Bugün güzel bir gündü, hayır hayır bugün kesinlikle çok güzel bir gündü. Pinhani diyor ya: "Çok kısa bir zamanda, belki birazcık da zorla, bence gayet iyi de anlaştık.", o hesap işte. Şimdi siz tabii bu dediklerimden hiçbir şey anlamıyorsunuzdur, olsun; çünkü Teoman da "Sevgi anlaşmak değildir, nedensiz sevilir." der. Çok mu alıntı yaptım? Durun, biraz kendi sevgimi katayım...
Bir kez yolda karşılaşalım
Onunla da avunacağım.
Adımı sesince duymaktan vazgeçtim,
Sesini duysam, susacağım...
Turgut Uyar
Son bir alıntı yapacağım. Hani bir şarkıda "...Bir an için ömür bile verilir." diyor ya, o cinsten bir an yaşadım bugün; an da denemez gerçi, oldukça uzun fakat asla doyulamayacak denli kısa. Yan etkisi olmayan bir kanser ilacı olsa sanırım adı onunla konuşmak olurdu, kiminle mi? Sanırım yeni arkadaşımla. Mesela bu arkadaşımla el tokuşmak şey gibidir, bir gül yaprağından, alttaki durumaya yüz tutmuş bir ota su damlaması gibi; ya da ne bileyim, onunla konuşmak belki yarayı kaşımak biraz, kanasa da yüz bin kere değer. Neden mi kanamak?
Bazı durumlar vardır tamam mı, kötü değildir, hatta iyidir, lakin daha iyiden dönülmüştür; kişi bilir mutlu olması gerektiğini falan, olur da zaten, yine de illa ki içinde öyle garip, toz gibi bir şey kalır, gitmez. Hem mükemmel hem berbat hissedilir mi, hissediliyor; örneğin doğru kişiye aşık olduğunu anladığın anın, onun sana aşık olmadığını anladığınla aynı olması gibi, onun senden hoşlanmayışını ifade edişini diğer insanların tavırlarıyla karşılaştırdığında buram buram kokan, aslında uzun zamandır da hasret kaldığın o samimiyet gibi. Tüylerin diken diken olur misal, en başından onda gördüğün o ışığı ilk ve son defa gerçek görüşün budur çünkü. Çok mu üşüdün yoksa gözlerin mi kamaştı? Hırkanı al istersen.
Şey gibidir bu, susuzluktan ölüyorsun, kana kana su içiyorsun, efsane mutlusun; fakat suyun tadı da berbat ve sen tadı ne kadar önemsemesen bile bu değişmiyor. Neyse, galiba günlük saçmalık kotamı aştım, pardon.
Samimi olmanın en güzel keramet olduğunu hangi şairin müjdelediğini anımsayamasam da şimdi, Cemal Süreya "8.10 Vapuru" adlı şiirinde, benim şuan anlatmaktan kaçındığım sesi çok güzel tarif ediyor, onun sesini; kaçınıyorum çünkü garip bir kıskanmak bu, bunu bari siz bilmeyin.
Özet olarak: Tatlı bir sızı, çünkü olurduk demeden edemiyor insan; olurduk abi diyorsun, kendini biliyorsun ve ondan da eminsin, ona dair düşüncelerin sadece kafanda uydurduğun toz pembe yalanlar değilmiş ve bunu bilmek seni sevindiriyor. Diyorsun ki olsaydık geçinemediğimiz için asla ayrılmazdık, belki asla kavga etmezdik; sende yok, onda yok, kötü bir zerre yok; olabilir miydi diyorsun böyle mükemmel, sonra da olurdu diyorsun: "Zaten illa romanlara özgü olacak diye bir kaide yok." diyorsun ve bu aşk; eğer bu değilse bile "En azından hayatında bir şey olarak varım, sonradan olmayacaksam da var olmuş olacağım." diyerek geri kalan hayatını devam ettiriyorsan -başka çaren olup olmadığını sorun etmeksizin- bu kesin aşktır.
Bu günü yaşadığım için teşekkür ederim, başta ona, sonra Emir, hepsinden de fazla Allah'a. Biliyorum, pratikte aslında üzerinde bu denli yazılacak şeyler olmadı -kaldı ki tatlı bir utangaçlıkla buraya yazmaktan kaçındığım birkaç paragraf daha var- ve insanlar bunu abartı kabul edecek, alıştım ben zaten. Kim diyordu ya, "Benim onda gördüğümü sen görecek olsan sen aşık olurdun." tarzı bir cümle vardı, aynı o durum işte. Yine de biri o an orada bütün içimi ve bütün olup biteni hissedebilsin isterdim, çünkü eminim tekrarını isterdi; peki olur muydu derseniz tekrarı, bu neşeye maruz kalır mıyım tekrar, yeterince kalırsam ben de neşeli biri olur muyum falan, zaman gösterir.
Gönlüm, Dublörün Dilemması kitabındaki Hayati Tehlike'nin, onu sevmeyen Şebnem Şibumi'ye uyguladığı kart tekniğini uygulamak istiyordu ama umut stokta yok. Taktiği bir yazıda yazmıştım ama yine yazayım:
Kartlara harf harf "Şebnem Şibumi Hayati Tehlikeyi Seviyor" yazan Hayati, kartları Şebnem'e verdi ve dedi ki: "Beni sevmeye yaklaştığını her hissettiğinde bu kartlardan birini bana geri ver." Nihayetinde Hayati kartları geri toplayabildi ve dünya halkı buna meşk dedi. Bunu yapsam olur muydu, böyle şeyler sadece romanlarda mı olurdu bilemem ama çok isterdim; zaten ben bu hayatın yarısını da altını çizerek öğrendim.
Birini sevdim, ne anlık ne heves; onun beni tanımamasına da dayanaraktan, tahmin edeceğinden hayli fazla ve tarifsiz.Asla tanımayacak belki, bilmeyecek, etrafında gördüklerine göre kafasında, onu tanımayan birinin bu denli sevgisini canlandıramayacak...
