Mektubat

Bu mektubu Tuba abla için kaleme alıyorum, kısaca tanıtmak gerekirse, onun için gece terzisi denebilir bence, ben Dalgacı Mahmut'a benzetirim kendisini, neyse. Bu öyle sanabileceğiniz üzre spariş ir mektup değil, daha çok benle alakalı...

Ne diyim ki şimdi abla? Öyle klasik mektuplardaki gibi sevgili mevgili bir hitapla başlamam gerekirdi normalde ama kısa zamanda oluşan hukukumuz karşısında hayli samimiyetsiz kalıyor böyle şeyler... Lafı uzattığımın farkındayım, zira ne anlatayım ki sana, bilmediğin ya da tahmin etmediğin ne olabilir ki?
Ben sana desem ki abla böyleyken böyle, eskiyi özlüyorum desem; yedi, bilemedin on yaşımdan sonra her şey boka sardı desem, tek tek değer verdiğim insanların -hiç bilmediklerinin dahi- her bir ettiğini sana kindar bir pislik gibi öfke eşliğinde anlatsam; sonra da tüm başarısızlar gibi, en ufak bir adımda, hatta bırak adımı, adımı andıran herhangi bir şeyde kusursuz bir biçimde o öfkeyi en az nükleer atıkları gömdükleri kadar derine gömüp, tekrar darbe aldığımda ise hatasından asla ders alamayan çocuklar gibi gerisin geri gün yüzüne çıkardığımı, yetmezmiş gibi hak edenlere en ufak değmeyen bu öfkeyi elimde olmadan da olsa başka herkese kullandığımı, üstüne üstlük gazabımı hak eden fakat aslında zerre görmemişlerinse, sanki görmüş gibi dönüp beni suçlaması karşısında sıranın çocukluğumdan beri asla onların suçlarına gelemediğini ve yine yetmezmiş gibi bir süre sonra benim de onlara katılıp kendimi suçladığımı... Doğruyu yanlışı ayırt edemediğimi, bir yandan kendimi suçlu bulup "Buna ne ekmek ne de su verin!" der gibi davranırken, diğer yandan iyi niyetimi ve olup biteni bildiğimden olsa gerek kendimi anladığım ve yıllardır istediği, aşk gibi, gerçek aşk ve sıkı birer dostluk gibi şeyleri hak ettiğini düşündüğümü; ancak bu iki davranış birbirine tezat olduğundan kimseye samimi gelmediğimi, fakat gerçekte kanımın son damlasına kadar her şeyimin samimi ve doğru olduğunu, yer yer bu doğruluğun kanıtlanamayışının bile verdiği utanmaz azabı anlatsam sahiden şaşırabilir misin? Hem de kimsenin kendini ispatlayamadığı için gerilmeksizin önüne baktığı bu cağda.

Bence hayır, çünkü bana yakınsın; bu yakınlık mesafe, arkadaşlık boyutu ya da kader benzerliği bakımından değil; bugün ikimiz de karanlığı aydınlık kılan ne diye sorsalar Ay'dan veya ampulden farklı bir cevap veririz, tanırız, ondan. Sana az evvel bahsettiklerimi daha iyi özümdemen için bir iki şarkı adı bırakıyorum buraya:

Schubert - Serenade
Zbigniew Preisner - Lacrimosa
Hayko Cepkin - Balık Olsaydım
Ete Kurttekin - Sorunum Var
Ete Kurttekin - Benden Adam Olmaz
Zeki Müren - Sen Hep Beni Mazideki Halimle Tanırsın

Bunlar henüz aklıma gelebilenler yalnızca hepsini dinlemeni, klasiklerde ritme ve Türkçelerde sözlere odaklanmanı rica edeceğim mümkünse. Ha bu arada şu yazma hususuna açıklık getireyim, gerçi burada daha önce bahsetmiştik ama tekrar etmekte fayda var; nedense çoğu kişi senin düştüğün yanılgıya düşmeden geçemiyor, "Acıdan besleniyor, ondan böyle." gibi pek çok zırva. (Bu laf sana değil) Çok aşırı içim kararırsa midem bulanır, uyumak isterim, her şeye bilmem diyesim gelir, bir şey düşünemem ve yazamam, biraz daha az -az deneme aldırma sakın- olduğu vakit yine midem aynı şekilde bulanır, yine uykum gelir ama içimde de yazmazsam geberecekmişim gibi bir şey oluşur, milleti darlamayayım diye de buraya yazarım, ne edebiyat ne okunma maksadı içermeyen yazılardır onlar ama sık sık söz sanatı yaptığımdan olsa gerek öyle görür millet.

