Muhtemelen öldüğümde credits müziği olarak Les Milles Pailettes ritminde bir şeyler çalacak, sanki hiçbir şeyin o kadar da iplenmediği bir kara komedi filmiymișim gibi. Ve biliyorum ki öyle olsam bırak biletimin para etmesini, Mars'ın salonlarında gösterilmem dahi imkansızdı. Zeki Demirkubuz filmleri gibi yalnızca onu sahiplenen güruha özgü ve onun dışında bir bakıma her açıdan açıkta kalmış adeta; kaldı ki Nuri Bilge'ciyim ben bilen bilir, neden öyle olduğumu da onun aşağıdaki anekdotlarının izah edebileceği kanaatindeyim:
"Yalnızlığı bir kader gibi kabullenmiş durumdayım."
"Aslında anlamsızlık ve melankoli gibi durumlar, sadece aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Sanat da bu değerlerden biri. Nevrotik duygular diyebileceğimiz şeyleri, yani insan farklılıkları ancak böyle aşkın bir değer içinde eritilebiliyor. Zannediyorum sanat çok iyi geldi bu tarafıma, melankolik yapıma. Bir terapi etkisi gösterdi."
"Sanatçının varsa bir görevi bu, bir gazeteci gibi meselelere dikkat çekmeye çalışmaktan çok (ki bu ülkemizde birçokları tarafından sanatçının asli görevi olarak düşünülüyor), yaşadığı kültürün içinde eksikliğini duyduğu birtakım temel insani dürtülere işlerlik kazandıracak manevi bir iklim oluşturmaktır. Gerçek insan ilişkisi zayıflıklar üzerinden kurulabilir. Ben hastalıklarımı, korkaklıklarımı, zayıflıklarımı paylaşmak isterim. Bunları saklamak, gizli tutmak, bastırmak hepimizi yorar. Ve bunları rasyonalize etmek ya da bir şeyin içinde eritmek zorundayım. Bu da benim için sinema oldu."
Özellikle son kısım olmak üzere bana yazdıran da okutan da çektiren de söyleten de bu düşünceler. O yüzden seviyorum bu adamın sinemasını, çünkü tüm bunlar - hatta dahası- benim onun sadece adını bilirken bile kalbimde çarpan șeylerdi anlayabiliyor musun? Birini seversin ve yaptıklarını da o yaptığı için seversin, doğrusu budur; ha tabii yaptıklarının her birini ondan bağımsız, yalnızca birer yapıt olarak değerlendirirsin, öyle de yapman gerekir zaten ama yine de önce Kış Uykusu'nu sonra Nuri Bilge'yi sevemezsin, eğer öyle hissediyorsan bil ki bir yönünü seviyorsundur, adamı tam olarak sevip benimsemek ve büyük bir samimiyetle abim olarak görmek benimkisi.
Erguvanlardan ne haber mesela, hala güzeller mi, ben hala güzel biri miyim siz için, genç miyim hala sizce, şu halimle dahi eser kaldı mı gençliğimden... Hak ediyor muyum hala, iyi herhangi bir şeyi; eğer siz de çevremdeki merhametli yahut gizliden gizliye acıyan lakin belli etmediğini sanan ve bunun için de büyük çaba harcayan bir avuç iyi insan gibi "Elbette, sonuna kadar!" diyorsanız... Yani nerede öyleyse, bakın sizi bilmem ama ben -bilhassa burdan bakınca- fazla vaktim olduğunu sanmiyorum da o yüzden sordum; örneğin Oğuz Atay gibi "Henüz ölmedim." diyerek evimin mütevazi banyosunda -ki en beklenilesi şeydir bir banyodan tevazu- son nefesimi veriyorken kapıda bana bu defa hakiki ve uzun ömürlü umutlar, mutluluklar ve vesaireler bırakmak için gelmiş motokuryeyi -zira bir motora sığacak denli küçük olacak muhtemelen getirdiği şeyler tüm ihtiyacıma rağmen- bekletmek ve ona "Evde yoktunuz." dedirtmek istemem.