Pamuk şeker önemlidir,
Bence sen de öyle olmalısın;
Sincaplar sevimlidir,
Hangi biri sana benzemesin.
Ama sevdim küçük kız, sevgili olmak değil sevmek için; bu satırları okuman ihtimali olmadığını bildiğim için bu kadar kolay yazıyorum. Nasıl sevdim? Tek konuşmamızda, o birkaç cümlede; her bir mimik ve tonlamandan içindeki naif, duygusal kızı hissederek; farkındayım uydurma gibi gelebilir, çünkü etrafta benim kadar detaycı, duygusal pek fazla erkek (hatta kız) olmadığı ne yazık ki ortada, hal böyle olunca elimden bir şey gelmiyor fazla. Bu yalan sevgilerle dolu dünyada ne senin ne başkasının bana inanmasını beklemiyorum yanlış anlama, umuyorum yalnızca; keşke bu yazdıklarımı hissedebilseydin, özellikle de hakkımda ne düşündüğünü bilmediğim için bunu umma ihtiyacı hissediyorum.
Yine de az çok tahmin edebiliyorum, saçma senin için, birden bire, ömründe bir defa diyaloğa girdiğin bir çocuğun seni sevmesi fazla saçma; yazık ki ben bunu saçma kılacak denli herkesleşemedim bir türlü, yirmibirinci yüzyılda takım tutmayıp şiir okuyan, cinsiyet eşitliği mücadelesi veren vs biriyim ben. Tabi oturup gerzek gibi bunları sana yazmaktansa senin beni, daha doğrusu birbirimizi kendiliğinden tanımamızı dilerdim, zamanla, acı-tatlı: Hayat misali... Orada Emir'in hatası var, çocuk doğruyu söylemiş ve sırf iyi niyetinden belki ama söyleyişi hakkımda ilişki arayan biri izlenimi yaratmış ister istemez. Esasen bu blogu okuma ihtimalin yok ama eğer okusaydın, benim aradığım bundan önceki yazıda da bahsettiğim üzere "yabancılık çekmeyeceğim biri"; adı ister aşk, ister dostluk olsun, ister adsız kalsın. Tanışırdık, ne olacaksak o olurduk, yaşardık... Olmadı; Fernando Pessoa der ki: "Tanışma şeklimiz yüzünden bile yanlış tanırız birbirimizi." Bize de aynı öyle yazık oldu, kader işte.
Kusura bakma tuhaf konuştumsa,
Pek çok manada yalnızım ve ihtimaller dört döner kafamda;
Es kaza bir gün bu yazıyı okusan mesela,
İstesemde istemesem de bunu düşünüyorum aslında.
Üzüldüm mü? Üzülmemeli miyim? Biliyorum arkadaş olabiliriz demişsin ama bu bir yanılsama, genelde öyledir yani; böyle tanıştığımız için ne kadar arkadaş olursak olalım en fazla birkaç merhaba ve gündelik sohbetten ileri gidemeyiz, dostum olmazsın, çekinirsin, zira sırf o yüzden bile tanımaya gayret sarf etmezsin içten içe, bilinçaltın beni kabul etmemeye şartlanır, tıpkı çoğu insanınki gibi... İlk görüşte bir şeye inanır mısın bilmem ama o gün belliydi, boşvermeyi denedim, bu kız neden beni sevsin dedim, sevdiği vardır dedim, tatlı kızların sevdiği vardır çünkü hep. Bugünün geleceğini bildiğim için kendimi durdurmak istedim nitekim başaramadım işte, günden güne seni gördükçe göz kapaklarımda nükseden o kalp atışları, nihayetinde bugün bu sevgiyi kendi kendime yaşamama engel olup seni bulaştırmamı sağladı, pardon...
İçimdekinin tarifine yeltensem, galiba tam olarak Turgut Uyar'ın Göğe Bakalım'ı karşılar bu hisleri; sana tüm bunları söylemek isterdim bizzat lakin utandım, daha doğrusu korktum, kendimden korktum; karşında dikilmek kolay mı gözlerine akarak, bilmeden yanlış bir laf etsem nasıl affederdim kendimi; oturup bunları yazmam bile yanlış bir bakıma ama derler ya: "Yazmasam ağlayacaktım."
Başka çarem yok ki, biliyorum bu önemli bir sene, bu sene böyle kafanı karıştırmak istemezdim faksy elimde mi? Yine de bilmeni isyerdim ki eğer bir şey olsaydı yani, toplumdaki diğer insanlar gibi tripli olmazdım, hatta belki beraber çalışırdık, matematiğim berbatsa da türkçede fule yakınım; hay aksi, olmayacağını bile bile niye anlatıyorsam bunları, işte insan mevzu sevdiği insan olunca saçmalıyor, sürekli sevmek kelimesini kullanmam seni iğrendirir gibi geliyor, mazur gör.
Neyse, sahibi tarafından asla okunamayacağını bildiğim bir yazı için fazla uzun oldu bu.
Gerçekten sevdiğime garip de olsa inanabil isterdim Beyza, tanışamasak da memnun oldum, hoşçakal. Bu arada bu şarkı sana:
İnsan kırıldıkça yeni bir benlik filizlenip, bu olurken seyirci kalanın ise aşık olduğu bir rivayettir, değilse bile şu andan itibaren öyle...
Tam karşınızda kırılan bir insanı sevmek çok kolaydır, nedenini tahmin etmek ise o kadar zor değil; normal şartlarda insanlar birbirinin yarasını görmeye dahi tahammül göstermez iken, eğer ki siz biraz da hisli biri iseniz; biri karşınızda kırıldığı vakit çırılçıplaktır, ayakta durmak için uydurduğu yalanlar yoktur, gözlerinin yaşı vardır; kendini korumak için çektiği gardı yıkılır, gözüne baksanız kalbini görürsünüz. Bir insanın en temiz hali, en sevilesi hali kırgın halidir; ama bunun içten içe ona acımakla falan alakası yok; hani özünde böyle biri değil falan denir ya, kırılan insanın özü gün gibi ortadadır işte, çekip çıkartmasını bilene...
