Gittiniz. Durdum, tutundum, sıkı tutundum, nefes aldım. İçime attım. İnledim en fazla, yolunuza çıkmadım, ne öç ne hakkımı aldım; kar kaldı yanınıza, düşmedim peşinize, aklımdan dahi geçirmedim...
Açığa çıkan bir ağrı olmak için,
Gömülmeyi mi beklediniz?
Daha fazla ne istesiniz benden ki hala bir bıçak gibi batarak karşıma çıkıyorsunuz? Vermediğim ne kaldı size? Zamanım mı? Kalbim mi? Canım mı? Param mı? Belki masumiyetim? Çalmadığınız ne mutluluğum, ne umudum kaldı ki peşimdesiniz hala?
Gittiğiniz gibi yok kalsaydınız ne vardı,
Zindan etmeseydiniz boş sonsuzumu.
Onca zaman, ben onca çırpınırken demediğiniz ama beni tüm öldürdükten sonra en ufak içiniz sızlamadan, söylemek için arkamdan koştuğunuz neydi? Soruyorum ama merak etmiyorum, iyi ya da kötülüğü şuraya dursun üzücülüğü gün gibi ortada...
Her gün milyon kere tekrarladığım şeyi yaptım bugün; okula gitmek için servise bindim, okula varıp kitap okudum, derse girdim, dersten çıkıp servise ve servisten dolmuşa bindim... Bir anda nefesim kesildi: İşlek bir meydanda, hem insanların arası hem de yolun ortasında parçalanmış bir güvercin cesedi, onu bir lastiğin ezdiğini söylemek öylesine mümkün ki...
Ben miydim yoksa o,
Kanada haceti kalmamış
Zamandan ve mekandan ayrı
Kaderden ve kazadan hüzünlü güvercin
Şaşırmıştım ama ölü bir güvercin gördüğüm için değil, daha ziyade ölüm şeklinden belki de; hep uçup arabalardan kaçmalarını yakıştırıyormuşum demek ki yeryüzünde en çok korktuğum hayvanlara, canlandıramadım kafamda, uçup kaçmasından başka ihtimal o kadar düşünememişim ki bu zamana kadar... Küfrettim sonra insanlara, o kalabalığın içinde, yerde o hayvan cesedinin olmasına hiç itirazı bile olmayan ve sanki her gün binlerce kuş avlıyormuşçasına, ne haltsa asilce bir tavırla başlarını aşağı -özellikle de o tarafa- getirmeden kendi acelelerine giden insanlara.
Bir gün beni de -muhtemelen- on yedi jantlı bir kar lastiği ezip kafam kopsa, iç organlarım onunkiler gibi dağılsa ortalığa ve dursam oracıkta, öyle giderdi yine insanlar dedim, dönüp bakanı vuracaklarmış gibi.
Kaçabilmekten başka ihtimaller de vardı işte, gün yüzü gördüğünde bir daha asla sinmeyen keskin ihtimaller; bu yaşadığım şey ummak değildi, kesinlikle değildi, bu daha çok bi'gerekliliğin yerine gelmeyişinin yarattığı bir hüzne benziyordu ama gerçekleştiğine göre yeterince gerekmiyor muydu? Bunu o aracın şoförüne sormak isterdim, fark etmedi bile belki, tek suçu küçük olmak olan bir şeyi, hepimizin ruhları gibi yani... Acaba hissetmiş miydi, arabanın bir ya da iki lastiği hızlıca havaya kalkıp indiğinde bir şişeyi ezdiğini falan düşünüp basıp gitmiş miydi? Belki de durmuştur, durup biraz ağlamış, ne yaptım ben demiştir ama trafiğin akması gerektiğinden kısa sürmüştür bu da.
Akması gereken şeylerden hayır gelmediği ne bariz oysa, zaman gibi; sabret, bekle derken çoktan bitmiş olan onca süreç sayarım ama o güvercinin canı eder mi dersiniz? Bu defa cevap benden, etmez.
Alelade bir şeylere içi titreyen böyle bir gence,
Bilmem "fazla" mıdır bu dünya?
Bilmem zarar vermez mi insan içine karışmak,
"İnsan" olmak her ne ise işte.
