Hayat... Yani ne bileyim, sanki herkesin okulu dokuz günlük bayram tatilinden sonra 19'unda açılıyorken bizimkinin 5'inde açılıp müfredatı yetiştiremeyecek olması kadar hayret verici. Evet bebeğim yalnız duymadınız zinhar okul fevkalade açılıyor. Okulun edebi açıdan yazmaya değer bir olgu olduğunu düşünmüyorum kendi çapımda, umarım ki bu da değişir; bugün bunu yazıyorsam sizleri kendi iç sıkılganlığıma dair birer araç olarak görmem değil, bilakis amaç niteliğindesiniz, bu gece bahsetmek istediğim şu; İnsan okulu özler mi? Yani birilerinin emri ve idaresi altında bir başkalarıyla zorunlu olarak bir arada tutulmak dolayısıyla muhattap olunması beklenen ve bundan da hoşnut olan bir yapının yetkisindeki sürekli "üretim" adı altında bir çaba ile ve çeşitli kıstaslar dahilinde kişinin bir şeylere zorlandığı, çıktığında taş çatlasın atom mühendisi olabileceği, en azından ülkemiz dahilinde kamu yahut özel fark etmeksizin, ilgi ve yönelimlere bamılmaksızın tabldot gibi dümdüz bilgilerin servis edildiği, üstelik insiyatif kazandırmadan bile pişkin pişkin kişilerden başarı olarak adlandırdıkları yüzdelik değerlerin ve birbiriyle yarışın beklendiği ve bin yıllık klişe "kuşu yüzmeye, balığı uçmaya zorlamak" değiminin de yazık ki ziyadesiyle geçerli olduğu, sadece rakam odaklı ve size rakam ile değer biçen o dört duvar arasından söz ediyorum tabiki... Bunun için gerçekten de bir nedeniniz olmalı, ya bu bahsettiklerim birer yalan olmalı ya da oraya gitmenize değen dost yahut aşk gibi insanlar yahut durumlar vesaire. Demek ki okul özlenen bir şey değilmiş, anca insanlar, durumlar, oradaki yaşantı ve hadi hadi ordaki ayrı benlik; okul kendi başına, başlıbaşına sevilip değer verilebilecek bir kavram hiçbir zaman için olmamıştır... Şimdiyse sizlere okulu okul yapanı izah edip bi'mukabele de olsa sevdiğimi kanıtlayacağım; okul kesinlikle bu baştaki karalamalarımın tamamı hatta abartısız çok daha fazlası olmasına karşın aslında ilginç bir psikolojik eğilimdir, 21. Yüzyıl genelini incelediğimizde okulun bireyin kendi olumlu olumsuz çizgilerini belirlediği yer... Falan filan. Okulu ne açıdan sevdiğime gelecek olursak da insana muazzam bir tasarı sunmasıdır, rock yıldızı olmak gibi mesela, her mekan kişinin tarzı ile birleştiğinde kişi kendi o haline bürünür fakat atıyorum benim okul halim, yani öğrenci Alptuğ, ben çok önceden beri bunları düşürdüğüm için başta söz ettiğim ilgi, yönelim ve duygularını okul profiline harmanlayacak öngörüdedir; uzun lafın kısası okulu bir yönden seviyorum çünkü onun da her sistem gibi zaafları var ve ben bunların bilincinde olup, altında ezilmeksizin kendime uydurabiliyorum ki buna orta yolu bulmak deniyor, sonuçta ise olan bitene genel öğrencilerin aksine ben yön veriyorum; okulun