Kalbi kırık insanla geçirilen bir an dahi onu tanımaya eşdeğer olabilir,
Çünkü bazen kırk yıllık anı, gözyaşı olup akabilir;
Sarılmak ise tam bu sebepten önemlidir,
Zira hiçbir teselli, yumuşak bir ten tesirinde değildir.
Ah işte ben de hissederim bunu, kimileri vardır pek kimsenin sevmediği, ki huyları da ortadadır; bense hala derim aslında o öyle biri değil, şartlardan dolayı, biri el uzatsa değişir... Kimse bana inanmaz tabii, çünkü sebebini bilmiyorlar, çünkü onlara söyleyemem; çünkü birinin kırgınlığını başkasına açmak, sırrına ihanet etmek gibi bir şeydir. Keşke kırılanlar kırıldıkları an onları görüp anladığımızı bilselerdi, ne mutlu olurlardı; belki de daha mutsuz olurlardı, bazı insanlar öyledir, bam teline değenden ürker. Haklıdırlar da, düşünsene, biri geliyor, vaktinde senin böyle canın acıdı diye sana söylüyor; o sana bunu yaranı sarmak için söylediyse bile senin onu yanlış anlaman da gayet normal, sanki seni senden çalacakmış gibi. Böyle karmakarışık yazıyorum ama bilmiyorum anlatabiliyor muyum.
Kırık bir kalp beklerim, Anlamak ve anlamlanmak adına; Ne var biraz özveri, Az empati beklerim.
Kalbi kırık insan en güzel dosttur, kalbi kırık insan en güzel yardır, hatta kalbi kırık insan en güzel ailedir; kalbi kırık insan anlamaya elverişlidir, kalbinin kırık olduğunu anlayıp ona çıkarsız yönelen ise zaten öyledir; bu iki canın oluşturacağı herhangi kuvvete kim niye dur der, diyebilir mi? Ömrümü gördüğüm yaranın üstüne kapanmakla geçirdim, bunun bana zararları da oldu, o yaralardan yara olmayanlar vardı, yaraladıkça yaraladı ama iyileşemedim, sarmaya yeltenenim olmadı, kendi çapımda kuruttum diyelim... Neyse. Bir yaraya merhem olduğumu hissetsem kafi, Öyle ki yara yaraysa ve ben hakiki merhemsem; Yaralının bir tek lütfu şifa da eyler beni, Yarası iyileşip benim yuvam da kesilir.
En güzel yanı da, kırgın insan kendini bile kandıramaz, canı yanıyordur ama benliği etrafını boylu boyunca sarar, kendi masumiyetini hisseder; bazıları ona acı verenin bu masumiyet olduğunu düşünerek kendinden utanır ve kirli bir hayata adım atmaya niyetlenir, halbuki ne yaparsa yapsın içindeki o çocuk hala sevimli, hala duygusal, hala çocuktur. Ben o çocukları görüyorum işte herkeste, bu yüzden kolay kızamıyorum artık, bu yüzden her şeye "ben yanlış anlamışımdır" gibi öztemkinle yaklaşıyorum; bana bunu yapan var mı? Yok. Aslında bunu yapmalarına gerek bile yok, benim sulu gözlü çocuğum hep baskın, hep dışarıda; onu içeride sananlar bizi yargılara boğanlar, bizi yargılarında, kendilerinde boğanlar, boğduklarının farkında dahi değiller çünkü onların başkaları var, biz biziz, başka da bir cacık değiliz.
Örneğin ismini vermeyeceğim bir kız arkadaş var, bence iyi biri, hatta bazen beni tek takanın o olduğunu dahi düşünüyorum, ki buna dair örneklerim de çok; lakin insanlar onun için ağıza gelmeyecek yakıştırmalarda bulunuyorlar, herkesle çok samimi diye; bense onun içerisinde çok sevecen bir insandan dahasını göremiyorum nedense, bu insanlar neden onu bir türlü kabullenemiyor, kızcağız ise bunun ya farkında ya değil ve ikisi de birbirinden zor durumlar. Bu insanlar bizi neden kabullenemiyorlar, yarası açıkta olanı, kapalı olanı, neden kimsenin yarasını üflemeyi denemiyorlar?! Şimdi siz diyebilirsiniz ki ya haklılarsa, diyebilirsiniz ki sen daha önceden sırf bir iki yara saracağım sevdasıyla dostlarını kaybettin ve o yaralar sana çoğaldı; kısacası şimdi bana her şeyi diyebilirsiniz, peki yaramı sarabilir misiniz?
Bu yazının bir bitişi yok, üzgünüm,
Bu yazı zaten yeryüzünde ilk kalp kırıldığında onunla birlikte paramparça olmuştu.
Belki her şeye bilmiyorumla başlamak en doğrusu bu defa, kelimenin tam anlamıyla en doğrusu bu zira. Yekten lafa gireceğim edebiyat parçalamaktansa, paramparça oluşumu parçalayarak ifade etmem ne denli alçakça olurdu bildiğim için.
Bir gün bir bakıyorsun en yakın bildiğin insanlar en uzağın olmuş... Biliyorum bu herkesin bildiği, çoğumuzun yaşadığı bir hikaye belki ama benimki biraz farklı; öyle ki bir önceki günü bu kimselerle iyi birer dost olarak bitiriyorsun, sabah kalktığından itibarense sanki düşmansınız. Hepinizin aklında aynı soru dönüyordur tabii şuan: "Sebep?!"
Bende de işte aynı o sorudan bir demet, tam da her şeyi yoluna koymuştum değil mi güya, hani düze çıkmıştım, hani tamamdı ha? Öyle miydi? Düşündüm, çok düşündüm ama yok, hayır bu defa en ufak bir hatam olmadı, kötü tek bir an dahi yaşanmadı, bir karıncayı dahi incitmedim eminim... Lakin yoruldum işte anladınız mı, öylesine yoruldum ki; pamuklara sararcasına tavizsiz verdiğim değerden görmek değil de derdim... Bilmiyorum, acaba ne lazım.
