Işığı gördüğünü iddia eden herkesin bir nefeslik şiddetine vekil atansam
İlk iş dudaklarım ıslanır arena ortasında barikatın üstünden
Atlamamak atlanmamış olmamayı gerektirmezdi ben çocukken en uzunundan
Bir eşek olmak için yeter şimdi biraz umutlu olmak
Kasiyerin vereceği on beş kuruş para üstünden ve kendinden bir şey
Beklemek üzerine felsefe değilse bile hayat bilgisi
Kitabıydık bir en değerli çekiç izinin yarandığı yanılgıdan
Gördüğümüz kızıl kaplı rüyalara rağmen ihmal
Etmeden mavi dikişli kalbimizi sakındığımız rüzgarın
Bir biçim aramıza sıkışan varlığını dahi sevmesek erir mi
Altın oranın kalıcı misafirliği ruhun ile özdeşleştirip
Kurur mu en beyaz otların aldattığı baharımız ermeden
Kibirli yangının eskittiği naif kibrit çöpüne yokuşlarla
Anonsunu alçıdan çuvala sığdırdığım palas pandıras eteğinden
Üfüren cumhuriyeti şayet varsa bir pencere alışımsız
Demiştim alışamadım, daha kızgın demirken paslıydım
"Dance me to the end of love" desem dahi gelmeyeceksin
Mezuniyetine ne okulun ne hayatımın ve asla dedikleri
Gibi olmayacak gülünüp geçilemeyecek kadar peşkeşi
Mümkün olmayan lakin pekmezi çoktan çıkmış kalbim ve hayallerimin
Bedelini spazmsız ve paniksiz aciz
Karşılamaktan öte memnun etmek diye bir şey varsa gerisin geri çekip
Pençelerini yolun oerasında unutup
Gittiği ve benimsememişliği sinmiş arkadaşlar kanatsın
Miray ve gibilerini
Can yandı yanım boştu kasiyer
Değil beyza kimse yoktu, kartla ödeyeceğim
Hayat bende bir huduttu
Eşikte kaldım da ağlamadım
Kürekçe idildim barutça aşındım kasiyer
Bu bölümü kısa kestim izin ver
Genel sevip özel özledim
Gözlerim doluyor kasiyer sancınca kederdeyim
Bekleyemem daha, üstü kalsın...
Mutlak ardalanan hiçlikle yalnızlığın gölgesinde
Na öncelenen bir ben ki hududunda yaşamın kati suretle
Ağrıyan sakallarımın bütünlüğüne binaen inadımla yalanlığına dostluğun ve sevginin
Sizi hamile ilan ediyorum, kaderi öpebilirsin
Pişmaniye gibi elinde dağılan çabanın artığı kederden
Ve haki bir göklüğe yüz tutup sarsan mevcudiyeti derinden
O karanlığa filexible bir tutum kazandıran
A person will come untill our pain induced functions.
İngilizcemi boşver sen; gözyaşım öz türkçe, kederim evrensel.
Yoksun bir doğum lekesinin altında çekişen atlılarca
Patlar yine sol yanında cenderemin alyuvarları
Ezilen yüreğe vurgun beter beklentiler sabahlarken patikalarda
Mahsusuma aldırma, kımılda ve kop istersen
Güz göçü beklediğin gidişkar sevgiliden korumaya
Hassasiyetle didinirken meyilli bir sevgiyi,
Köprücük kemiğine kazı asla hatırlama kendimi
Üç defa öksür, çevir başını arkana,
Burnun yalanlara değecek, sakın alev alma
İntak ettir vicdan ve mirası kendinden koltuklara
Bim poşeti gibi uçuşan umutlarına benden son nefes bağışla
Ayağı kırılmış o tahta masaya kus geçmişimi
Sivilcemi okşa ve ağlat beni
Utanan perdelerimi çek içine uyandır sinemi
Yaramda yüz izine orijinal bak biraz,
Sağalt marmaklarımdan kandırılgan kırıklarımı
İrice tiksindir ki benden bu ligi,
Düdük değil çanlar inlesin.
Gaybana gayzer gibi fışkır şefkatten
Uzan geleceklerime ve gelmemişliğime rönesans tablosu misali
Harcadığım ufka titrercesine sarılırken tavuk göğsü ısmarla
Doğasıca kızımızdan mentollü zarafetler,
Beklerim ben bu sebepten, kalırım kaldır bizi çırılçıplak;
Haykırır ve yalvarırdım, üşürdün aralıksız
Buysa sanadır dünyamın göbeği, dökülme gözlerimden.
Gözbebeklerim büyüyor mağrur karanlıkta
Adam oluyor da biraz kapanmayı öğreniyor
Göğsümdeki fil dişleri hep bir ağızdan bağırıyor "Al kırdın kırdın!"