Bir güvercinin uçamayışını hayal dahi edemeyecek derecede hassas olduğunu kendi de yeni fark eden ve belki de senelerdir zaten böyle "sıradan" olaylara karşı nefesi kesilip etraftaki tam anlamıyla vurdumduymaz insanlarla arasına gayrıihtiyari de olsa kalın bir set çekmiş, beyninin içinde her gün binbir ince sızıyla akşamları zor eden bu adama ne demeli peki? Hayata karışmayı çokça isteyip, bunun için normal insanlar "kuş kadar" sayacak olsa da kendi için oldukça büyük çabalar harcayan -insanların yanına gidip bir kompliman eden ardından utanıp çekip giden- bu adam... İnsanlara karıştığında, mutlu olduğunda, sosyal olup insan olmanın gerekliliğini yerine getirdiğinde... Ya bugün gördüğü o onlarca aptal insandan birine dönüşür de fark etmezse, bunun hesabını kendi bile veremezse?
Demek ki ya mutluluğundan geçecek ya hassaslığından, daha doğrusu Alptuğ Dağ'lığından,
Hepsi de ölü güvercin yüzünden.
Umutlarım buğulanıyor gitgide, sıcak perdeler örtse de gerçeğimin üstünü bir parça dostluk gibi, ille sızıyor aradan kayıp şeylerin sağır edici uğultusu. Demime karışıyor kara dikenler, korku kuyuma attığım taşın sesi gelmedi daha, durmadı ellerimin zelzeleden hallice hazin titreyișleri, yaşlandı güzel hallerimin temsili... Yığılıp kaldım belki, çok geç kesin...Bugün varım, yarın canımı acıtıyor, dünüm hiç olmadı.
Hafifliyor kitap okudukça,
Çok kitap okudum kimsenin yokluğunda.
Gücüme gidiyor umutsuz olmak benim de
Ben de kızıyorum insanları itmeme
Ben de özeniyorum, ben de çabalıyorum ama...
Yorgun çalıyor şarkım bile, yaralarımdan öpülüp gömülesim var bir şiir denli derine.
Vakti geldiğini bilip asilce kabullenen bir ay batıyor kana şimdi, ruha karışıyorum unutulmaya...
Seviyorum kendimi, iyi adamım ben de... O kadar işte.
İbaretliğim bendimi aşıyor, alıp bir ibadet hali çekip gidiyor; dolmayacak boşluğum, olanın da gelenin de gözlerine acaba bu ne zaman gidecek diye körce kurak bakmaktan. Sinmiyor kalbime düzensiz ve süreksiz mutluluklar, can alır haller içindeler daha ziyade, ne vardı bu hüznü örnek alsalardı.
Kendimden yiyorum tam manasıyla, kendimi de yerdim belki ama kalmadım bana kadar dahi, bana düşmeyen huzur dostlarımda baki kalsa bari.
Haydi sen de git okuyucu,
Eşyalar toplansın seninle birlikte
Senin değil ki bu kavgalar
Bırak biz birbirimize vura vurula eriyelim kendimle,
Unut biz bir köşede menekşe kokalım.
Dokunma sakın incinir elin, elden ruha bir yol vardır solar benzin.
Ben ki nice vazifesi yanmaktan ileri gitmeyecek kuruca bir odun, hep bildim, hep yalnızca feda paklardı beni, yalnızlığa feda...
Kurtlarım toplanıyor içeride, ağzını bıçak açmayan kurtlar; bıçak ki duygularımdan da parlak, önsözű desen kıyıdan yaşamak. Sarmaşık içtenliğine özendiğimden midir ne, dönme mekanizması çalışmayan bir mikrodalga fırında ısınırmıșçasına; yansa dahi etmiyor fayda bir yanım ötekinin buzulluğuna. Merhamet.
Umarım sen benim kadar hassas olmazsın canım kızım, irili ufaklı her şey ve herkes bu denli derin izler bırakmaz üstünde, umarım acı hafızan bu kadar güçlü olmaz, dilerim en ufak bir tepkide kökten değişebilen ruh halin düşüncelerinin üstünde tahakküm kurup yanıltmaz seni de...
Çareyi veriyor, nasılını diyemiyorlar.
Hayalini antetli kağıtlara minicik yazılarla işlediğim, bir köpek kadar yalnız lakin bilhassa huzurlu da olduğum günlere gidiyor aklım, her insan bir yara gibi durmuyordu o zaman.