Öylesine bıktım ki keşke bir şekilde taşınmış olsaydım, madem böylesine bir tehdidim ve ne olduğunu dahi bilmiyorum, hatam her ne ise düzeltmek maksadıyla sormama rağmen adam yerine konup cevap dahi alamıyorum, madem birileri benim bilmediğim konularda bilmediğim birilerine uyuyor, birileri bana karşı saf tutuyor -ki ben zaten hep tektim, herkes birileriyle birlikti, herkes birilerinden yüz bulurdu, birbirine dayanırdı- ve belli ki ardımdan bir iftira, kim bilir ne çirkin, öğrenmeye dahi korktuğum bir iftira yürüyor, eski dostlarımca rahatlıkla benimseniyor, öyleyse bu zamanda, bu mekanda, bu vücutta işim ne?
Hayatım boyunca ön yargıyla yaklaşıldım, önceden bunu sorun etmezdim, neden etseydim ki, aklım mı eriyordu olanlara, böyle olabileceğine; hadi aramda adam gibi diyalog geçmemiş insanların başkalarına itibar edip toplum içinde bana yönelik atar yapması benim umurumda olmasın, hadi sorgulamayayım susayım, hadi sabredeyim bilmem ne yapayım ama ya eski dostum?
Öylesine yoruldum ki bu ön yargılardan, geçmişin ısıtılıp ısıtılıp önüme lapa gibi konmasından -ki böyle deyince insanlar beni geçmişte lanet biriymişim gibi canlandırıyor aklında, halbuki en fazla yaptığım şey ses yükseltmekti- öylesine usandım ki anlatamam. Yıllarca bu insanlar yüzünden kendimi kötü biri gibi gördüm ben, üstelik hala dahi biri onlara en ufak laf etse o kişiyle iletişimi keserim, o derece...
Suçlanmadan kabul görmek istiyorum artık, Alptuğ aşağı Alptuğ yukarı, kimseciklere beğendiremedik bile kendimizi; öyle ki biri birine bir şaka yapar, şaka yaptığı kişi de beni görüp kalaylar, sonra şakayı yapan kişi o değil ben yapmıştım der fakat şakayı yapana en ufak kızılmaz nedense, hatta gülünür; Alptuğ mu? Ondan özür dahi dilenmez. Böyledir bu, böyle geldi ama böyle gitmesin, kalsın biraz, bize de bir şeyler kalsın; bir güler yüz olsun kalsın, çok mu?
Ben öyle yıllardır alenen sevgi isterken siz beni yanlış anladınız biliyorum, kim olsa öyle anlar zaten, sorun değil.
Yok mudur öyle birileri ha? Ona buna bakmadan, kendi başına sevmeyi göze alabilecek, ister dost, ister başka manada beni yüreğinde taşıyabilecek; beni ben olduğum için seve seve kabul edebilecek kimse mi yok? Mesela beni tanımaya çalışacak biri, "Lan bak burada bir çocuk duruyor, kimdir, hikayesi nedir, derdi-ihtiyacı mı vardır acaba? Belki iyi gelirim, belki o bana iyi gelir." diye cesaret gösterecek, üstelik de bunu başkalarından yola çıkarak değil direkt benimle yapacak, yeri geldiğinde "Alptuğ öyle biri değil!" (ne diyorsalar artık) diyerek benim için birilerine kafa tutacak, hadi onu da geçtim ama benim için bir şey yapmaya niyet bari edecek bir Allah'ın kulu mevcut değil midir? Vardır, illa ki vardır; zira ben çok kişiyi kabul ettim, yine gidip yine gelseler, hatta bu döngü bi'16 defa daha tekrar etse yine kabul edeceğim galiba. Bu durum şey gibi oldu aynı, Ferrari fabrikasında çalışan adamın onlarca, hatta belki binlerce Ferrari'de emeği olmasına rağmen asla Ferrari'ye binmeyecek olması. Bilmiyorum ama bu kadar da imkansız olmamalı ya, üstelik de her şeye bu denli baştan başlamışken, bütün olmasa da çoğu hatalardan arınmışken, daha da önemlisi her nedense deüer vermeye meyilim artış göstermişken, n'olur o kişi sandığım denli uzakta olmasın, artık şuramda bir hayal olmaktan ziyade şurada ir varlık olsun dostluk yahut aşk, her ne isimle olursa olsun ama olsun, lütfen.
Merhaba arkadaşlar, bugün önemli bir hususta şahsi edinimlerimi takdirinize sunacağım, uygun bir dille yapılacak, iğneleme içermeyen her eleştiriye sonuna kadar açığım, bilginize.
Yazmayalı uzun zaman oldu, o öldü bu kaldı, kırgınlıklar giderildi, vicdan hatta akıl yeniden hesaba çekildi ve düşünceler değişime girdi, mevlam yol gösterdi.
Anladım ki sahihmiş bir müsibetin bin nasihatten evla oluşu, bize "zannettirildiği" denli imkansız değilmiş bin bir kötü histen arınmak; öfke, kin, hırs, merhametsizlik, boşvermişlik... Hakikaten de güç insanın içinde, mutluluk elindeymiş. Meğer insan tek dokunuşla karıncayı incitmeyen demeyeyim ama incitmemeye çokça özen gösteren bir hal alabiliyormuş; sabrı, yüzde yüz haklı ve karşıdaki mutlak kabahatli iken dahi durmayı, alttan almayı, intikama ihtiyaç duymamayı becerebiliyormuş.
Bunca güzelliği görebiliyormuş, iyi tek bir sözün, bir tek tebessümün, affın, dost ve sevdikleri ile geçirdiği iyi kötü tek bir anın eşsiz güzelliğini, ferahlığını -tüm bunların bir gün biteceğinin idrakında olarak üstelik- tümüyle en derinden hissedebiliyormuş... Belki de hikmet, Allah'ı anlamak buymuş.