Kalın bir çiviyi tükürür gibi kalbim "Bir daha söyle"
Tavana yapışmış sakızın gözyaşı kafama dökülürken
Kıvırcıklaşan sakallarımla, artık benim olmalıyım, benim.
Islak gözlüklerle nereye kadar görmek oysa ki
Göbeğimde kaybettiğim geçmiş kaşınıyor,
Terli terli sayfa çevirmiyorum zaten artık
Baksana ayak parmaklarım intihar ediyor
Deri ofis kanepesi dudaklarım gıcırdıyor
"Yetsin artık" derken yalın surat
Leğen kafalı varoluştan dökülen
Nice asır yangını ardından sıyrılan
Musluk tamircisinin kuyruk sokumundan hallice
İşte öyle bir conflict with people
Lets continue in english
This is my sorrowful end's fucking poem
Bak bir merdiven son nefesini veriyor
Yani diyorum ki can u still loving me Ankara
Ben iyice serdim dağıttım, velhasıl you can't touch this
Beni siz delirttiniz -anan hariç-
Alın look at this, Alptuğ şimdi ha ha ha!
Dost sadece bir kitapçı adıdır biline,
S**tirsin everyone, sen de bok iç Miray.
Ben en başından beri sinirli değilmişim ki, hiç sinirlenmemişim ki; yalnızca üzgünmüşüm meğersem, yalnız ve üzgün, tek kelimeyle "sorrowful", kaldı ki bunu dahi yeni öğrendim. Ne ahmak başarı benimkisi, nasıl da nakavt ettim öyle kendimi, tek bir olayın anında doğurduğu, onlarca yanlışlığı ıspatlayamayacak düşünceyle dahi olsa...
İçimdeki sesin söylediği tam olarak şuydu:
"Mükemmel dil öğrensen, üniversiteyi kazansan, dilediğin ekipmanları toplasan, en iyi filmleri çeksen, yurt dışına gitsen ne değişecek? Varsayalım bir ay kimse haber alamasa senden, ailen dışında kim seni kendiliğinden hatırlayıp ciddi bir meraka girişecek? Yerli-yabancı onlarca tanıdığın, arkadaşın var belki ama en gözdelerinden kimi selam dahi vermez, kiminin "yanına" oturursun ve YARIM SAAT SONRA senin orada olduğunu fark eder; gitmişsin gitmemişsin ne fark eder? Yılmaz Odabaşı'nın dediği gibi: "Şimdi biz ölsek, en fazla kahvede çaylar soğur." Sahiden kalabildi mi mutlu olacağına inancın bay hayalet? Zira başkası için ne ifade edersen et yine de sevdiklerinin seni hissettiği kadarsın, ki bu da bir nevi hiçe tekabül ediyor sayın Niçe...
Hadi durma ingilizceyi sular seller gibi bil, dünyanın en iyi yönetmeni ol, milyonlarca hayranın gözünün içine baksın... Sen yine de dostlukzede, belki hayvan gibi kültür sahibi fakat yalnız bir adam olacaksın; bunu seni -bir bakıma beni- yaralamak için söylemiyorum ha, öyleyiz, öyle gelmiş öyle gidiyor, on sekiz sene içerisinde kaç defa gerçek bir değer hissettik dersin? Neyse...
Kafayı yedin farkındayım, sürekli yeni şeyler öğrenmeye çalışıyorsun, mütemadiysen ders çalışıyorsun, pek çok şeye kendini adayıp çoğunda da başarılı oluyorsun; tüm bunlara rağmen üzgünüm ama canım kendim... Sen de biliyorsun, bunlar sendeki bu eksikliği (-adı her ne zıkkım olması gerekiyorsa şayet- bastırmaya asla yetmeyecek.
Ne kadar garip değil mi? Her şey yolunda, yerli yerinde ama ne zaman konu dost ya da sevgiye geleyazsın rafta kalan esas adamsın; bütün çabaları, insanlığı, başarıyı, her şeyi gölgede bırakacak denli.
Bunları söyleyince aklına Meltem geliyor değil mi? Aslında bunları yazmak istemiyorsun ama içindeki bu sesi de dindiremiyorsun, garip olan bir diğer şey de sen -yani ben- bu yazıyı yazarken merak edip başımıza toplanan birilerinin, başka hiçbir zaman bizi anlama hevesine sahip olmamışlığı ve olmayacaklığı. Okumasınlar öyleyse, yazılmadan önce sorup dinlemek gibi bir isteği olmayanlar, tüm bunlar yazılınca da bir zahmet okumasınlar; gerçi eminim iki üç cümle okuyup yüreğe dokunan ilk yerde bırakacaklardı, yürekli şeyler çoğu insana iyi gelmiyor derler, demezlerse de ben derim, dedim..."