kültür vesaire kısımlarını alıp, kendini sınırlama benzeri kısımlarını atarak düşüncelerimi böyle kuş gibi yapıp uçsuz bucaksız bir gözlemle özgün bir tarzı en iyi burada yakalıyor, herkes biraz yabancı biraz tanıdık olduğu için burada muhafaza edip kendimle ve toplumla bir ilüzyon köprüsü kurup emniyet de sağlıyorum, işte okulun sağlamaya çalışıp zıt olduğu"kendini geliştirmek" budur. Sen birine neyim dersen osundur ve özgürlük bu, bense bunu bir adım ileriye taşıyıp hiç bir şey söylemiyorum... Yine de pek kimse oturup bunu yazacak kafa ve özveride değil, o yüzden onlar okulu özleyebilirler bir mahsuru yok... Ben niye mi özlemiyorum, emin olun benim odam bile daha fazlası ve bu benle de alakalı, okul olsa da olmasa da dışarıdan göründüğüm gibi boşa vakit harcamıyor, ummadığınız anda her şeyi düşünüyorum; zihnimin okuldan tek farkı ihracat yerine italat hatta aynı anda imalat yapması, sadece bilgi değil duygu ve davranışı da... Okul sıkıcı, benim fikirlerimse alevli poi gibiler ve de okul her şeyi belli ve ortada kılarak düşünme şevkimizi çoktan kırdı zaten, onu düşünecek denli özleyemeyiz...😎
Yoksun zaten de git be sarışın, ardında kızılı bırak da, maviye karış da git kalmasın içimde ukte. Adın masal olsun ve gözlerin pembe ki kapaklarından öpeyim iyi gecelerde, bana iyi gel istiyorum çok mu, kumrallığından ödün vermesen şan şeref, içerim gökyüzüyken hatun otu biten damarlarımdan, eksik olma esmer çukurluklarım ki ört günahlarımı odama yeni asılan değişik perde gibi. Sultan makamından düşüşte perişan, bırakma geride kıl tüy, asılma güne halinden öte öyle, başkasına güzel görünme... Hatun otudur etkisi şifa, merhem yaraya, Twitter'da #AlptuğNedenYalnız yaz bul bir deva. Hatun otudur ökseden ileri, ısırgandan eziyetli. Hatun yoktur, hatun hiç olmamıştır, insan geride bırakılmaya meyilli mücevherken iblisin sakalları arşa değip bir balon gibi patlatırsa evet bu da hatun otunun yan etkisidir ve müdahil olmak yoksun bir ölümü beraberinde getirmesine karşın gayet de şendir. Hatun otu vedanın göbek deliğidir diye buyururum ben, yakmaya kalksan uçar gider, yarana sürsen sarar ama daha çok da yarandır. Eğer bir tabibe sorarsan önermez, zaten tabiplere bok attıkları da bundandır türkülerde, bir halt beceremezler; gideni durduramayan, unutturamayan ne tabiptir ne bir şey. Kıldan incedir hatun otu, geniz yakar çayı, damak çatlatır suyu, musallat olur ruhu ama sana en iyi o bakar... Hatun otu için 3 paragraftan uzun yazılmaz, hatun otu olmayanlar uykusuzdur bu gece, yalnız olmak... Bin gecenin dize gelişi ayakucunda kifayetsiz, sürtünme kuvvetinin ebediyetinden tasarımla keşfolunmuş nili burjuva bir özlemle girizgah eden onca şiirden dipte kalan yalnız bardak kırılırsa bunun adı da hatun etkisidir...
