruydu bu...
Babamın, Alptuğ Dağ'ın izinden gidip fark yaratmaya çalışma isteğimi kamçılamış olan bu düzen o çocuğu güldürmeme engel olur muydu? Ya da belki İbrahim gülmeyi biliyordu ama benim sahte yanak sıkma hareketimin samimiyetsizliği ile bağdaştıramamıştı. İşte fotoğrafçılık ve hayat spariş üzerine, endüstriyel ilerleyip ancak İbrahim gibi çocukların sırt dönüp önüne oturacağı ruhsuz vitrinlere dönüşüyordu.

Mutluluk İbrahim'e orada öylece oturmuş iken rastlayacak kadar kadere bağlı mı yoksa biticilik huyunun herkeslerce biliniyor olması onun sonunun bir başlangıcı mı bilmediğimden yarım kalacak bu hikaye; İbo'nun gülüp gülmeyeceği insaniyet namına büyük bir önem taşısın taşımasın, İbrahim'i anlatacak şey asla gülüşü değil, vitrinin ardından çektğhim, hüzünlülere özgü büküklükteki sırtı olacak.

Hadi size bir ipucu: İbo fotoğrafın  sonunda gülüyor... Fotoğrafın bir sonu var mıdır ve sonsuzsa İbo gülemez mi gibi soruların cevabını size bırakırken bir flaş patlıyor ve kayboluyorum sonsuzda.


0 Yorum:

Yorum Gönder