Ortada herhangi bir tarafın sorun olarak nitelendirdiği bir şey varsa yüzde doksan sorun vardır, ki yüzde on da bize uğramaz zaten; sorun varsa da yine yüzde doksan taraflardan biri iyi diğeri kötü, yüzde on ihtimalle ise iki taraf da iyi ama işler karışıktır; kaldı ki tekrardan yüzde on bize uğramayacağından ya biz kötüyüz ya onlar iyi -hayır yanlış falan yazmadım- çünkü -huyumuz kurusun ki- biz birine kötü diyemeyiz, karşımızdakine kötü diyebildiğimiz vakit kendimizi kara hissederiz; gerçi biz hep temiz kalmışız ağlama detoksuyla. İnsan kırılıp içinde ne var diye bakılmazdı oysa anlamak adına, yanlış anlamıştılar, anlatamamıştık, derken biz anlamıştık: Konuştukça duyulmazmış insan, sustukça da yaşamaz.
Edebi bir hüküm arz etmeksizin kaleme almaya tutuşuyorsam bu iç sıkıntısını, sebebi en dert aşinasının dahi kuvvetle muhtemel bıkacağı bu uzun hikayeyi -neden bu blog bu kadar az okunuyor sanıyorsunuz- uzağın da uzağı ve soğukcana bir yerlerde, kimseciklere olumsuz tesir etme ihtimali kalmayacak bir biçimde yalnız ve şiddetle ıslah edip taçlandırma çabamdan. Eşek hoşaftan ne anlar, bu çabanın altında başka bir maksat arayanlara da acı bir biçimde itiraf edilmek üzere bilinmelidir ki ben bu uğraşa dahi değöeyecek denli kolay lokma yalnızlığın pençesinden kurtulmak adına Ukrayna'ya gideceğim; değil Ankara, Türkiye dardır anlaşılmayışıma, bana, benim gibi birine bile bunları yazdıran toplum, bu olguyla baş edemeyen sosyolog, psikolog utansın. Metin üstündağ'ın dediği kadar var, "Yalnızlık psikolojiktir, öpünce geçer."se de pek kimse yeltenmez kimseyi sevmeye, lafa gelince yok sevgi yok saygı martaval okumaya pek alışıktır güya Türk "delikanlı" ve "hanfendi"leri (!) hep bir ağızdan. Meltem mi? Onun içinse Ali Lidar'dan bazı satırlar anlatacak derdimi en iyi: "Sen kırıldığın yerden bir kapı araladın bana; bir kapı, ittirsem ardına dek açılacak lakin kapılar bedene, ruh aldanmışlığa açık; ikisini birden sığdıramam odama, bana zor sana yazık."
Ne aradığımı dahi bilemeyecek denli genel bir açlığa büründüm ve bu bilgisizlikte dahi haklı olmayı -ne yazık ki- baba mesleği misali becerebilecek bir yaştayım sanırsın oradan bakınca; yanılmamışsındır ama burasıysa sanki karanlık gibi, bir şey görünmüyor, iç sesim "Çünkü bir şey yok!" diye laf sokmayı ihmal etmiyor, neyse ki ders zili onun acımasız gerçekliğini yok edemese dahi sağaltıyor; tıpkı güzel fakat anlaşılan artık ben dışında kimse için pek ehemmiyeti kalmamış -bende de yara halini almış- o hatıraların kalbime bastırdığı gibi günden güne... Hatta şu anda kalemi bastırdığım gibi, kağıda mı böğrüme mi tartışma konusu.
Biliyorum kimsenin okumyacağı ölçüde uzadı, bitirmem ve gitmem gerek ama duramıyorum, yapacak başka bir şeyim olmadığını çok içten kabul etmiş misali: Sait Faik'in dediği gibi ben de ağlayacaktım yazmasaydım, yazınca ağlamadım mı derseniz şayet bak onu Platon bile merak ediyordu... Kanımca hayallerimden kendimi aforoz edebilsem -zannımca da öyle oldu- yine onlar kalırdı, çünkü şu halimle sıfır ile kurduğum empati su götürmüyor, bense çölde çiçek misali.
Ben, ailem, sinemam ve de bu zamana kadarki bütün ikili ilişkilerimden çıkardığım pay ile beklentisiz ve sınırsız bir sevgi ve güven duyduğum, hep de duyacağım can dostum Beyza Eryıldırım ve çıkacağım yollarım; geride başka bir şey yok, korkarım onların da benden fazlası yoktur. Kendime acıyacak olup onları düşünür az daha susarım, son çare bunun gibi uzun ve kırık bir bok yazarım; herkes gibi bu hep böyle "gider".