Ruhlar geçip gidiyor içimden, insanlar öyle, biraz düşünceler. Düşünüyorum da, acaba insanlar, nasıl desem; (işte tam burası için aklımda mükemmel bir cümle vardı ama unuttum, bu yüzden vasat devam edecek bu yazı) yani onlar, oncasından hiç değilse biri, bana karşı bir şeyler hissetmeye teşebbüs edecek olup cesaret gösterememiş midir. Zira hepimiz, evet tamamımız karşımızdaki bize kelimenin tam anlamıyla "hırlarsa" diye sakınıyoruz hisleri, cümleleri ve kalan her şeyi ve orantısız miktarda geçip gidiyoruz ve insanlar buna burnunun ucundakini görmemek diyor ama bence adı sadece çekince; işte insanların da hayatımdan zamana özenircesine sessiz sedasız akıp gitmeleri pek hoş değil, yeni bir dost arıyor insan bazen, lazım geliyor bir ses seda, yeni bir şeyler ve de şu klişe tweette bahsi geçen türden bir ruh hastası belkide... Her şeyi bir kenara bırak sadece insanların benim hakkımda oturup düşünüp düşünmediğini ayrı bir meraktayım; ilk kez gördükleri bu adam hakkındaki ilk izlenimleri, eğer duyuyorlarsa da her türlü hisleri. Hep söyledim ve yine; biri bana anlatsaydı da ben bu kadar konuşmasaydım, o kadar çok şey bilmediğimden bildiğim her şeyi anlatma çabasında olup olmadığımı düşünmek neredeyse bir elzem halini alırken tek yaptığım burada kimin okuyacağını bilmediğim ama okuyanların hepsinin sıkılacağından emin olduğum bu yazıyı yazmaktan başka bir şey değil. Korkunç olan da bu değil midir? Aptal bir yazı yazmaktan daha ideal bir durum olmaması, hiçbir şeyin bu hissi karşılayamaması; belki hayatımızda biri olsaydı falan, o da nereye kadar dayanırdı meçhul tabi... Bu gördüğünüz geveze yazar, nam-ı diğer mösyönün hayatı evden okula okuldan eve yazdığı yazılar, bugün bu adamı okuyorsanız ve sizden bir parça taşıdığını düşünmüyorsanız eğer, size bunu zaman kaybı olarak gördürmeyen şeyi bana da söyleyin benim ihtiyacım var. Siz okur basar gidersiniz ama ben hep bu kafayla iç içe, alt alta, yan yana ve ard ardayım... Bu kötü bir şey değil, hoş olduğu zamanlar var mı derseniz bimukabele, sinir bozduğu zamanlar herkes kadar. Peki ya işe yaradığı zamanlar? İşte bilmediğim, öğrenmek istediğim şey bu... Bir gün olur da bu adamı severseniz, edebiyattan bıkmamayı göze almanız gerekir, sadece bu...
Çok da şey yapmamak lazım derler hep, bunu sizi düşünenler de, laf söylemek için orada bulunan lüzumsuzlar da, umurunda bile olmadığınız ancak sanki sizi dinlemek zorunda hisseden kasıntılar da ısrarla söyler. Şimdi hangisine göre şeyedesin bunu dimi; biri diyecek söz bulamıyor, diğeri ise buna gerek dahi duymuyor... Şuna geleceğim; içinden gelmiyorsa bile teselli mi avuntu mu her ne zıkkım etmeye niyetliysen bari biraz özen göster be insan, daha yaratıcı olabildiğini bilmekteyiz. Zira bu cümleye maruz kalan insan ne hissediyor biliyor musun, çürümüş yumurta ve bozuk balık gibi; bu bayağı "Sen öl ya, etkisiz elemansın zaten, bir halt mı yiyebileceksin sanki!" demek gibi, zift bir şey, bir de omuzuna vur da ilahi vazifen tamamlansın... Hem kimse inanır mı ki konuşup ettiğinde faydalı olabildiğine sanki., herkes yetmeyeceğini bilir muhakkak da inannak ister; karşı taraf da böyle ister çünkü, ayrıca o anki kendine kıyasla daha inançlı, umutlu bir kimseyi... Benim size tavsiyem kardeş, öyleymiş gibi durmaya yorulmaktansa açıklamalı yahut sessiz sedasız basın gidin, sırf gece başınızı yastığa az daha rahat koyun diye hiç