Meğer Allah'ın bu güzel dini; aşırı uçların, vaktiyle bizi kandırmaya yeltenen hacı- hocaların resmi, müziği, sanatı ve vesaireyi yasak addetmesi, sözde cihat adına pişkince kan akıtan örgütlerin varlığı değilmiş. Bunu biz biliyorduk ve emindik belki lakin asıl bu defa hissettik... Meğer Allah'ı anlamak demek, her türlü kötülükten arınmış, iyi niyetli her türlü davranışmış, tek kalemde kendine en çok zulüm edenleri dahi yürekten bağışlayabilmek; kadını, erkeği, bitkiyi ve hayvanı çıkarsız ve de yine her türlü kötülükten uzak ve kendinden emince, doya doya sevmekmiş; bir yerde bir çöp gördüğün vakit Allah'ı hatırlayıp, ufaktan bir gülümseyip onu atmayı da geçtim, biri çöp atacağı zaman sen zahmet etme diye elinden alıp atmakmış. Boşver gibi lafların şeytandan olduğunu idrak edip ömrü Allah'ın verdiğine kanaat getirerek üşengeçlikten ve acelecilikten kaçınıp, gündelik hayatın içine küçük de olsa iyilikleri sığdırabilmek sanatıymış.
Bize Allah'ı yanlış nakletmişler, herkese öyle, hepimiz de uymuşuz; Allah ısrarla merhametinden söz eder iken (4:110 -Kim bir kötülük işler, yahut nefsine zulmeder, sonra da Allah'tan bağışlanmasını dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur.) bizler O'nun yakmasına takılı kalarak korkumuzu sevgimizin ötesine geçirmişiz istemli istemsiz, kimi bize anlatılanlara inanıp ateist olmuş, çağın en büyük sorunlarından İslamofobi doğmuş, kimi ise Allah'a uymak adına Allah yolundan sapıp IŞİD'ci olmuş, halbuki hepimizi yaratan Allah'ın rızasının içinde masumları katledecek gibi nasıl düşmanlığımız bulunabilir Allah Aşkına!.. Meğer mesele ne resimmiş ne kadınmış; mesele şirke düşmemekmiş, (6:88 -İşte bu, Allah'ın doğru yoludur. Kullarından dilediğini o doğru yola iletir. Eğer onlar Allah'a ortak koşsalardı, yaptıkları bütün amelleri boşa giderdi.) mesele kötü fiillerden, çirkinlikten alabildiğine uzak durmakmış. (17:32-Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.) Kimse dönüp hatırlatmamış niyetin önemini, tövbenin ne günahları sildiğini, kalbinden geçmeyenin senin olmadığını ve vesaireyi, Allah'ın eğer kusursuz bir kavim olsaydık bizi zaten helak edeceğine dair hadisi (“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.”(Müslim, Tevbe, 9, 10, 11)) ve asıl müslümanlığın hata yapmamak değil hatadan dönebilmek, erken dönebilmek olduğunu, mühim olanınsa her şeyi iyiye/güzele kullanmak olduğunu.
Örneğin eğer şuan kimilerince günah sayılan TV, tiyatro, sinema gibi unsurları iyi için, güzel için, islam adına kullansaydık yasak uyduracağımız yere, bundan daha büyük, daha etkili cihat olur muydu bu devirde? (Şayet bu yasakları uyduranların dertleri cihat ise.)
"Helâl, Allah'ın kitabında helâl kıldığı, haram da Allah'ın kitabında haram kıldığıdır; hakkında bir şey söylemedikleri ise sizin için affedip serbest bıraktıklarıdır."(Tirmizî, K. el-Libâs, 6; İbn Mâce, K. el-Et'ime, 60; Buhârî, K. et-Tefsîr, 99; Müslim, K. ez-Zekât, 24.)
"Allah bazı şeyleri farz kılmıştır; bunları kaçırmayın, bazı sınırlar koymuştur, bunları da aşmayın, bazı şeyleri haram kılmıştır, bunları işlemeyin, unutmaktan değil, size olan rahmetinden dolayı bazı şeyler hakkında da bir şey buyurmamıştır; bunları da soruşturmayın."(Dârakutnî rivâyet etmiş Nevevi de hasen olduğunu bildirmiştir.)
"İbadetlerimizi yerine getiriyor muyuz; yalansız, kul hakkına girmeden, kalp kırmadan bir günümüz geçiyor mu?" diye düşünüp kendini bu doğrultuda geliştirmektir benim doğrum; ki akıl var mantık var; faiz yemedikten, haksız yere insan öldürmedikten, ya da şu an aklıma gelmeyen bin bir hayasızlık, haksızlık ve vesaireyi yapmadan, içimizde kötü bir niyet ve his barındırmadan yalnızca namahremle bir an tokalaştık diye, resim çizdik, müzik çaldık, onun bize bahşettiği elleri doğrudan değilse bile dolaylı olarak hayra vesile kullandık diye o koskoca alemlerin rabbi, her şeyin yaratıcısı, sonsuz rahmet sahibi Allah bizi niçin yakmak istesin ki? Bu hususta genel olarak (diyanetçe de) benimsenen yargı zaten böyle bir yasağın Kur-an'da geçmediği, peygamberimizin ise dönemin geleneklerince el sıkışmadığı şeklindedir.
Yine de fitne doğmasına sebep olabilecek saptırmalar yapılabilir diye şunu yazma ihtiyacı hissediyor ve affınızı rica ediyorum. Bu yazıda kastedilen hususların zerresinin dahi (tövbe haşa) "Neslin devamı için zina ediyorum." benzeri, bahaneler ile bir günahı ak gösterme amacı olarak görülemeyeceğini belirtmeliyim. Zira hepimizin kabul ettiği üzere Allah içimizi dışımızı bilir, karşımızdaki insan bize inansın inanmasın ama Allah neyi yan yola sapmak için yapıyoruz, neyi iyi niyetten yapıyoruz, kendimizi mi kandırıyoruz, nedir ne değildir her birini en iyi, en doğru şekilde bilir, şüphesiz o Rahman ve Rahimdir, kaldı ki bu gibi günah onaylayıcılıkla kişinin kendini dahi kandıramaycağı da pek tabii ortadadır.
