Kâbusnâme

Geçmiyor işte anasını sattığım, niye geçsin ki? Mutlu yatıyorum, sahi çok mutlu yatıyorum, hem de ciddi yorulduğum güzel bir haftanın ardından yapıyorum bunu... Sonra derken bi'kabus, hop uyanıyorum, korkulu kabus da değil üstelik, acılı kabus. Sinemaya çok kafa patlattığımdan mı bilmiyorum ama tüm kabuslarım en derin acılarla yazılmış sanki...
Tek başınaydım lan ben, hepinizden daha tektim ve hala da öyleyim; sizin yalnızlık yalnızlık diye cümlelerinize meze ettiğiniz o acının ham haliyim ben! Güya ben edebiyat yapıyorum, bugüne kadar bana "Abi yalnızlık güzel, bak ben de yalnızım, kimseye ihtiyacım yok." falan mavraları atan puştlar bile esasen hiç yalnız olmadı ki! En yalnızı benim ulan buraların, ne diye inat ediyorsunuz bu konuda sanki matah bir şeymiş gibi! Gerçi sizin için öyle olabilir, zira yalnızlık anlayışınız odanıza kimsenin girmemesinden yalnızca bir çıt derin.

Tek başına yürüdüm bu yolları ben, tırnaklarımla kazıya kazıya çıkardım halihazırda hakkım olanı bile, düştüğümde gelip kaldıracak olmasa da en azından bunu deneyecek birileri var mıydı vardı ve Allah bin kere razı olsun onlardan ama... Bu yola benle çıkan olmadı işte.
Öyle olmasının ne zararı var falan da diyorsunuzdur şimdi doğal olarak, şöyle izah edeyim:

Dara düşersin, borç almak da külfettir ama hadi alırsın bir kere, hadi ödedin diyelim bir daha, bir daha hatta bir daha ihtiyacın oldu; ister ödemiş ister ödememiş ol bir daha aynı kişiden borç isteyemezsin.
İşte benim o insanlarla aram da böyle, ne onların benden ne benim onlardan şüphem yok ama her acı çektiğimde de anlatmaya yetmiyor yüzüm -malum bitmiyor çünkü- ve bazen de onlardan bekleyecek oluyorum bana bir sıkıntılarını yahut mutluluklarını açmalarını kendiliğinden, eskiden bekliyordum yani... Beklememeye başladım sonra, çünkü farkındaydım günübirlik konuştukları ve akıllarından çıkmayan başkaları zaten vardı onların, dostları yani, olmayan bir bendim ve bunu vakurlukla kabul etmek zorundaydım, öyle de yaptım.
"Ben denizde bir gemi, dalgalar vurur beni; ben ağaçta bir yaprak, rüzgar savurur beni." Yanisi diyeceğim şu, adım Alptuğ olmasa bilin ki Gurbet olurdu, insana çile ve yalnızlıktan, özlemden başka zerre şeyi anımsatmayan ve daima uzak, başka olan, dünyanın herhangi bir yeri olan gurbet.
Halbuki benim asıl takıldığım, dönüp durduğum yer sadece şurası: Ben gurbet olacak ne yaptım?

Nihan'la küsmemizi düşünüyorum, sadece onun üzgün olduğunu görüp neşelendirmeye çalışmıştım, o kalabalıkta hiç hak etmediğim bir biçimde beni azarlayınca boşverdim, sonradan içim el vermedi gittim yine sordum bir dostun yapması gerektiği üzere ama aldığım cevap sadece kendimi düşündüğüm oldu... Eda peki, kendiliğinden, hiçbir şey olmamışken, beraber olan en değerli hatıralarımızı bile sildirecek kadar ne oldu, üstelik hala bahaneler, bitirdim demiyor da işte şu bu... Ya öbürü, adını mı ansam bileğimi mi kessem karar kılamadığım yani, tek sebep onun sağlığını düşünmemdi, hatamın güzelliğine de bak sen!
Geri kalanından hiç bahsetmiyorum ama bu benim "en iyi dostlarım"ın (!) hiçbiri benim yaptığımın onda biri kadar hatayı kendinde aramadı, oturup yaşananları düzgünce konuşmaktansa beni bir kağıt parçası gibi buruşturup atmayı tercih ettiler ilk fırsatta! Lafa gelince Alptuğ yabani, Alptuğ kaba, Alptuğ bilmem ne, yersen.

Hayatta ilk tanıdığım arkadaşlıklar bunlar işte, böyle, seneler sonra, en iyi arkadaşım en büyük düşmanım... Sorarım size ben şimdi neden arkadaş edineyim, kendine bağlasın, kanıma kan olsun ama yıllar sonra hiç beklemediğim bir anda kanım çekilsin diye mi? Kimsem yok, kimsem olmasın.

"Yoldan geçenler var da her akşam gelenler nerde?" dediği gibi ustanın, yoldan geçen arkadaşlarım tekrar tekrar var olsun, benden alıp onlara versin mevla ama bir yol arkadaşı değil hiçbiri, üzgünüm, bu onların suçu değil zaten.


0 Yorum:

Yorum Gönder