"Kalbimin sesi mi? Onun sesini duyan var mı ki ne zamandır."
Burdaydım çünkü ben, hep, kendimden bile önce; buradalığımı bilmeyișinizin temeli umurunuzda olmayışım da olsa ben yine de bunu burada tek oluşumla bağdaștıracağım, çünkü yalnızca benim biliyor olduğum bir şey ben var dersen var, yok dersem yoktur bilirsiniz. Belki de Alptuğ Dağ yoktur desem gerçek olur, şu dünyada bir benim bildiğim öylesine utanç verici derecede aşikar ki çünkü beni... Yok olmak bu kadar kolay ve istek vericiyken hiç olmamış sayılmanın da aynı ölçüde acı vermesine siz hayat dersiniz ben ölüm, farkımız burada başlıyor işte, bir buzulun ortasındaki dev yarık; ve beni o yarığa gömün - zira buzdan önce ben eriyeceğim yalanlığınıza kahırdan, söz, erkek sözü- ve öldüğümde bu alttaki şarkıyı insanlara, sanki beni hakikatle önemsediğine kendini dahi hızla, ben toprağa girmeden inandırmaya çabalayan o insanların suratlarına tükürün, dileğim budur. Böylece kimse kalkışmaz belki bir daha, evvelinde yüzüne bakmadığı insanın dostluğunu sahiplenmeye o başarılı olunca.
...Bilirsin, bu his şeyde de vardır, arkadaşlarla güzel bir gün geçirip dağılınca, pazar günü hava kararırken falan; bir daha olmayacak sanki bilirsin, olsa bile öyle olmayacak, sense bunu her düşündüğünde senden an be an uzaklaşmakta olan o yaşantının altında ezileceksin...
Anı yașayamayız biz, anın biticiliği an boyu yakar gözlerimizi adeta bir şampuan gibi, noktası virgülü hüzün biri böyle olunur işte. En kötüsü de yanılmamaktır, peki ya bu güne kadar kötü hiçbir hissinde yanılmamıș olmanın acizliğini bilir misin okuyucu? Bilme, kıyamam.
Lalettayin akar bir süre sonra göz yaşların, her şey o kadar kötü gidiyordur ki bazen, sen yalnızca olduğun yerde dümdüz ağlayadurursun ve türlü acılar gelip kendiliğinden alır adeta payına düşeni. Yönü yoktur hüznün. Ağladıktan sonraki uyku vardır bir de, uyandığında pamuk gibi hafifsindir, sanki normalden de daha az kötü şey olmuş gibi, bir an unutursun çünkü dün geceyi; yazık ki bugün dünden zordur daima, olan olmuştur ve yeni günü taşıman gerekir çünkü, yataktan kalkman ve hiçbir şey olmamıșlığını kuşanıp kanının son damlasına dek rol kesmen icap eder. Birileri gözünün içine bakar da ondan, gerçeği açık ettiğin an gasp etmiş de olursun seni seven herkesin mutluluğunu yarıda. Nasılsın sorusuna verebildiğin en "iyi" cevabı vermen gerekir en çok da sevdiklerin için. Kimilerinin realizmine çöp batıran bu şeyin adı merhamettir.