ÖNEMLİ:
Sözün özü: Aslolan niyettir, ibadete niyet etmek anlamının yanı sıra burada kastettiğimiz niyet, bir işin yapılmasının asıl amacıdır. Bu bağlamda niyet içten gelendir, şeytanın vesvesesi ile ayırt edilmesi ise gönül rahatlığına bağlıdır; kafir gönlü rahat zanneder belki fakat kalbi karadır, fakat kalbinin karardığından endişe duyan araştırıp, rahatlama ihtiyacı hisseden bir kimsenin kalbi ise belli ki kara değildir, zira boşverememiştir.
Ben ilk aydınlanma sürecimde çok fazla derine indim, indim, indim... Bir yerden sonra tehlikeye girdiğimi hissettim, neler diyordu ya bu insanlar, şimdi bizim Allah'ımız bu kadar korkunç muydu? Allah Allah dedim, ya bu işte bir terslik var ama ne?! Gördüğüm, işittiğim iddiaları tahmin dahi edemezsiniz, birazdan birkaçından bahsedeceğim. Sonra dedim ki; "Ha Alptuğ bu iş böyle olmaaz, senin iyice bir oturup, düşünüp, herhangi tesir altında kalmaksızın Allah'ı hissetmeye, anlamaya çalışman gerek; tamam Allah'ı tam manasıyla anlamak imkansız tabii ama Allah zaten kendisi defalarca bildiriyor akıl edenlerin onu idrak edebileceğini." Derken böyle bir yola girdim, sonra uzaktan bakınca da fark ettim ki meğer ben o mu günah bu mu günah şu şöyle mi bu böyle mi diyerek asıl yapmam gerekeni yapamıyormuşum, dinimi yaşayamıyormuşum, tat alamıyormuşum; tekrardan baktım o tuhaf düşüncelerin kaynaklarına, tarikatlar ve vesairelerden kişiler -yahut öyle olduklarını iddia ediyorlar- sonra tabii ki aklıma Fetö ile IŞİD geldi -onlar olmasa dahi günümüz tarikatlarının (istisnalar hariç) o eski güzelliğinin ve işlevinin çokça uzağında olduğu açıktır- ve ayıktım, dedim ki "Aman dur oğlum, dine bağlanacağım diye din tüccarlarına düşmektense samimi, doğru olmaya bak, Allah arayana aradığını zaten buldurur nasipse." dedim ve kurtuldum... Burada bir uyarı ihtiyacı hissediyorum: Dostlar, eğer benim gibi bu yola girerseniz sizler de çok dikkat edin, zira biraz daha gitsem ileride eşini eve kapatan bir adam yahut Allah korusun inkarcı olabilirdim, çok feci teknikleri var bu insanların.
"Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!"(Münafikun, 63/4)
Özür dileyerek bir örnek vermek durumundayım: Birisi dolmuşa bindiğinde namahrem kadından para üstü alındığı ve el teması yaşandığı gerekçesiyle dolmuşa binmemenin gerektiğini, hatta gidilecek yere yürünerek gidilmesi dahilinde daha hayırlı olacağını, fetva şeklinde keskin ve net bir üslupla dile getirmiş; peki ben size "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez." (Bakara, 2/185) diyen dinimizde, peygamberimizin eşinin tüccarlık yaptığı gibi çokça bilginin ışığında, bu söylenilenlerin, yüce Kur-an'ın bir numaralı dili olan akıl ile bir izahı var mıdır?
"Ey ehl-i kitap! Neden hakka bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı/gerçeği gizliyorsunuz?" (3/Âl-i İmran, 71)
Biraz da geleneğin dinleştirilmesi ve sahih olmayan hadislerin varlığı bu ve benzeri konuları yoktan yere büyütmemize ve yüzyıllar sonra hala tartışmamıza, daha da önemlisi asıl gerekliliklerin -fark etmeden de olsa- önüne geçirmemize neden oluyor; üzülmeyin bunda bizim bir suçumuz yok, bize her yerden bir "Yanacaksınız!" çıkaranların suçu bu. Sahih olmayan hadise verebileceğim en bariz örnek ise deve sidiği içmek ile alakalı olandır, detayına inme ihtiyacı hissetmiyorum ama ey müslüman! Sence temizliği imandan sayan bir din böyle bir şeyi savunur mu?! Gelenek mevzusu için ise Diyanet İşleri'nin az evvel değindiğim bildirisini (gazete haberi) sunmak istiyorum size. Haberler çok mühim değil, dilerseniz aşağıdan yazıya devam edebilirsiniz.