Duramıyorum Şiir, böyle bir şeye gerek yok ama herkes gitsin istiyor bir yanım, öyle ki bunu dahi yalnız sana anlatabiliyorum.
Çaresizim babacığım, anlıyorsun di'mi sen beni? Yeterince yalnız olursam kendimi bulabilir ve mutlu olabilirim gibi geliyor ama bir yandan da... Eller uzanıyor bolca, yardım gibi görünen ve muhtemelen öyle de olan eller... Dokunamıyorum kızım. Kendinde tıkılıp kalmış bir baban var affet,kendini sevmeye bile cesaret edememiş.
Hani Simge teyzenden bahsetmiștim, o da yok artık, tek Beyza halan kaldı seni emanet edebileceğim, hep olduğu gibi; aslında onu da üzüyorum, yani ona bir şey yapmıyorum tabii asla ama benim üzülmeme üzülüyor, var olsan senin de yapacağın gibi... Umarım bu sebepten ötürü, bu tabut gibi boğucu halimle yorup kaybetmem onu, dedenlerden sonra açık ara en değerlim, onsuz önümü bile görebileceğimi sanmam. Bu konuştuklarımız da aramızda kalsın ayrıca... Efendim? Ha yok, buraya gireceğini sanmıyorum, yani öyle umuyorum, ha bak bu arda 14 Aralık onun doğum günü, seninki ne olacak acaba.
Daha çok orası kesin, annen gelmedi henüz; bazen düşünüyorum, acaba geldi, hayatımda da onun o olduğunun farkında mı değilim diye de yok be, hayatımın herhangi bir köşesinde beni sana ulaştıracak kadar mükemmel bir kadın yok... Bu yüzden kararsızım ya, herkes çekip gitsin derken onu bulma ihtimalini sıfıra indirgeyerek sana da ona da hainlik etmiş olur muyum? Ya da amaaaan...
Bekleriz be kuzum, sabahı bekler gibi, yemek bekler gibi bekleriz birbirimizi; unutmayacak güzel şeylerim olur sonunda, annenle tanıştığımız gün, ilk buluşmamız, ilk elini tuttuğum gün, ilk öptüğüm gün, doğum günü, ona ömrümü teklif ettiğim gün, eş olduğumuz gün, senin haberini aldığımız gün, doğduğun gün, bana ilk baba dediğin gün... İlk dertleștiğimiz gün, ilk bu mektupları öğrendiğin gün... Yaşayacak çok günüm varmış be!
Babacığın derdini atabileceği tek hayalin, özür dilerim.
Ah benim en güzelim,
Değmesin sana bahtım kederim.
Gitgellerde yine başım, kim gerçek kim yalan, kim var kim yok bi'haberim.
Kalbimin dehlizlerinde sönüyorum, gitgide derine gömülüyorum, görmekten çok uzaksınız.
Bir panik atak nöbetinden farklı değil aslında durumum, bir şey beni ve düşüncelerimi durdurabilse, sakin ol dese, korkma dese hatta belki de -emin değilim ama- sarılsa... Bir şey yeniden nefes almayı öğretse bana.
Bunun adı çırpınmak, ordan oraya çırpınıyorum, bir şey beni zorla durdursa, ağzımı zorla açıp bana nefes verse iyi olacak biliyorum.
Hem hazırım bir eli tutup ayağa kalkmaya Hem onu da çekmekten köpek gibi korkuyorum
Korkulacak bir şey olmadığını ne zaman öğreneceğim ben, bu yatışmayan telașımla acı içinde mahvederken ortalığı ve herkesi de kendimle birlikte... Ne zaman uyuyabileceğim gerçek bir uyku, rüya görebilecek kadar gerçek?
Bir anlamı olmalı oysa bu kadar okșanma ihtiyacımın. Bir sakin olsam yetecek okuyucu, sakin olabilecek kadar emin olabilsem; nereden bilebilirdim halbuki temkin denen şeyin beni diken üstü yapıp bu durumunsa hayatımdaki sayılı insanı bir bir itebileceğini...
Doğrusu olsa da olması gereken yalnızlık değil bu defa, teskin et beni okuyucu, hepsinin geçeceğini söyle, hepsi bu.