gerek yok bu boş laflar kalabalığına... Çok şey yapmayıp ne edeceksin, sigara mı yakacaksın, içki mi içeceksin sanki, laf işte; sizi bilmem ama ben yanımda biri üzgün, kızgın bilmem neyse onuçaresiz köpekler gibi teselli etmem, hatta kontrolüm dahilinde yangına körükle bile giderim; çünkü o adam o gün iyice acısını, hüznünü bir yerlerden çıkarsın ve çıkara çıkara anlayıp ertesi gün daha başka biri olsun diye. Kötü hisseden birine en masum duygularla anlatmak, tavsiye vermek bile kimi zaman böbürlenmektir, boynunda tasma hatta gurur kırıcıdır... Bana öyle bakmayın ben o kadar kötü hissettiğimde genelde yalnızdım; ha bu arada tecrübeyle sabit bir detay daha, bu durumdaki birinin yanında olmak istediğinizde sizi kovarsa şayet ne kızın ne üsteleyin, çoğu zaman sizinle de gerilmemek için yapılan bu hamlenin sonucunu tersine çevirmeyin... Çok da şey yapmamak diye bir fiil düşündüm de, ne kadar samimiyetsiz hatta hain bir fiil, insanın ardından kuyusu kazılıyormuş gibi; önceden bana çok söylendi lakin o zamanlar bu etkiyi vermiyordu nedense, şimdiyse hiçbir şey olmayışına karşın aklıma geldi... Ben hep beklerim tanıdık tanımadık biri bana bir derdini döksün, çünkü bir çift ölü göz dahi parlamaya yeltenince huzur buluyorumm, kendimi unutuyorum ve bu muazzam güzel vir ilaç bana... Aslında olayın temeli nedir biliyor musunuz; günlerdir sanki birinin yanında olmam gerekliymiş, yanında olanlar bahsettiğim gibi eline yüzüne bulaştırıyormuş ve yalnız ben anlayabilirmişim gibi, gerekirse saatlerce orda olup tek kelime etmeksizin bekleyerek, ya da benzeri şekinde... Çok da şey yapmak lazım yanisi, bayağı bir şey yapmak, üzerine falan titremek lazım ki yaşadığımız şeye hayat adını vermek konusunda da tereddüte düşmeyelim... Bir dost bir post...
Dışarıda bir aile, altımda bir sandalye, önümde cam bir masa ve üzerinde telefonumla şuan bu yazıyı yazmakta olduğum tabletim, arkasında bardak, arkasında duvar, duvarın solunda 17'sini gösteren takvim ve sağında hemen altında uzun, palmiyemsi bir çiçek bulunan duvar saati, çiçeğin yanında da dönen bir vantilatör... Her şey normal, her şey yerli yerinde, sıradan, hep olduğu gibi, sanki zamanın akmasının saatteki yelkovan ve akrebin yer değiştirip vantilatörün yön değiştirmesinden başka sağladığı bir şey yokmuş gibi bütün nesneler rahat, yoldan geçen arabalar ve de kaldırımdan adeta akıp giden, hakkımda hiçbir fikri olmayan ve çoğu zaman buraya dönüp bakmayan, yazdıklarımı okuyorsa dahi kendisinden bahsettiğimi düşünemeyecek ölümlülükte insanlar belki de, çocuklar, hayvanlar, diğer şeyler... Her şey normal ancak bu normallik fazla değil mi? Değil tabii ki, benim asıl merak ettiğim Polatlı'nın il olup olmayacağı. Şaka bir yana cidden bu normal, sadece bana bunun normal gelmemesi biraz kötü, duvar boyasındaki girinti ve çıkıntılardan ortaya suret ve silüetler çıkartabilecek denli de yalnız olmamalı insan, yani ruhen ve kalben... Ne yaptığımı düşündüm, insanın yazıları belli bir rakamı aşıp artık bambaşka yönlere bakarken bile kusursuz yazabilince yazdığı şeyi kaydetmesiyle silmesi arasında çok ciddi bir fark olmasını arzu ediyor, bu sandığınız kadar tuhaf bir his değil. Normal algım değişene kadar hayatın akıp gitmesini detaylarıyla gözlemleyemem, tam da bu virgülü koyduğumda bütün bir yazıyı silmeyi düşünmüştüm aslında ama şuan virgülden sonraki bu itirafı yaptığım için