YAZININ DEVAMI HABERLERİN ALTINDA
"ANKARA - Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan İlmihal’e göre kadınların erkeklerle tokalaşmasını yasaklayan herhangi bir ayet veya hadis bulunmuyor. Diyanet, Hz. Peygamberin, kadınlarla tokalaşmamasını, ‘Araplarda böyle bir geleneğin bulunmaması’yla açıklıyor. Kadınlarla erkeklerin el sıkışmasının gelenek ve görgü kurallarının yanı sıra dini hüküm açısından ayrı ayrı ele alınması gerektiğine dikkat çeken Diyanet, konuya açıklık getirirken, önce ‘tokalaşmayan kadınlara saygı gösterilmesini istedi: “Toplumların veya belirli kesimlerin kültür ve geleneğinde böyle bir tokalaşma adeti yoksa, kadınla erkeğin el sıkışması kadının mahremiyeti, dokunulmazlığı açısından olumlu karşılanmıyor veya erkeğin kıskançlığını mucip oluyorsa, bu tutumu en azından bir insan hakkı şeklinde kabul edip böyle bir çekimserliğe saygı duymak gerekir. Bu, konunun gelenek ve kültür boyutudur. Böyle olduğu için de kendisi elini uzatmadıkça tokalaşmak için kadınlara el uzatılmaması ve emrivaki yapılmaması, kadınların tokalaşmaya zorlanmaması, kadının tokalaşmak için erkeğe elini uzatması halinde tokalaşılması hemen hemen bütün kültürlerde yaygın bir nezaket kuralıdır.” İlmihalde “Kadın ve erkeğin tokalaşmasını yasaklayan bir ayet olmadığı gibi Hz. Peygamber’in bu yönde herhangi bir sözü de yok” diyen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görüşleri şöyle devam etti: “Resulullah’ın kadınlardan biat alırken onlarla tokalaşmamış olması, o toplumda kadınlarla tokalaşma adetinin mevcut olmadığından, Resul- i Ekrem’in kadınlarla tokalaşmayı caiz görmediği şeklinde değil de kadınlarla biatlaşmada toplumun kültürüne uygun bir usulü uyguladığı şeklinde anlaşılmalıdır. Bu sebeple, bu yöndeki rivayetlerden sarih bir yasaklama hükmü çıkarmak doğru olmaz. Ancak o dönemde kadınlarla erkeklerin tokalaşmaları gibi bir adetin bulunmadığı bilinmektedir.” ‘Tokalaşmanın zinaya götürüp götürmeyeceğini’ merak edenlere ise Diyanet şöyle bir yanıt veriyor: “Yaygın olarak kabul edilen bir fıkıh kuralına göre, harama götüren şey de haramdır. Tokalaşmanın günahlığı/haramlığı hükmü bu kuralın işletilmesiyle elde edilmiştir. Kadın ve erkeğin tokalaşmayla gerçekleştirdikleri yakın teması zinaya götürücü bir sebep görenler kadın ile erkeğin tokalaşmasının haram olduğu hükmüne varmışlardır. Bu tokalaşmanın zinaya götürme ihtimali zayıfladığında hüküm de haramlıktan mekruhluğa indirilmiştir. Bu çizgi devam ettirilecek olur da eğer tokalaşmanın zinaya götürmesi muhtemel görülmezse, bu takdirde onun mübah olduğunu söylemek mümkün olur.” " Ayrıca: İstanbul Müftülüğü Alo Fetva Hattı: “Bir kadınla bir erkek arasında nikâh yoksa, baba, kardeş gibi birinci derece akrabalık yoksa sosyal hayattaki beraberliğinde getirilen ölçüler var. Kadın bakışlarına, yürümesine, sesine dikkat etmeli... Mesela şuh kahkahalar atamaz bir kadın dışarıda. Cinselliğini ortaya koyacak yatak odasındaki muhabbetteki muhabbet tarzında bir bakış, ses, eda sunamaz. Yasaktır yani, haramdır. Bunlar zina değildir ancak zinaya götüren şeylerdir. Bir de dokunma konusu var. İslam’a göre yabancı kadın ve erkek birbirine dokunamaz. Normalde bir kadınla bir erkeğin gerekmedikçe birbirlerine ten teması yapmamaları görüşünü savunuyoruz. Çünkü biz bunun hangi niyetle, nereye kadar ne olacağını bilemediğimiz için, bu çok keskin bir tedbirdir. Bir kadınla bir erkeğin birbirine dokunmadıkça beraber yolculuk yapması, sinemaya gitmesinin mahzuru yok. Ancak bir insan, birine bakıyorsa, şuh bir şekilde konuşuyorsa, dokunuyorsa, öpüyorsa, bunun beşinci ayı zinadır yani. Ayet’i Kerime der ki, ‘Zinaya götüren şeylerden sakının.” Flört kavramının içine A’dan Z’ye bir sürü şey konabilir. Flört adı altında kadın ve erkeğin serbestçe “Bugün seni beğendim, yarın seni terk ederim” ya da “Ben şununla çıkıyorum” gibi bir anlayış İslam’a terstir. Bunun varacağı yer zinadır. Oraya da ulaştıktan sonra yapacak hiçbir şey yoktur artık.”
YAZININ DEVAMI:
Hadi tüm bunları bir kenara bırakalım, neticede medyadır yanlış olabilir, diyanet de yanılabilir; peki sizce gece tırnak kesmemek benzeri gelenekten türeyen ve batıl olduğu hususunda artık ittifaka varılmış pek çok durumun dahi halen Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde kabul görebildiğine ne yazık ki şahidiz; velev ki bunlar zararsız, bir yerden sonra türbeden medet ummalar baş gösteriyor, ki bu da şirktir.
Böyle böyle karma eğitime, karma yaşama ve vesaireye tepkiler doğuyor, bir diğer yandan ise bu tepkiyi verenleri haklı gösterecek fitneler (kadın cinayetleri yahut cinsel suçlar gibi) baş gösteriyor. Yahu yok mudur bunun bir ortası?! Ya kadın erkek toplumda birbirinden tamamen kopacak ya da illa sarmaş dolaş olunacak öyle mi? Cidden herhangi bir kimse bunların birinden birinin caiz olabileceğine gönülden inanabiliyor mu? Yahu esasen kafa yormaya da gerek yok, biz başından beri üzerimize düşen ama şöyleydi böyleydi diye polemik yaratmaktan uygulamayı beceremediğimiz üzere insanca yaşamayı öğrensek kafi aslında. Şayet diğer türlü düşünmemiz halinde, güya bu hususta en hassasiyet sahibi olan kişi, kurum ve kuruluşların darbe yapmaya kalktığını da gördük, vakıf ve yurt adı altında çocuklarımıza cinsel bir takım yaklaşımlar sergilediğini de. Cidden tüm bunlar rahatsızlık verici değildir de gündemimiz haremlik- selamlık mı olmalıdır? Takdir yüce Türk milletinin.
Bunlar iyi olmadığı gibi, içkiyi, kumarı, bilmem neyi hoş görmeyen ve kaçınan insanları da aşırı uçlarla bir tutup onlara yobaz muamelesi göstermek ise günahını bilmem ama en başta ayıp be kardeşim. Ben sana saygı duyarım ama fikrimi sormuşsundur ben de haz etmiyorumdur el ele tutuşmaktan, ha sırf haz etmediğim için beni hayatından çıkartıyorsan da buyur önce sen git kardeşim. İnsanların aşırı uçluğa yönelmedikçe (yani abartmadan) ve toplumun herhangi değerlerine aykırı düşmedikçe, bir takım hassasiyetleri olması normal hatta hoştur, nitekim hadiste:
"Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir." [Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107, (1599); Ebu Davud, Büyû 3, (3329, 3330); Tirmizî, Büyû 1, (1205); Nesâî, Büyû 2, (7, 241).]