Bilhassa kabullenmiş kimseler yalnız tüketme derdindedir kederlerini, tabaklarında aniden canlanan boğayı tek başlarına, olabildiğince sessiz ve de yavaşça boğmak ve bu sırada gözlerine bakmak isterler... En fazla bir ölü kadar ișlevseldir aslında herkes mevzubahis kendi derdi olunca, gururuna gem vurabilen yarım ağız yardım ister; herkes de görür onun kaldıramadığını, koluna girmek için hazırda beklerler ama paşam imkan tanır mı, def eder hepsini. Ne nankörlük ne kötülükten be abi, bataklıktaki adam birinin elini tutup çıkmak için her çırpındığında o kişiyi de yanına çeker istemsiz. Kendini fedaya çalışır insan, canlı bomba misalu, başkalarına tehdit olma ihtimalinden çok ama çok fazla uzak olmak için kaçarlar insanlardan, kendilerinde insanlara dair hiçbir hak bulamazken. Sonunu düşünen de, kendini zahiyattan saymayan da kahramandır. "Benden uzak durman gerek kendi iyiliğin için, o yüzden asla yaklaşmana izin veremem ve öte yandan sana karşı bir tehdit etmemem için bana yaklaşman tek çarem." cümlesindeki gibi komplike hezeyanlar icra eder lalettayin gözyaşlarını. Duygusal kamikazelerin en büyük handikapı minimum epeyce üzmesidir karşı tarafı, canının yanmasına mani de olsa, onun için en iyisi bu da olsa. Mesela seni seven bir kalp hastasına ona kalbini verme teklifi yaparsan ne kadar büyüleyici bir fedakarlık olursa olsun onun canını en çok bu acıtacaktır. Başkaları için yaşayan herkes buna hazır olmalı, her halükarda hüzün saçmaya. Meğer sevilmemek daha mı güzelmiș diye geçiriyor insan ister istemez içinden, hele acı bu denli bulaşıcıyken.
Gümlerin birbirine sadakatle bağlılığı şuraya dursun, kabuğundan acıyor kalbim ince ince, sıvı olsam içinde bulunduğum hayatın şeklini alabilir miydim diye düşünüyorum bazen; koymazdı çünkü o zaman, bütün uyumsuzluğumla güneşten ayrı yöne dönen bir ayçiçeği gibi, en çok da adı ay olduğundan. Bir Azer Bülbül şarkısına delice itimat etmek üzere toplanıyor tüm algım: Üzülmedim Ki
Ben de üzülmedim aslında inanın ki, yani üzülmedim dediysem kastettiğim halihazırda açık olan bir kapının bir daha açılamaması gibi bir şey. Ben üzülmedim, beni üzenler -ki ben üzülmedim bak ısrarla söylüyorum- de üzülmediler, kimse üzülmedi, herkes çok mutlu. Bunun adı Azer Bülbül etkisi.
Üzülen adam gider birilerini falan döver, bir şeyler kırar döker hadi, en olmadı ağlar; ben bunların hiçbirini yapmadım, en azından siz görmediniz, bense unutacağım, evet eminim kesin unutacağım ve yapmamış olacağım işte. Üzülsem yazı mı yazardım, aylardır dönüp bakmadığım metruk bloga günde ikişer üçer hem de. Bir Azer Bülbül şarkısında bile yok üzülmek, ben nasıl üzüleyim. Hayır üzülmedim, hayır geçmişe boğulmadı yine aklım, hayır tüm bunları düşünürken insanlardan soğumadım yine, hayır yine ömrümün kalın yarısında olduğu gibi müzik-kitap ikilisinden ibaret olmaya karar vermedim, hayır canım yanmıyor, hayır yorgun değilim, hayır bütün ümit ve isteklerimi bırakmış değilim, hayır pes etmedim, hayır kendimi kandırmıyorum.
Keşke kandırabilseydim ama, ana-babası öldüğünde çok uzağa gittiği söylenen çocuklar gibi bekleyebilseydim; sanki tüm bunlar olmamış da, tüm o insanlar tüm o şeyleri yapmamış da uzakta oturuyorlarmış ve telefon numaralarını değiştirmişler de o yüzden görüşmüyormuşuz gibi, ortada ne bir tuhaflık, ne acı, ne bir şey. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk üç ay bunu çok düşünmüştüm, bir tanesi çıkacak ve "ŞAKAAA!" diyecek, "Biz seni hiç bırakır mıyız kardeşiz biz." diyecek, yetmeyip "Sen nasıl buna inanabildin!" diye gönül koyacaklar... Ciddi ciddi bekledim, şakayı beklerken kaka oldum. Seneler önce olmuştu böyle en son, kanaryam ölmüş ben uyurken, annemler balkondayken kafesten kaçtığına inandırdı beni, bense yaklaşık iki yıl boyunca evin karşısındaki birkaç ağaçlık alandan gelen -ki orda ağaç kalmadı düşünün- gelen ve onunkine benzeyen bir kuş sesini o sanarak, onunla komşu bir şekilde yaşamayı kabullenmişçesine mutlu mutlu duruyordum.