Başka ne anlatabilir ki sana ikinci planların hep cepte olan adamı? Hastalıktı, oydu, buydu, farklı yaşam tarzıydı derken çoğu istem dışı ama önemli ir kısmı da bile isteye ötekileşmiş bu adam, yine yetmezmiş gibi "geçmişten ders çıkarmak" kılıfı içinde ve "temkin" adı altında duvar örüyor insanlara ki bu noktada tekrardan o demin bahsettiğim tezatlığın pençesine düşüyor; e bu defa bir de işin diğer kanadı mevcut tabii, üzüm üzüme baka baka kararır deyimini mi önemsiyor nedir, kimse ona bakıp kararmasın diye, bir nevi kötülüğü, mutsuzluğu kısırlaştırmak babında kendini soyutluyor; daha önce oldu çünkü bu, o gençlerin dünyasına fazla gelirdi, kimle muhabbet ederse etsin muhabbetin bir yerinde illa boktan bir konu açılır, suratlar bir bir düşerdi uçurumdan; çok sevenleri ona üzülürdü, çok sevse de o kadar içli dışlı olmayanlarıysa bezerdi haklı olarak.

Yani senin anlayacağın, o böyle yıllarca İncir Reçeli 2 senaryosunun devreye girmesini bekledi hayatında, birinin onu çekip almasını yani; öyle kuru kuru beklemek olmayacağını bildiğinden, beklerken cidden o kişi bir gün kaderin tatlı bir cilvesiyle u izbe bloga girer, okur da üstüne alınır diye mektuplar yazdı dizi dizi; yetmedi, o olabileceğine ihtimal verdiği her kadından bir şans istedi, sorun şu ki o bu defa da "Ummadık taş baş yarar." kafasıyla çok fazla kadından bekledi bu şansı ama o kapı bir an olsun açılmadı...

Açılsa olurdu, vallahi de billahi de olurdu, gülmeyi de hatırlardı o zaman, bu at hırsızı kılığı da bırakırdı, o hastası olduğu çiçekli gömlekleri giyer yine etrafa neşe saçardı, yeniden formuna dikkat edip, çok değil bir sene önceki filinta haline geri dönerdi, inanır mısın o nefret ettiği egzersizleri bile özene bezene yapardı... Eğer olsaydı çok kral adamdı aslında, eğlenmeyi de, diskoyu da valsi de, espriyi de, belki yemek yapmayı bile herkesten iyi bilirdi; zira ciddi ciddivo günlerin geleceğini umup -misal sevdiği hastalandığında ona yemek yapıp yedirdiğini- kendini geliştirmişti.

Onun herkesin istediği  Alptuğ olabilmesi için,
Bir tek kişinin ona aşık olması kafiydi, olmadı.

Olmadı da ne oldu, herkes bildi ki bunun tek derdi aşk; Allah var o da böyle olsun istedi gerçi, yapsa hasta edebiyatının da acitasyonun da bilmem nenin de en ağırını yapardı ve aksine bu defa kimsecikler ağzını açıp tek kelam edemezdi... Ama sustu, kendinden başka kimsenin ömrünce hissedemeyeceği, bilemeyeceği, anlamayacağı onca şeyle her gün değil her an boğuştu, insanların hayatlarınca aklının ucundan geçmeyecek ihtimalleri ve kaygıları oldu fakat anlatmaya yeltenmedi; onu aşk meşk herifin teki sansalar daha iyiydi... Bir de kalıtsal mıdır nedir sevgisini göstermeyi pek bilmezdi, anca yazılarda işte; ailesine karşı da arkadaşlarına karşı da öyle, oysa arkadaşları ona "Sen beni hiç sevmedin!" vesaire dediğinde ve o u lafları her hatırlandığında ne denli üzülmüştür, kaç aylar ağlamış, uyumamıştır bir tek Allah bilir.

Bu son paragraf sana değil insanlığa abla:
Değdi mi yani, çok muydu, ne vardı, aha da bu çocuk bu kadar işte, bitti. Bu çocuğun ne burnu havada, ne tepeden akmaya çalışıyor ne bir şey; olsa olsa krizi fırsata çevirmeye çalışıyordur; tıpkı çürük olduğu için askere gidemeyeceğine üzülürken, yine de çaktırmayan bir gülümsemeyle "Siz askerdeyken ben yüksek lisans yapacağım." derken olduğu gibi. Ah bu çocuk hepinizi seviyor da işte...

Neyse 3 saattir yazıyorum, Behlül kaçar.


0 Yorum:

Yorum Gönder