Buyurulur, bu hadisten elbette ki pek çok mana çıkartmak mümkündür fakat benim özellikle odaklandığım ikisi var: Kalbin manevi açıdan sağlığı ve şüpheli şeylerden kaçınmanın anormal bir durum olmayışı. Zaten bu hususta imtihan da hassasiyetin dini aşmamasına özen göstermektir; tıpkı ibadetleri geçiştirmenin de, ibadetle dünya hayatını geçiştirmenin de doğru olmadığı gerçeği gibi
SON SÖZ:
Ölçülü olmalıyız esasen, her hususta, hele ki kirli bilgi ile kuşanmış şu çağda, Kur-an'ın buyurduğu üzere daima aklı kullanmalıyız.
Gelelim en ama en önemlisine: Bir olmalıyız, birlik olmalıyız, islam korku değil hoşgörü dini ve biz bunu din tüccarlarına inat, herkese göstermek ile mükellefiz. Kur-an'da da geçen, güya din adına konuşup bundan kazanç sağlayan kimselere itimat edip de değil birbirimize, kimseciklere karşı nifak tohumları biriktirmememiz esastır. Peygamberimizin zamanında Yahudi düğünlerine dahi katıldığını, başka dinler ile, herkes ile birlikte hoş bir yaşam sürdüğünün bilincinde olmalıyız mesela.
Yolumuz da doğrumuz da önce Kur'an sonra akıl olursa dahasına gerek kalmayacaktır da zaten. "...Dünya ve ahiret hakkında düşünesiniz diye böyle yapıyor..." (Bakara, 2/220) "... O, insanlara âyetlerini açıklar ki, öğüt alıp düşünsünler." (Bakara, 2/221) "...Düşünesiniz diye Allah size âyetlerini böyle açıklamaktadır." (Bakara, 2/242)
İdrak edebilen ve Allah yolunda olanlar için Kur-an ile aklın paralel olduğunu söylememek hata olur zaten. Aşağıya koymuş olduğum şarkı çok değerli abim Sedat Anar'a aittir, şarkının sözlerinin anlatmak istediğimle mükemmel bir şekilde bağdaşmasından ötürü bunu sizlerle paylaşmak istedim.
Bazen o kadar iyi olursun, o kadar kendin kalırsın, göğüs gerersin, çarpışmasan da beklersin, Tolstoy'un tren beklediği gibi belki ama bana mısın demez, sayarsın, günleri, geceleri, ya da geri kalan bilindik şeyleri değil de, örneğin paramesyumgillerin sahip olduğu silleri sayarsın, hem de sözelci olmana rağmen. Hayat beklenmediği yaşatır, ölüm bile beklenmeyeni yaşatır, ölmesi beklenen yaşamaz zaten... Beklememeye çalışırsın ama nafile, kendine koyunları düşünme dedikçe, yine taş çatlasın çobanları düşünürsün, sahi neden kepenek giyiyorlar? Bir de babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi diyen kız var tabii ama konumuz o değil. İnsanın istediği şeyi beklememeye çalışması ne garip değil mi, heves etmememek gerekir çünkü; bu satırları yazarken aklımda babamın iş arkadaşı, Galatasaray maçına gitmeyi çok isteyen ve nihayetinde babamla birlikte o maça görevli gitmesi gereken fakat maça gideceği için aşırı heyecanlanan ve kanser atağı geçiren, adını bile bilmediğim o adam... Ummayacaksın güya, bana mısın demez hayal de hayat da; iyi hoş, söylemesi kolay ama yap bakalım. Bak ben yapamadım, hala beklemekteyim, sonumun Tolstoy gibi olacağı fikrini bir an dahi aklımdan çıkarmayışıma karşın hala mektuplar yazmaktayım geleceğinden -güya- umudu kestiğim ruh eşime ve doğacak kızımıza; bunu neden yaptığımı sorguladığımdaysa cevap peşi sıra geldi, bana mısın demiyordu insan olmak. Günah işlemek gibi, tövbe etmek, tekrar işlemek, sonra tekrar tekrar aynı döngü, bir yerde biteceği kesin olsa bile devam eden türden. Onlar benim umudumdu, hala öyleler, onları kaybettiğimi sansam da hiç olmazsa içimden bir yerlerden asla bana mısın demezler. Her insana bir inat lazımdır, ona en az onun kadar inat edip silkindirecek birileri belki; belki bana onlar, yoksalar da umutları lazım bu hayatı sürdürmek adına, Alper Canıgüz'e çarpıcı bir deneme lazım deneme yazması adına, Alper Kamu'ya bir hayat kurtarması lazım bu defa, seyri değiştirmek adına... Acımasızlık da burada değil mi zaten, lazım olanları düşündükçe olmuyorlar, bizse ancak onları düşündükçe varız, olsalar düşünmeyi keser miyiz? Ben kesmem, sesimi keserim belki, yazmayı keserim, kendi kendime konuşmayı, bir diğer deyişle deli olmayı keserim ama düşünmeyi kesmem. Hep birilerini düşündüm zaten, yine düşünürüm; kendim mi? Kendimi onların yanında hayal etsem yeter, Turgut Uyar'ın dediği üzere: "Belleyelim yetsin." Bana mısın demeyiz belki o zaman, sıyrılırız bu popülizmden, kendi başımıza eriyip çürümektense, okuduğunu, dinlediğini, hatta belki yaşadığını anlaşacak kimsesi olmamaktansa kendimizden bir yere kalırız; itilen kakılan olmayız, hastalığımızdan, dinlediğimiz müzikten, duygusallığımızdan, şiir yazdığımız için, gerçekten sevdiğimiz için. Bu defa bana mısın demeyiz, benimsin derler; olur mu olur, olsun, n'olur.