Beni yıllarca yazar olmak için yazıyor sandılar, yalandı; bir dönem gerçekten istedim, sonra toplumun kırık bir kalbi dinlemeye hevesli olmayacağını idrak edip razı geldim ve vazgeçtim, sinema dedim. Sinema dedim çünkü filmlerimde yeterince iz bırakan bahisler edebilirsem ilişkilerden, anlayışa özenip kalp kırmaktan kaçınacak bir toplum oluşturabilirdim, bilinçaltlarından başlayıp kalıtsallaşabilecek düzeye gelen; istedim ki yaşamadan hissedip farketsin insanlar, geç olmadan geç olmuş gibi yaşasınlar ve o karanlık salonlardan daha iyi bireyler olarak çıksınlar.
Şöyle bir dönüp baktım, daha doğrusu Ceren hocanın bir sözü beni kendime getirdi -yıkıp geçmiş de olabilir- bilmiyorum; düşününce aslında hiçbir zaman en ufak sahip olmadığım bir şeyler varmış, böyle olup olmadığını anlamak için evrensel geçerlilikte dört adet soru hazırladım, bunlardan en az üçüne verebilecek bir cevabınız varsa iyi durumdasınız demektir, şayet üçüne yahut dördüne de cevap verebilip aynı cevabı veriyorsanız da mükemmelsinizdir, lakin ben yalnızca tek bir soruya sadece iki cevap verebildim, ki onlar da açıkçası şüpheli cevaplar olduğundan, ailem ve hayallerim dışında net bir şekilde yalnız olduğuma kanaat getirdim. Sorular şunlar:
1-) Kimin en iyi arkadaşıyım?
2-) Kimin en iyi arkadaşlarında ilk üçe girerim?
3-) Kimin ilk arayacağı veya derdini anlatacağı kişi benim?
4-) Kim herhangi bir şeyi en çok benimle birlikte yapmayı sever/ister?
Dört basit soruya verecek adam gibi cevabımın olmamasının mahçubiyetiyle, yazmaktan başka çarem olmadığından devam ediyorum; meğer geçtiğimiz günlerde öküz gibi mutlu oluşumun sebebi de bir şeyleri bilinçaltına itmemmiş, bu gece o şeylere dair kabuslar birbirini kovaladığında, sabah yine gerçek dünyayla yıkadım yüzümü. Buralar beni ne kadar acıtmış ki gideceğim diye diye yerinden kalkmaya üşenen ben, ciddi anlamda gezginliğe merak salmışım...
Bu sorular çoğaltılabilir, örneğin "Kimin en çok derdini dinleyeceği kişi benim?" sorusu da olabilirdi ama o nesnel olmazdı, çünkü insan yaşlandıkça anlıyor ki dert dinleyen değil dert anlatan dostmuş, ona kalsa sıradan bir insan bile size acıyıp derdinizi dinleyebilirmiş vs. Başka sorular da olur; "Kim ben mesaj atmadan bana mesaj atar" ya da "Kim kendiliğinden beni düşünür?"... Dedim ya sorular çoğaltılabilir, yine de ne kadar çoğaltırsanız çoğaltın baştaki bu dört soruya verecek bir cevabınız yoksa yalnızsınızdır; üstelik ben sadece yalnız olduğumu fark etmedim, eskiden de, en başından beri hiç yakın bir dostum olmadığını gördüm; kaldı ki ben bugün bu sorulara cevap olarak veremediğime üzüldüğüm çoğu kişinin bu sorulara vereceği cevabıydım, onları çok seviyordum, hala seviyorum ama... Aması artık inanamıyorum, elimde değil n'apayım? Hayallerime dahi inanmakta güçlük çekiyorum, elimde kelimenin tek anlamıyla onlar kaldı, kendimi canlılar dışında verebileceğim kitap ve kameralar var, beni asla incitmeyecek, her an yanımda olabilecek, hadi bunların hepsini bir kenara bırak en önemlisi de güvenimi boşa çıkartıp beni şaşırtmayacak iki malzeme; kameralar en fazla bozulur ama kitaplar kafi, koca okulun tamamına tercih edebileceğim 8gb'lık müzik çalarım da buna dahil tabii.
Kimseyle o kadar yakın değilmişiz, ben kalbimi verme mesafesindeyken onlar uzakmış, ister on adım ister on asır olsun uzakta, ulaşamadıktan sonra santim olsun, yalnızlık yine yalnızlıkmış işte. Sonra kötü adam oluyorum ama bu vücuttakinin bir öfke olduğunu anlayanlar, neden öfkenin içinde ne olduğunu da anlamıyorlar? Anlasa boynuma sarılır herkes belki, gelip geçiyor her şey ve...