Gerçeği öğrendiğimde acıttı tabi, adettendir; durdum ama yine, aynı şimdiki gibi, çünkü durmak zorundaydım, yapacak hiçbir şeyim yoktu, daha doğrusu aklımdan geçenlerin herhangi birini yapsam bile içimdeki hiçbir şey değişmeyecekti, tıpkı şimdi gibi.
Gelecek bana ne getirirse getirsin -ki hepsine şükürler olsun ayrı mesele- geçmişteki o pası silemeyecek; apartmanı yıkıp villa da yapsalar, toprağın altındaki mezar hep orda kalacak.
Bir Azer Bülbül şarkısı gibi içime tükürecek hayat yine böyle, ben bu filmi çok izledim be.
İşten çıkmıştı o gün Asım, aklına gelir miydi delik deşik ve su dolmuş çamurlu asfalta vuran adi trafik lambası ışıklarının kırmızısında geçmişinin durduğu. Arkasına dönmeye kalmadan hissetmişti yedi santimlik sivri metali içinde. Fark etmez dedi içinden, bu da iyi. Son otuz yıldır her dükkanı kapattığında bu günü bekliyordu zaten... Hayır, biricik dostunun, kardeşi yerine koyduğu, onun için canını seve seve vereceği insanın kendisini sebepsiz yere bıçaklamasını değil, ölmeyi bekliyordu Asım direkt, korkutucu bir hoşnutlukla hem de.
Haksız da sayılmazdı, dününe bakıyordu kara, yarınına bakıyordu bırak iyi ihtimali, "Şu imkansız şey olursa her şey düzelir." diyebileceği bir şey bile yoktu; hiçbir şey düzelmeyecekti, dinginleşmeyecekti Asım'ın kan rengi suları bir daha, çocuklukta kalmıştı tek derdin aşk ve saçını boyatmaktan ibaret olduğu güzide günler. Bunu da biliyordu Asım, her şeyi biliyordu zaten, bu günün geleceğini de biliyordu, hele son birkaç yılda arkadaşının gözlerine yanıbaşındayken bile özlemle her bakışında gün gibi görüyordu işte onda artık sevgi hatta yazık ki insanlık emaresi dahi olmadığını. Görüyordu ama görmezden geliyordu çünkü kaldıramayacağını da biliyordu, tıpkı o gün eğer o bıçak darbesiyle ölmezse, hayatta kalacağı her günün birbirinden daha acı olacağını bildiği gibi.
İnsanların kerizlik adlettiğini yaşamaktan gocunmayan çünkü bunu "Bir insanın gerçekten bir diğerini bu denli sevebilecek oluşunu bizzat kendimde kanıtlayınca çok mutlu oluyorum." gibisinden bir fikirle amaç belleyen biriydi. Asım'lar ölmezdi aslında bakarsan; zaten ölü oldukları için belki de, öyle değilse bile değer vermek kelimesine karşılık geldiklerinden.
İntihar edip boşuna günaha girmeye değmeyeceğini düşünen ama hayatın bundan sonra da bir sürpriz yaratmayacağına itimadı tam olan her insan gibi; ileriye saramadığı için, günü gelene kadar bekledi, nefes aldı ve verdi, nefes almayı bile unutmak istedi, iyi şeyleri bile unutmayı istedi, iyi olan her arkadaşını mesela; öyle bir adamdı çünkü, birilerinden ne denli iyilik görse diğerlerinin kötülüğü öyle canını acıtırdı sessiz sedasız. Bağırmayı bilmezdi ki acıdan, hep sessiz ağlardı, hep izbede, arkada, karanlıkta, kuş uçmaz kervan geçmezde... Hep kendine benzer yerlerde yaşadı, bu benzerliğin bedeli yalnızlıktı, korkarım seve seve üstelik.
Dükkanı, bir diğer deyişle gözlerini son defa kaparken... O kadar olur yani.