kalmasına izin veriyorum diyelim. Yazacak gerçekten de bir şey yok, sol arka çaprazımda mini buzdolabının üzerinde duran akvaryumda bi'sürü balık vardı ve çoğu öldü, bazıları da onları yedi bunu mu yazayım yani? Masada içilmemiş bir bardak kola olduğunu fark ettim şu anda, kimsenin bir şey demeyeceğinden de adım gibi eminim ama diyete ihanet edemem, etmem... Hadi ama itiraf sırası sizde, zannımca çoğunuz bu yazıyı da bir şekilde nereden aşka bağlayacağımı düşünüyorsunuz, çünkü ben de öyle düşünüyorum; sorun da bu zaten, bağlanmıyor, bağlanacağı bir aşk yok, bu sıradanlığın önüne geçebilecek, tabloların kendiyle ardını aynı anda görmeme imkan tanıyabilecek bir aşk yok... Kimileri buna özgürlük diyor, yapmak istediğin bir şey yoksa, yapmak zorunda olduğun bir şey olmayışına karşın bile buna ne derece özgürlük denebilir? Bilmem kaç metrekare bir sigorta bürosunda özgür olsam, hatta tamam onu da geçtim, param var mesela dışarı çıksam gezip tozsam bilmem ne yapsam, inanın kimse buna bir şey demez ve şükranla dahi karşılar ancak ne hikmetse ben tüm bunlarda bir türlü bulamıyorum özgürlük vasfını... Bu uzun ve sıkıcı yazıyı okumasanız da olur, konuyu şuraya bağlayacağım; özgür olmak belki de bir ruhun, aklın ve kalbin içinde, bir insanın her şeyinde kaim olarak kendini bir başka yerde, başka birisinde, başkasıyla, başka şekilde, başka biriymiş gibi hissedebilirken tam şuan olduğun kendini de yaşamaktan geri kalmayıp yetmezmiş gibi birine de aynı senin onda ve onunla olduğun gibi seninle bütünleşme imkanı vererek cismi bütün vasıfları ihlal ederek bir manada evrene karışmayı aynı anda yaşamak, yaşatmak, daha ok da yaşanılır kılmaktır, "her şey" dediğimiz ölçütün vuku bulmasından doğan ilahi huzurdur. Muhtemelen bu yazdığım cümleyi bir daha okumam gerekecek ama gerek mantık, gerekse inanç olarak kendimden zerre şüphe duymuyorum... Tüm bu süre zarfında mı? Ben güzel bir teoride bulundum ve saat hala çalışıyor, vantilatör hala dönüyor, kola hala orada ve içmedim; yalnız mıyım? cismen evet, medeni durum olarak da evet, birini kalbimde hissetmek olarak da evet ama birilerinin yazılarımı okuduğu istatistiklerinin doğru olduğunu düşünmek gibi riskli bir ihtimale dayanarak dahi olsa birileriyle duygu, düşünce hatta daha büyük olguları paylaşıyor olarak hayır, en azından sanırım... Son teorimi de ortaya atıp gidiyorum tamam; Aşk normaldir, özgürlük normaldir, özgürlüğe aşk duyulabilir, aşk insanı özgürleştirebilir, aşkla özgürleşmek normaldir, normalleşmek de özgürlüktür, depresif birini normalleştiren şey aşktır mesela, aşık birine aşk hem normal gelir hem de sıradan gelmez, sıradanlıktan kurtulmuş bir normal özgürlüktür, değişkenlik canlılıktır, aşk canlılıktır, özgürlük canlı olmakla mümkündür, canlılık ve yaşam canlının normalidir, aşk hormonel bir süreç değildir ama hormonel bakımdan yaşam ve canlılık sergiler, refaha katkı sağlar, refahın olduğu yerde özgürlük de var demektir, olması gereken normal de budur, kaldı ki irade özgürlüktür, özgürlük ve aşk insana mahsustur, aşk iradeye dayalı değildir ancak irade aşka dahildir, hayal gibi, hayal bir iradedir, hayaller normaldir ve onlar da insanlara mahsustur vesaire vesaire; tüm bunlara dayanarak aşk, sizce nedir? (Dip not; yalın olarak aşk olgusundan söz ediyorum, o yüzden aşık olduğunuz kişilerin davranışlarından ötürü olan acılarınız bu kapsama girmemektedir.)